HABER MERKEZİ
Düşman gerçeği üzerinde çok durulmuştur. Hemen bütün planlama çalışmalarına bir doğru düşman değerlendirmesiyle giriş yapılmıştır. Yine yaparız, yapacağız da. Düşmanın tarihini, güncel olarak dayandığı ulusal düzeyi; ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi, hatta askeri durumu; bununla birlikte uluslararası ilişki ve çelişkileri hususlarında değerlendirmeler fazlasıyla yapılmıştır.
Temelde savaştığımız baş çelişki Türk sömürgeciliğidir. Sömürgecilikten de öteye, ulusal imha siyasetidir ve onun tarih boyunca her türlü uygulamasıdır. Baş çelişki budur. Düşman bu çelişkiye her dönemde belli bir içerik ve biçimle gerçeklik kazandırmış ve üzerimize kusturmuştur. Büyük Türk egemen boylarının Kürdistan’a ve Anadolu’ya vuruş biçimlerinden tutalım en son 12 Eylül rejiminin ve onun günümüzdeki uzantılarının vuruş biçimlerine kadar hepsini az çok anlattım. Bu düşman nedir, kimdir? Nereden geldi, amacı nedir? Bütün bunlar gösterilmiştir. Partinin en kapsamlı çözümlemeleri bu konularla ilgilidir.
Türk egemenlik sisteminin ekonomik, sosyal, ulusal içeriği, ahlaki yanı kadar, yine onun sahipleri nasıl biçimlenmiş, nasıl bir vuruş tarzına sahip, bütün bunlar gösterilmiştir. Tarih boyunca barbarca yaklaşımlarının, uygulamalarının nasıl olduğu gösterilmiştir. İslamiyet ile bağlantısından tutalım bugün emperyalizm ile bağlantısına kadar veya kapitalist-emperyalist sistemle bağlantısından tutalım insan görünümlü emperyalistliğine kadar değinilmiştir. Bunlar Manifestomuzdan tutalım en son çözümlemelerimize kadar hepsinde yer almıştır. Bunları tekrarlamanın anlamı yoktur. Daha yakın günlerde incelediğimiz cumhuriyetin kuruluşu, dönemeçleri de değerlendirilmiştir. Yine 12 Eylül de çok kapsamlı değerlendirilmiştir.
Mevcut duruma, güncel duruma bir-iki değinmede bulunursak ne belirtilebilir? İkinci cumhuriyetten bahsediyorlar. Bu ikinci cumhuriyet 27 Mayıs ile mi başladı, 12 Mart ile mi, 12 Eylül ile mi başladı belli değil. Belli olan nedir? Cumhuriyetin tıkanması gerçeğini dile getiriyorlar. Gerçekten cumhuriyetin politik sistemi bütün alt yapısıyla, üst yapısıyla toplumu tıkamış, bunalıma sevk etmiştir. Bunalım derindir, ancak özel savaş yöntemleriyle ayakta durabilmektedir. Ekonomik konularda da tam bir vurgun, soygun politikası takip edilmektedir. Enflasyon en üst boyuttadır. Yine onun doğal bir sonucu olarak sosyal bunalım, ahlaki bunalım içinden çıkılamaz, tarihte eşine rastlanmaz bir durumdadır. Uluslararası alandaki büyük alt üst oluşu anlamaktan uzaktır. Bundan etkilenmemek için en çağ dışı politikalara dayanmıştır.
Şunu her zaman belirttik; gerek iki sistem arasındaki dengeyi kollayarak TC’yi şekillendirmeler, gerekse bu sistemin günümüzde aşılmasıyla içine girdiği statüko ancak çok ileri düzeyde bir şovenizm ile mümkündür. Türk şovenizminin hiçbir ulusta görülemeyecek kadar topluma egemen kılınmak istenmesiyle mümkündür. Bu da bir aşiret şovenizminden daha şovence oluyor. Bunun çağdaş ulusçulukla hiçbir ilgisi yok. Fakat halen eski dengeleri kullanarak, özellikle Sovyet çözülüşünden sonra “Türki” söylemini geliştirerek, Avrupa’nın, Amerika’nın nezdinde puan toplamak istiyor. Ne kadar olmayacak bir dua, gerçekleşmeyecek bir amaçsa da, bununla oyalamaya çalışıyor. Buna pragmatik politika diyorlar, fakat günü birliktir ve günü ne kadar kurtaracağı da belli değildir. Hükümetler dış güçlere yamandıkça yamanıyorlar. Bu anlamda çok açıkça belirtebiliriz ki, bu hükümetler tipik özel savaş hükümetleridir. Bu politikalarla şekillenen hükümetler, ancak özel savaş hükümetleri olabilir. Kesinlikle yarını kurtarma diye bir sorunu yoktur. Hatta geçmişi gözden geçirme diye bir sorunları da yoktur. Mevcut hükümetin başı olan Demirel’e bakalım; bütün hüneri birkaç ayı, o da olmadıysa, birkaç günü kurtarmaktır. Bir “beş yüz gün” sözünü ağzına almıştır. Bırakalım bu beş yüz günü kurtarmayı; muhalefetin bile söylediği gibi, daha da fazla batırmaktan öteye gidememiştir.
