HABER MERKEZİ
Yaşadığı ülkede hiçbirşey normal değildi. Bu ülkede olup bitenler dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti. Hergün insanı şok eden korkunç olaylar gerçekleşiyordu. Bazen eylemlerle, bazen yasalarla, bazen de idamlarla tüm dünyayı şaşırtırdı. Yani bu ülkede hayat kılıcın ucundaydı. Ne zaman, ne olacağı belli değildi. Bundan dolayı, insanlar ve toplum, gece gündüz korku ve dehşet içinde yaşardı. Tüm adımlarını korku ve sessizlik içinde atardı. Çünkü başlarına ne zaman, nasıl, ne geleceğini bilmiyorlardı. Bu harabe durumda, an be an toplumun özünü yıkıyor ve insanları hayrete düşüren dikkat çekici olaylara sebep oluyordu. Bu ülkenin bu kadar nitelik ve özellikleri olmasına rağmen, Şîrîn, özgürlük için mücadele etmeye karar verdi ve bu hastalıklı sisteme karşı bir isyan başlattı ve ateşten bir yolculuğa çıktı. Yolu dumanlı tozlu, engellerle doluydu ama yüreği büyüktü. Şüphesiz o, hakikat yolunda yürüdü. Kendine bir hakikat yolculuğu olarak gören bir yolda yürüdü. Yürürken asla arkasına bakmadı ve boynunu eğip arkasına bakmak istemedi.
Uzun bir aradan sonra yine Tahran şehrindeydi, kalabalığın içinde yavaş yavaş yürüyordu, fazla etrafa bakmıyordu, bir süre yürüdükten sonra aniden durdu, derin bir nefes aldı. Bu sefer etrafına dikkatlice baktı, yüzlerce kadın gördü, hepsi siyah çarşaflar içinde, sadece gözleri görünüyordu. Nefesleri, yüzleri, dudakları, yanakları, kaşları, gülümsemeleri, gülümsemeleri ve dişleri gizlenmiş, kaybolmuş veya esir alınmıştı. Ya da yitirilmişti. Hepsi birbirine benziyordu, hepsi birbirinin aynısıydı, aynı yürüyorlardı ve tek renk, tek bakış. Acı çeken bakışlar, asılan bakışlar, yasaklanan bakışlar, esir alınmış bakışlar ve zulmün boyunduruğu altında ezilmiş bakışlar. Aralarında hiçbir özellik, fark yoktu. Şirin, kimsenin duyamayacağı alçak bir sesle kendi kendine şöyle dedi; “Bu çarşafın altında bütün eşsizliğimizi, yeteneğimizi ve güzelliğimizi kaybediyoruz. Yani aynı fotoğrafta aynı renkteyiz. Bu ülkede özerkliğimiz yok. Bu sistem, ruhlarımızın ve doğamızın katili haline geldi.”
“Ben Şîrîn, bir Kürt kızı, dili, gelenekleri, tarihi egemenler tarafından yok sayılan bir kız. Maku şehrinin Demkislak köyünde doğdum. 1984’te doğdum. Yani Kürt diriliş yılında doğdum, bende bir kürt çocuğu gibi Kürt kültüründe doğdum, tüm acılara, ıstıraplara tanık olmuş bir köyde gözlerimi açtım. Doğduğum gün kaderim belliydi; acı, keder, inilti, göç ve ölüm. Bütün bunlar benim için kader olarak tanımlandı. Hayatım bu cümlelerle şekillenecekti. Ve bu cümleler karanlık gecelerim olacaktı. Büyük bir aşiret ve kabilede doğdum, küçük yaşımda halkım hakkında anlatılan trajik hikayeleri dinledim. Her gün yenilgi, ölüm, infaz ve sürgün hikayeleri öğrendim. Annem, gözlerinde yaşlarla, ağlamaklı sesiyle,halkımın yenilgi tarihini anlatıyordu. Küçük yaşta Rabia, Asiye ve Yaşar Hanım’ın isimlerini duydum. Onların adı benim için bir kimlik, bir kişilik ve gelecek oldu. Özellikle Rabia Hanım’ın tecrübesi, kalbime bir ok gibi saplandı. Kahramanlığı, vatanseverliği benim için kutsal kitaptan bir ayet oldu. Direnişinin anlamı ve amacı hakkında pek bir şey bilmiyordum. Ama o küçük yaşta en büyük hayalim annemin Rabia gibi güçlü bir kadın olmasıydı. Özellikle annem soğuk kış gecelerinde Rabia Hanım’ın hikayesiyle içimizi ısıtırdı. Annem adını söylerken derin bir iç çekerdi, gözlerinden yüz yıllık bir acı akardı. Ara sıra biz fark etmeyelim diye, boncuklarla süslenmiş leçeğiyle gözlerindeki yaşları silerdi. Annemin gözyaşlarına pek bir anlam veremiyordum. Sonradan anladım ki annemin gözyaşları; kayıp bir tarihin göz yaşı, birçok yoksulun ve ezilenin göz yaşıydı. Kürt kadınının çaresizliğinin gözyaşları, ağır bir yenilginin gözyaşlarıdır. Rabia Hanım, Agirî isyanı ve savaşı başladığında halkının zaferi için ayaklanan ve diğer isyancılara katılan Hesik Teli’nin arkadaşıydı.
