HABER MERKEZİ
Dünya, ulus devlet siyasetinin kendi sınırları içinde tıkanmışlığını ve devletsiz kadını, halkları, inançları, doğayı, yeri, göğü devlet iktidarına kurban eden siyasetlerle nasıl yönetildiğini; dünyadaki sivil hareketlerin bu politikaları artık ikna edici bulmamakla birlikte alternatifi olan demokratik özerkliğin yaşama geçirme aşamasına geldiğini anlatmaya çalışacağım. Ulus devlet iflas ederken dünyaya kendi iflasıyla birlikte geri dönüşü olmayan bedeller ödetmektedir. Bu noktadan hareketle devleti ele geçirenlerin kendi ulusundan saydığı insanları da iktidarlarına feda ettiklerini somut örneklerle tartışmaya açacağız. En çıplak haliyle kadın ve erkeğe biçtiği rolü ‘Sen refah içinde yaşayasın diye dünya ile kavga ediyorum. Sen asker ol, sen de milletine asker doğur, hesap sorma, hak hukuktan söz etme, düşmanın ekmeğine yağ sürersin, suçtur’ diye özetleyebileceğimiz devlet; toplumu ruhsuz, cansız bir varlık olarak ele almaktadır. Bu nedenle devleti eleştiren birçok görüş ortaya çıkmıştır. Filozoflara bakıldığında iki ayrı görüş üzerinde tartıştıkları görülüyor. Birinci görüşün temsilcilerine göre devlet doğal bir varlıktır. Doğadaki düzenin bir devamı olan devlet tıpkı diğer canlılar gibidir, büyük bir organizmadır. İkinci görüşün temsilcileri ise devletin yapay bir varlık olduğunu savunur. Bu görüşü öne sürenlere göre insanlar kendi aralarında uzlaşarak toplumu ve devleti meydana getirirler.
Belki animizm(canlıcılık) ve neolitik kadın devrimini açmayacağız; ama her iki görüşün de dayanağını bu dönemlerden başlayarak günümüze kadar tartışıldığı bilinmektedir. (Bu aynı zamanda tarihin, egemenlerin yazdığı gibi bıçakla kesilmediğinin de göstergesidir). Sadece birinci ve ikinci görüş tarihleri arasına baktığımızda bile doğal bir varlık, canlı bir organizma olarak ele alınan devletin nasıl cansız, ruhsuz, yapay bir varlığa dönüştürüldüğünü görebiliyoruz. Yine en olumsuz örneğinde devleti yapay bir varlık olarak ele alan filozofların belirttiği ‘insanlar kendi aralarında uzlaşarak devleti meydana getirirler’ görüşüne bile bugün ulus-devlet pratiğinde uyulmadığını görüyoruz. Merkeziyetçi politikalarla oluşturulan yönetim modellerinin ‘ya bununla övün ya da itaat et’ olarak topluma dayatıldığı ortaya çıkmaktadır. Bunun üzerine tek tanrılı dinler, erkek egemen pozitivist bilimcilik, militarizm, ırkçılık, cinsiyetçilik, işgal ve ambargolarla yapaylığın yükseldiği dönemleri eklenmeyi de göz ardı etmemek felaketin boyutlarını izah etmek için önemlidir.
Tarihte kadını görünmez kılan iktidar sistemi, yine sivil dinamiklerle yıkılan efendi, ağa, kral, paşa, sultan, imparator, sistemlerinin yükselme-duraklama-çöküş döneminin en sonuncusu ulus devlettir. Ulus devlet, tarihsel olarak kendinden önce yıkılan tüm sistemlerin iktidarcı tecrübelerini görünmez kılarak kendinde toplayan ve uygulayan bir yapılanmadır. Ruhsuz, cansız kapital finansın taşeronu, erkek egemen emperyal patlaması olan ulus devletin yöneten ve yönetilenler sisteminde iflas ettiği artık toplum dinamiklerince çok ciddi olarak tartışılmaktadır.
Yine bu sistemin militarizmle anti-toplumcu tekelciliği yaratması da tesadüf değil. Sosyolojinin sermaye iktidarının tekelini ve her koldan düzeni korumak için tez üstüne tez hazırlayıp toplumbilimcilik yapması da tesadüf değildir. Pozitivist bilimler, ulus devlet kılığında tanrının yeryüzüne inmiş halini yarattı diyen Hegel’in o dönemdeki söylemi de tesadüf değildir. Bununla kalınmadı, İngiliz sosyal bilimci, Fransız sosyal bilimci gibi ulus devlet bilimcileri üretildi. Felsefe devrimi ve aydınlanma esasta kadından çalınan özgürlüğü 17. ve 18. yüzyılda bilim adı altında egemenlerin ihtiyacını karşılama kurallarına dönüştürüldü.