Gerek 12 Eylül’ün bütün hükümetleri olsun, gerekse onunla biraz çelişerek başa gelen Demirel-İnönü hükümeti olsun, önlerine koydukları temel hedef; “terörü” birinci plana alıp ezme hedefiydi. Yani ulusal kurtuluş mücadelesini ezmeyi hedefliyorlardı. Ana hedef bu olunca, hükümetin bütün olanakları buna göre seferber edildi. Bu ne anlama gelir? Kendileri buna Olağanüstü Hal Yönetimi dediler, sıkıyönetim dediler, Özel Savaş Dairesi’nin işe karışması dediler. Eyleme de özel savaş dediler.
Özel savaş hükümetlerini, normal hükümetlerden ayırt etmek gerekir. Kapsamlı politik ve ekonomik hedefleri olmaz. Lafı çok iyi bilir, ebediyete kadar yaşarız denir, ama tersi söz konusudur. Günü kurtardıysa ne mutlu ona. Bir de geçmişle çok övünür. Fakat geçmişi kendisine bela olmuştur. Ağır bir yük teşkil eden tek bir konumuna bile gerçekçi yaklaşamaz. Aslında geçmişi de, geleceği de tükenmiş bir anı ifade ediyorlar. Özel savaşımın dayandığı siyasi durum, geçmişten de, gelecekten de umudu kesmiş; günü kurtarmayla uğraşan bir durumdur. Bu, her şeyin savaşla belirlenmesi anlamına gelir. Bu özel savaşı kazanmadan, hiçbir şeye el atamayız derler. Nitekim bakanlarının da her gün söyledikleri budur. Örneğin, Sağlık Bakanı, daha dün, “Terör kesilmezse, sağlık sorununa hiçbir çözüm getiremeyiz” dedi. Sanayicisi de, tarımcısı da bunu söyler ki, bunlar anlaşılır sözlerdir. Başbakanı da gelir, “Terörü önleyin, devletinize sahip çıkın, size daha sonra ilgi gösteririz” der. Dikkat edilirse, bu yaklaşımla da her şeyi mevcut özel savaş hedefine bağlama var. Özel savaşı başarma istemi var. Eğer başarmazlarsa, bu hükümet kısa bir dönem içinde yıkılır.
Mevcut hükümetlerin yıkılış mantığına bakalım. Evren-Özal direniyor. Çünkü bunlar halen özel savaşın yönetimini devretmiş değiller. 1980’lerden itibaren ağırlıklı olarak bunlar yönetiyor. Özal’ı indirmeyi istediler. İndirmek şurada kalsın, tehdit etmesini dahi bilmiyorlar. Evren gerçek bir cumhurbaşkanı gibi perde arkasındadır. Emekli generaller, ordunun doğal sahipleri gibiler. Günümüzde bu daha çok böyledir. Çünkü özel savaşın ağırlıklı sorumluluğu bunlardadır. Hatta Demirel-İnönü’yü de özel savaş kullanıyor. Bunlar biraz popülist; birisi sosyal demokrat görünerek, diğeri de köylü kasaba üslubunu kullanarak, ANAP’tan, 12 Eylül’den soğumuş halk kitlelerini özel savaşın dayanağı haline getirmek istiyorlar. Nitekim sözümona “teröristlere” karşı eylem yapın dediklerinde, “En Büyük Türkiye, Kahrolsun PKK! Kahrolsun APO, Yaşasın Polis, Yaşasın Atatürk!” diye slogan attırıyorlar. Aslında kimse bu sözcüklere anlam vermiyor.
Türkiye’deki özel savaşı biraz yakından inceleyenler görecekler ki, Demirel ve İnönü’den beklenen, mevcut kitleyi özel savaşın emrine sokmaktır. Nitekim onlar da hükümeti bu temelde kullanıyorlar. Özel savaşın verdiği görevlerin gereklerini yerine getiriyorlar. Demirel-İnönü hükümetinin bir tanımı yapılacaksa, şu belirtilebilir; generallerin, ANAP-Özal sivil klik öğesinin yetmezliğe düştüğü yerde, artık götüremiyorum dediği, kitlelerin de artık meşru kabul edemeyiz dediği yerde, devreye sokulan hükümettir. DYP ve SHP’den meydana gelen bu oluşuma da koalisyon deniliyor. Daha çok da kitlenin devletten kopuşmaya doğru gittiği, özel savaşın karşısında dikilmeye başladığı anda, yasaklı olmalarına rağmen yasakları da kaldırıldı. Çünkü kullanılmak durumundadırlar. Gelin hükümet kurun dediler. Kitleyi ne kadar aldatırlarsa veya özel savaşa ne kadar gerekli olurlarsa o kadar tutacaklar. Nitekim bunu Demirel de, İnönü de çok iyi görüyor ve bunu benimsiyorlar. Demokrasi maskesi altında “terörü yeneceğiz, terörü ezeceğiz” diyorlar.