Hesik Teli, cesareti ve yiğitliğiyle Pers ve Türklere karşı savaşa öncülük eder. Aynı zamanda Rabia Hanim da dişi aslan gibi savaşır ve Kürt tarihinde yeni bir sayfa açar. Bu İran-Türkiye savaşı sonucunda Rabi Hanım ile çocuğu ve eşi Hesikê Têlî şehit olur.
“Annem, bu cesur kadının deneyimini, kahramanlığını bu yatıştırıcı sözlerle bitirirken, gözlerimin içine bakardı ve sanki ‘kızım anladın mı?” der gibiydi. ‘Ben de anladım anlamda yavaşça başımı sallardım. Neden bilmiyorum, annem bana özellikle cesur kadınların hikayelerini anlatırdı. Sürekli hikayelerini tekrarlardı. Birçok gece başımı yastığa koyup uyumadan önce kendi kendime ‘Annem neden hikayelere konu olan kadınlar gibi değil’ diye sorardım. Çünkü gerçekten annemin Rabia Hanım gibi hikayelere konu olmasını istiyordum. Ama o yaşta sorularıma cevap bulamadım. Yani sorularım cevapsız kalırdı. „
Sorgucu aniden gitti. Şîrîn verandada yalnız kaldı. Düşünmek için bir fırsat buldu. Bedeni bitkin, güçsüz olsa da beyni, hafızası canlıydı. Bu sefer üç sorgucu içeri girdi. Onlardan biri bir sandalye alıp Şîrîn’e yakın bir yere bırakıp oturdu. Tehditkar bakışlarla Şîrîn’e baktı. Konuşmadan oturduğu yerden kalktı, bütün gücüyle Şirin’in karnına vurdu. Öyle bir vurdu ki Şîrîn birkaç dakika kendine gelemedi, ne yaparsa yapsın acısı hafiflemiyordu. Başını saran, bitmeyen bir acı, vücudunu sarmıştı. Burnundan bacağına birkaç damla kan damladı. Şîrîn, bunca yaşında ilk defa böylesine vahşi bir tekme görmüştü. Anladı ki bu tekme onu öldürmek için atılan bir tekmeydi. Biraz kan olsa da tekmenin ağrısı yatışmıştı ve Şîrîn biraz nefes alıyordu. Sorgucu sandalyesini biraz daha Şîrîn’in yanına götürerek, gözlerinin içine dik dik bakıyordu. Nazenin bir kız, bir Kürt kızı, bir ceylan gibi nazenin ve güzel bir kız. Sadece Kürtçe bilen bir kız. Sadece birkaç Farsça cümle biliyordu.
Ceylan gözlü, eşsiz kız Şîrîn. Şimdi elleri ve ayakları bağlı, yüreğinden bir okla vurulmuş bir ceylan gibi çaresiz ve yaralıydı.
Şîrîn: “Hayır, yalan değil. Ben özellikle kadınların hakları için mücadele ediyorum. Ama ben yasa dışı bir şey yapmadım. Yaptığım hiçbirşey böyle değil. Ben hala anlamadım , hangi sebeple , neden burada esir tutuluyorum? Ben neden buradayım? Siz neden böyle dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş zulmü yapıyorsunuz bana? Siz bu işkenceyle nereye varmaya çalışıyorsunuz? Ama şunu iyi biliyorum ki, bana sorduğunuz sorular hakkında hiçbirşey bilmiyorum . Siz beni öldürmek istiyorsunuz. Siz beni dar ağacında asmak istiyorsunuz.”
Kaynak: Özgürlük Güvercini Kitabı / Ahmet Bilok