Ulus devlette somutlaşan yapay mekanizma, toplumda yükselen itirazlarla iflasın eşiğine gelmiştir. Bu sistem, merkeziyetçi politikalarının iflası karşısında kendini yenilemek için toplumda yükselen itirazları alternatif gibi görünen yönetim sistemleriyle gidermeye çalışmıştır. Bu anlamda pek çok farklı yol yöntem denemiş, tartışmaya açmıştır. Bunlar, toplumun geliştirdiği itirazlar sonucunda ortaya konulmuş olmalarına rağmen, toplumlara ilişkin olmaktan çok devletlerin kendisi için kendi içinde geliştirdiği çözümler olmuştur. Yani yapaylığı, mekanikliği aşan sistemler olmamıştır. Aslında denilebilir ki mevcut devlet sisteminin ömrünü uzatmaya dönük geliştirilmiştir. Hatta devrimlerle gelen sosyalist modeller bile son tahlilde aynı noktaya düşmüştür. Bu sistemlerin nasıl geliştirildiğine, tıkanma noktalarına ilişkin tartışma ayrı bir yazının konusu olabilir. Bu yazıda ele alacağımız demokratik özerklik çözümü, bahsedilen modellerin ötesinde devletin değil toplumun ömrünü uzatan bir alternatif sistem inşası olarak ele alınmaya çalışılacaktır. Demokratik özerkliğin neden bir ihtiyaç olarak ortaya çıktığını da bu noktadan bakarak anlayabiliriz. Demokratik özerklik, tam da bu yapaylıklara karşı çıkan, mekanik veya tanrısal devlete devredilen yaşamsal sorumlulukların yerellere yani toplumun kendisine devredilmesini inşa etme sistemidir.
Demokratik özerklik bu sisteme alternatif olarak, sorumlulukların ruhlu, canlı yerel dinamiklere ve toplumun yarısı kadınla paylaşılmasını inşa eden bir yaşam sistemidir. Ulus devletin güven yitirdiği bir dönemde bin yılları alan bir sürede inşa olmuş mevcut devlet sistemini, egemenlerin yaptığı üzere bıçakla keser gibi kesip atamayacağını bilerek, kurumsal olarak reddetmeden, toplumları birbirine kırdırtmadan birlikte yaşamı ören kadınların sistemi olarak ele alınmalıdır demokratik özerklik. Bu anlamda sadece bir yönetim modeli değil, tekçi- kutuplaştırıcı homojen ulus anlayışının yerine devletten bağımsız tanımlanan demokratik ulusun inşasıdır. Daha az devlet, daha çok toplum ilkesiyle hareket eden, demokratik ulus birlikteliği ve demokratik konfederal sistemle birlikte yaşadığı doğayı (toprak, su, bitki, hayvan…) talan etmeden, kendini en yerelden ören canlı bir yaşam biçimidir. Kadınların komşusuyla ve komşunun komşusuyla nasıl yaşayacağına, toplumların özgür iradeleriyle karar verdiği komünal bir sistemdir. Bu komşuluk sadece ev komşuluğu ve mahalle komşuluğu değildir. Ayrıca halkların, inançların, kültürlerin, toplulukların komşulukları, nasıl bir birliktelikle yaşayacaklarına ortak karar verme sistemidir.
Bu sistem, demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü bir inşada kadının kendi söz ve kararlarını halkların ve inançların yarısı olarak almasını yani bağımsız özgün kadın örgütlenmesini toplumsal sözleşmeyle teyit eden bir sistem olarak ana hatlarıyla ortaya çıkmıştır. Bu sistemin ihtiyaç boyutları da kadının bağımsız örgütlenmesiyle, ekonomi, siyasi, sosyal, diplomasi, hukuk ve insan hakları, ekoloji, medya, halklar ve inançlar, dil ve eğitim, kültür, yerel yönetimler, şiddetle mücadele ve öz savunma olarak şekillenmiştir.
Ulus devlette somutlaşan sistem yapay bir mekanizma olarak kağıt üzerinde veya makam odalarında kalmamış, o odalarda yazılıp çizilenler bütün toplumsal yaşamı etkilemiş, şekillendirmiştir. Bu bakımdan kavramsal-kuramsal tartışmayı, kurum- sal-örgütsel tartışmadan ayrıştırmadan ele almak, bu zihniyetin nasıl işlediğini ve yerleştiğini görmek açısından önemli. Yukarıda da belirtildiği gibi yapay ulus devlet anlayışıyla dünyayı parselleyip babadan oğula geçen bir miras gibi başbakandan başbakana devreden bir yönetim anlayışı ortaya çıktı. Tüm sınırlar mayın, tel örgülerle insanlığa kapatıldı (hatta içte de haritalarla il, ilçe sınırlarını çizerek, kara mayınlarını yaygınlaştırarak sınır olgusunu meşrulaştırıp, normalleştirdiler). Devletler kendi iktidarları için birbirlerine düşmanlık beslerken, sanki halklar, halkların düşmanıymış gibi kitle imha silahları üretildi.
Ulus devlete karşı insanlığın ve kadın hareketlerinin ortaklaşa mücadele edip çıkardığı sayılamayacak kadar çok sözleşme ve inisiyatif kabul edildi. Ancak bu sözleşmelere yol açan tüm ihlalleri yapan ulus devletler, dünyayı ele geçirmiş gibi birbirini destekleyerek kendine göre çekince koyma, kılıfını değiştirme konusunda; yine birbirlerine toplumları, kadınları, göçe zorlananları, toplumsal dinamikleri ikram ettiler, şantaj olarak kullandılar. (2015, G20 Antalya toplantısında mültecilerin açık bir pazarlık unsuru olarak kullanılması bunun bariz göstergesidir). Ulus devletler bir daha bu ihlalleri yapmayacaklarına dair sözleşmeleri imzalamalarına rağmen bu sözleşmeler binlerce kez ihlal edildiğinde AİHM, BM gibi kuruluşlar aracılığıyla sadece uyarı, kınama cezası gibi yaptırımlar uygulandı, engelleyici hiçbir yaptırım ortaya çıkmadı. Açığa çıkan şudur ki bu sözleşmeler yereller tarafından uygulanmayıp devletlerarası sözleşmeler olarak kaldığı sürecemerkezden yönetme nasıl başarılı değilse bunlar da başarılı olamaz, uygulanamaz, denetlenemez. Tersine bu sözleşmeler, ulus devleti yeniden cesaretlendiren, ömrünü uzatan araçlara dönüşür. Nitekim dönüşmüştür de. Ulus devlet olan Türkiye de tüm bu sözleşmelerin imzacısı olmakla birlikte, bütün yaşam merkeziyetçi ve tekçi bir sisteme göre kurgulanmıştır.
Erkek egemen sistem nasıl ki aileyi de erkekten erkeğe devreden bir sistemle yönetiyorsa şehirleri de aynı zihniyetle yönetmektedir. Ankara, merkezden atanan kişilerle; illeri validen valiye, ilçeleri kaymakamdan kaymakama, devreden belde ve köyleri şehirlerin çöplüğü olarak kullanan bir yönetim şeklini yasallaştırmıştır. Yerellerin ekonomisine el koyarak holding, bölge bayiler, şubeler açıp kapital finansın taşeronu olarak tüm yerleşim alanlarını devlet adına kanserleştirerek işgal etti. Eğitim, sağlık, hukuk, din, kısacası insanın en temel gereksinimleri olan barınma, beslenme, korunma da dahil her şey Ankara merkezden paydaş değil yandaş olarak uygulanmaktadır. Hangi sivil toplum örgütü mücadele edip devleti zorluyorsa (oda, birlik, sendika, dernek… vb.) aynı şekilde genel merkezi Ankara olacak şekilde il, ilçe olarak örgütlendirilip devlet sistemine dönüştürülüyor, kendisi gibi etkisizleştiriliyor. Sadece kurumsal sisteme müdahale etmekle kalmıyor devlet, her kurumu ve inisiyatifi kendine benzetinceye kadar hain, terörist, bölücü olarak ilan edip; her türlü işkence, zulüm, katliamdan geçiriyor. Hak isteyen kadınlar, aileyi parçalayan erkek düşmanı, hak isteyen topluluklar da devleti parçalayan devlet düşmanları suçlamasından kurtulamıyor. Bu anlamda devletin kendini nasıl örgütlediğini yaşamın içinde çözümleyebilmek, erkek egemenliğinin kendini toplum içinde nasıl örgütlediğini çözümlemek, toplumda yükselen itirazların daha güçlü alternatifler olarak nasıl örgütlenebileceği tartışmasını güçlendirir.
Yukarıda sıralandığı gibi demokratik özerkliğin boyutları ile uluslararası sözleşme ve inisiyatiflerle hassasiyet gösterilen konular aynıdır. Dünyadaki yerel dinamikler sözleşmeleri devletlerarası kabul ettiriyor, ancak ihlalleri yine devlet yapıyor. Bu da gösteriyor ki eğer yereller kendi özsavunma ve öz yönetimini gerçekleştirmezse egemenler toplumu yönetirken her hizmeti şantaj olarak kullanacaklar. Bu gün öz savunma ve öz yönetim alanlarında yereller sistemle özerk, paydaş olarak kabul edilmediğinden, halkın kendi güvenlik, yönetim, eğitim ve sağlık sorunlarını çözmesini illegalleştiren devlet askere emir verir gibi tüm eğitimcileri, sağlıkçıları alanlardan geri çekip, asker ve polisin de halka silah çekmesinin emrini verebiliyor. 657 sayılı memur yasasıyla sivil hizmet veren tüm kurumları militaristleştirmiştir. Militarizmin adını modern, demokrat, devlet olarak yerellere dayatmaktadır.
Genel olarak farklılıkları paydaş, değil yandaş olarak görmek isteyen sistemler, Avrupa’da; Avrupalı+anglo sakson+erkek+asker+beyaz+Hıristiyan = Avrupa ulus devletidir. Türkiye’de; Türk+Türkçe+hükümeti destekleyen Müslüman suni+erkek+asker = Türk ulus devletidir. Ortadoğu halkları demokratik mücadeleyi biraz yükseltince egemenler hemen ‘Arap baharı’ dediler ve (Ortadoğu’da erkek+asker+Müslüman+Arap = Arap ulus devleti olarak) iktidarı aynı kimlikteki başka birine devretmeyi çözüm olarak dayattılar. Sanki o mücadelenin içinde kadınlar veya başka hiçbir halk, inanç yokmuş gibi.
Kürdistan’da Bakur ve Rojava kadın devrimi, bu denklemi deşifre eden bir mücadeleyi açığa çıkardı. Erkek+asker+oryantalist+pozitivist bilim rönesansı+din+devlet ideolojisinden ibaret olan ulus devleti dünyanın önüne bir nimet olarak yasallaştırılan bu yapı teşhir oldu. Bu devrimle, dünya savaşlarında milyonlarca insanı devlet adına katleden, ölümlere katliamlara kahramanlık ödülleri veren yönetimler tartışılmaya başlandı. Kadının neolitik tarım devrimi, tarihin %98’inde var olan toplumsal komünal yaşamın bugüne kadar örgütlendikçe (toplumsallıktan kopmadıkça) devam ettiğini göstermektedir. Kadın devrimi, yine kadına biçilen misyonun, ulus devlete sürekli evlat yetiştiren ve nüfusu arttırarak güç kazandıran nüfus fabrikası olmak olmadığını gösterdi. İlk ve son sömürge olmaktan kurtulmanın ancak mücadele ederek ve örgütlenerek ortaya çıkaracağını gösterdi. Artı ürünle egemen hale gelen erkek ve tek tanrılı dinleri ele geçiren sistem kadına iki cinsel kırılma yaşatmıştır. Üçüncü cinsel kırılma bugün Kürdistan’daki mücadeleyle erkek egemenliğinin kırılmaya doğru evirildiği 40 yıllık mücadelenin toplamı olan KJA’ nın bağımsız özerk kadının konfederal örgütlenmesiyle görülmektedir.
Kürdistan mücadele deneyiminden ulus devlet ele alındığında, devletin öncelikle toplumu adaletsiz, disiplinsiz, bilinçsiz, cahil ilan etmesinin tesadüf olmadığı görülüyor. 12 Eylül 1980’den sonra ‘Sen yapamazsın, vergini ver; okul, hastane yol, su, elektriği devlet, sana getirir’ söylemiyle Türkiye bir vergi cenneti oldu. Halk hizmet talebinde bulunduğunda ise devletin sırtında yükmüş gibi en hafifinden ‘Doyumsuz, kadir bilmez’ söylemiyle aşağılanmakta. Halkların, toplulukların hak taleplerine karşı geliştirilen yöntemler de bu zihniyetle paralel gelişiyor. Örneğin Kürt Özgürlük Hareketi toplumda ciddi bir alternatif haline geldiğinde oryantalist, pozitivist akıl hocaları ‘Devleti çok kızdırmayın, alttan alın. Yoksa cinnet geçirir. Biliyorsunuz masa kurulur, devrilir.
Daha büyük katliamlar olur, ama sonra daha güçlü masalar kurulur.’ diyebilmekte. Ne tesadüf ki kadınlara söylenen de aynıdır: ‘Erkeği çok kızdırma, alttan al, yoksa cinnet geçirir… Farklı deneyimler olmasına rağmen bunlar dillendirilmez. Yani devletle erkek, hak talepleri karşısında cinnet geçirebileceklerine ve bunun yasal olduğuna dair dayatmalarda bulunurlar. Geçtiğimiz Nisan ayında parlamentodan geçen iç güvenlik paketi tam da bu halin ifadesidir. Bu devletli bakış açısı bize bir kez daha gösteriyor ki devlet sistemi çözümlenmeden ve bu sistemde kadına biçilen misyon anlaşılmadan alternatiflerin başarılı olma şansı ortaya çıkmayacaktır.
Ayşe Gökkan