Piyasaya verdikleri para da az değildir. Bununla köylüleri, işçileri aldatıyorlar. Uluslararası politikada yaptıkları da şovenizmi körüklemektir; Kıbrıs sorunuyla, Bosna-Hersek, Türki Cumhuriyetler sorunlarıyla tümüyle şovenizmi körüklemektir. Burada da özel savaşa hizmet esastır. İçerde halkın ağzına bir parmak bal çalmak esastır. Ertesi gün halk yine zorlanacak, fakat bir parça bal daha verirler. Fakat toplum da çok iyi bilir ki, yarını bile güvence altında değildir.
Esas itibarıyla iktidarı yöneten kuvvet askeri güçlerdir, onun özel bölümleridir, istihbaratıdır. Asker ve sivil emniyet güçleridir ve bunun birçok başka özel savaş kolları var. Korucular, aşiretler, Hizbullah vb. çeşitli kolları sürekli geliştirirler. Ne bulabilirlerse onu devreye sokarlar. Ve her zaman “terör zayıflıyor, önlendi, bitmek üzere” laflarını ağızlarından düşürmüyorlar. Temel beklentileri budur. Bu da bu hükümetin “büyük” ufkunu gösteriyor ya da kendisine biçimlenen rolün ne olduğunu gösteriyor. Bunun propagandasını yapacaklar; bunun kitleleri aldatma rolünü oynayacaklar, diplomasi yönünü oynayacaklar; ekonomik ihtiyaçlarını giderecekler. Hükümetten beklenen budur. Gerisi özel savaşın vurucu aygıtlarının işidir. Komploculuktan tutalım uşaklarına kadar, katliamından tutalım sahte sol, reformist işbirlikçi Kürtçü yaratmaya kadar özel savaşın işidir. Hükümetler sadece birer figürandır.
Somuta baktığımızda Türkiye’de gerçekleşen budur. Kürdistan’da gerçekleşen özel savaşın bir biçimidir. Bir diğer yönünü daha iyi anlamak gerekir. Özel savaş, mantığı gereği kısa sürede sonuç almakla, ancak ayakta tutunabilecektir. Süresi uzadı mı, bu onun için yenilgi demektir. Bir özel savaşa verilecek en iyi karşılık, onu uzun vadede gittikçe yıpratan bir tarzda ele almaktır. Özel savaş eğer yıpratılmaz, biraz başarı kazanırsa çok tehlikeli bir durum alır. Fakat durakladı, gelişim kaydetmedi mi bilin ki o özel savaş çürür. Ve karşı taraf, devrimci cephe, devrimci savaş eğer gerçekten zafer çizgisinde yürüyorsa başarısı kaçınılmazdır.
Bizim karşımızdaki savaş, herhangi bir savaş değil, özel savaştır. Veya çerçevesi belli, biçimlenişi belli bir savaştır. Diğer biçimlerle, Vietnam ile, Çin ile karıştırmamak gerekir, Latin Amerika ile, Afrika ile karıştırmamak gerekir. Kendine özgü yanları var. Bu özel savaş başlangıçta gizliydi. Türk sisteminin her zaman bir özel savaş yanı vardır ve her zaman gizli bir yanı vardır. Ama bu, günümüzde oldukça açığa çıkarıldı. Açığa çıkartılması, savaşımızın gelişim düzeyinin bir ifadesidir.
Mevcut haliyle özel savaş, hükümetin de, meclisin de, muhalefetin de emrinde olduğu, işbirlikçi Kürtlerin, Barzani-Talabanilerin de emrinde olduğu bir savaştır. Bu çok önemlidir. Yani sivil hükümet emrinde, sivil muhalefet emrinde, işbirlikçi Kürtçü emrinde, önemli oranda tasfiye olmuş sol emrinde… Özel savaşın mantığı gereği, işbirlikçi Kürtçünün, solcunun her zaman devletin emrine girmesine gerek yoktur. Ama özel savaş döneminde irtibatları gelişir. Nitekim TKP geldi, emirlerine girdi; Barzani-Talabani geldi, onlar da emirlerine girdiler. Bunlar değişik politikalardır. Ancak özel savaşla izah edilebilir.
Özel savaş sık sık yöntem değiştiriyor, ilişki değiştiriyor, şantaj yapıyor, taviz veriyor. Diplomasiye bakın; yalnız Suriye sahasına uygulanan diplomasiye bakın. “Sana su veririm, para veririm, sen de PKK’ye şöyle tavır al” diyor. Hatta Dışişleri Bakanı bunu söylerken, belki de bu gerçeği fark etmeden söylüyor. Karşı taraf da “Bizim sahamızda PKK’yi, APO’yu böyle değerlendirmeniz anormal bir durum. Bizim sahamızı böyle değerlendirmeniz gerçekçi değildir” diyor. Doğru da. Karşı tarafın özel savaşı yaşadığını dahi idrak edemiyor, normal bir hükümet sanıyor. Karşısındakinin özel savaşın Dışişleri Bakanı olduğunu kavrayamamıştır.
Bütün bunların yanı sıra şovenizmi körüklemek isteyen TC, Bosna-Hersek’e sarılacak. Kıbrıs artık işine gelmiyor, yeni bir kahramanlık biçimi gerek. Bosna-Hersek, Azerbaycan kahramanlığına ihtiyacı var. Bütün bunlar özel savaş politikalarının göstergeleridir. Ekonomi de öyledir, tipik bir ekonomik yönetim var. Her gün skandal üstüne skandal yaşanıyor. Hepsi de skandal yaratmış; eskileri de, yenileri de. Birbirlerinin skandallarını, birbirlerine karşı koz olarak kullanıyorlar. Yaşamdaki diğer bütün uygulamalar da böyledir.
Demek ki fazla geleceği olmayan, tarihe en gerici bir tarzda yaklaşan ve günü kurtarmak için yapmadığı demagoji, baskı, satılmadık yanı kalmayan bir hükümet biçimiyle karşı karşıyayız. Veya hükümet biçimi de demeyelim, bir özel savaş gerçeğiyle karşı karşıyayız. Meclise de özel savaş meclisi; hükümete de özel savaş hükümeti diyeceğiz. Doğru değerlendirme budur. Niteliklerini sıralarken, değindiğimiz bir konu da şuydu; bu tip savaşım hükümetlerinin veya savaşım güçlerinin kısa sürede başarılı olmaması halinde, tersi sonuçlara yol açmaları söz konusudur. Bu tip yönelimlerini, politikalarını kısa sürede başarıya götüremezlerse, başarısızlığa uğrarlar. Her ne kadar bu özel savaş hükümeti veya özel savaş rejimi tam başarısızlığa uğramamışsa da, tam başarılı değilse de, tam başarısızlığa uğradığını da belirtemeyiz. Başarılı değil, fakat başarıdan umudu kesmiş de değil.
Özel savaş halen başarılı olacağına dair inatçıdır. Özellikle generaller çok inatçıdır. Çünkü generaller şunu iyi biliyorlar; özel savaşın başarısız olması, bin yıllık egemenliklerinin yerle bir olması demektir. O anlı şanlı generaller, paşalar edebiyatının bir daha dirilmemecesine sönmesi demektir. Mevcut siyasi parti sisteminin felç olması demektir. Bu hükümetlerin dayandığı bütün parti sistemleri, anayasası yok olur gider. Onun holdingcileri, tekelcileri var. Onların da iktidarlarının, çıkarlarının yerle bir olması demektir. Yine Kürt işbirlikçileri var; onların da tarihin en lanetli kesimleri olarak her şeyini en acı bir biçimde kaybetmeleri demektir. Bu nedenle hepsi birleşiyor. Hem birbirleriyle dalaşıyorlar, hem birleşiyorlar. Savaşı kaybetmenin, herkesin kaybetmesi olduğunu söylüyorlar. Bir özel savaş yetkilisi şunu söyledi; “Birbirimize girmemize hiç gerek yok. Bu gemi batarsa hepimiz yerin dibine gideriz.” Bu doğru bir değerlendirmeydi. Onun için kimse kimseyle fazla dalaşmadı. Sözümona gemiyi kıyıya sağlam vardırmak istiyorlar. Dolayısıyla özel savaşın kendisini çok iyi korumak isteyeceği anlaşılırdır. Tam başarılı olmasa da, başarıdan umut kesmediği anlaşılmalıdır. Fakat kendini rahatlıkla yürütebilecek, götürebilecek bir rejim olmadığı da kavranılmalıdır. Çok çelişkili, çöküş emareleri taşıyan, kitlelerin aldatılmasına ve bastırılmasına dayanan, hatta müttefiklerinin bile aldatılmasına dayanan, demagoji yönü büyük, saptırma yönü gelişkin tersyüz etme bu nedenledir. Rüşveti, torpili çoktur. Toplumsal ahlakla sonuna kadar oynanması bu nedenledir. Ve bu şekilde götürülmek isteniyor.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan