HABER MERKEZİ – Babamın yaptığı bir kavga vardı. Ayakları havada, öyle oynuyordu adeta. Birisi üzerine çökmüştü. Benim büyük bir bacım vardı, bağırıyordu ona: “Ulan getir o bıçağı…” Altta, yani ayakları havada, biri bıçağı getirse bile alamaz, çünkü elleri tutulmuş. Yenilgili ruh hali, felç edilmiş kişilik, bir de bıçak istiyor benden. Silah istiyor, “getir Abdullah” diyor. Evet, benim de adımı söylemiş olabilir. Ben utandım bundan ve “böyle hiç kavga etmeyeceğim” dedim. Çok büyük başarılarım olmasa da, gücümün yetmeyeceği şeye girmedim. Gücümün yetmeyeceği şeye niye ölümüne gireyim ki?
Hâlâ hatırlıyorum, Birecik’e yürüdüğümde babamın eteğinden tutuyordum ve böyle bakmaya başladım her şeye. Korkunç görüyorum. “Bu nedir? Bu nedir?” diye soruyorum. Her şeyden başka bir şey kapıyorum. Babamın eteğinde ilk şehre girdiğimde başladı benim savaşım. Şehir sanki büyük bir dağdır ve üzerime yıkılıyor. O Birecik caddelerinde adım atmam, sanki azgın bir düşman ortamında yürüyormuşum gibiydi. Babam benim için büyük kuvvet: Beni o caddelerde yürüttüğü için.
Babam çok kötü olan birisi değildi. O da benden hayli umutluydu ve bana güvenirdi. Onun kalbini, yine en çok ben umutlu kılmıştım, ama buna rağmen sıkça ona karşı isyanlar da düzenliyordum. Yani kötü bir aile çocuğu örneği sunardım. Öyle laf anlamaz, hep kötüye oynayan, isyan eden değil, tam tersine, benden hayli umutluydu babam. Bunu da hâlâ hatırlıyorum. Bir ağacın altında, artık ona ne ilham veriyor bilemiyorum, yanındakilere işaret etti. Dedi: “Ona dokunmayın, onun alnında fetih yazılıdır.” Sanırım yine yaşam veya üretimdeki bazı faaliyetlerime bakarak söyleyebiliyor. Fazla işe gelmiyordum, ama bir işe giriştiğim zaman sanıyorum çok temiz yapıyordum o işi. Belki de onu çok etkileyen bu yönümdü. “Ve sen nereye gidersen git, fethedersin. Alnında fetih işareti var.” Hâlâ bu sözü hatırlıyorum ve yine neden söyledi, bilemiyorum. Uyuşmuyordum, böyle bir tepki süreci içindeydim. Temiz iş yaptığım kesindi, fakat çok da temkinliydim, kolay anlaşmıyordum. Ortam da öyleydi. Fazla iş yapmıyordum. Az ve öz yapıyordum. Fetih dediğin olay, işte fethediş tarzıdır.
On yaşındaydım ya da değildim daha.
Duyarlılığım vardı. Aslında çok da akıllı bir çocuktum. Hatırlıyorum, hâlâ aklımda çok iyi tutarım: İnsana dikkat etmek gerektiğini öğreniyordum… Babam, alim olmanın düzeyine, derecesine göre ölçülerini koyuyordu: “Bir sigara kağıdını” diyordu, “yastığının altına sok. Sen o yastığın işte biraz yükseldiğini farkedersen, iyi bir alim olduğunu kanıtlarsın.” Ve unutmadım, “sigara kağıdı ne kadardır? Yastığın altına sokuldu mu, “yastık yükselmiş” diyeceksin, yani farkedeceksin.” Oysa bugün kimileri için değil sigara kağıdı, yastıklarının altına kütük koysak, değiştiğini farketmeyecekler.
Benim de eskiden gücüm fazla değildi. Babam o zaman da söylüyordu, “seni takacak tek bir kişi bile yok” diyordu. Aynı şey devam ediyor bir anlamda. Evet, bir anlamda bugün de doğrudur. Tekim. Fakat babamdan da daha güçlüyüm. Bunu söyleyen adamın kendisi bir hiçti. Ben böyle olmakla birlikte, yine de bence hâlâ bildiğimden bir santim bile geri durmamışım. Yine hepsine göre güçlü durumda olan benim. Ataya-babaya göre de benim.
“Hiçbir babanın oğlu onunki gibi olmasın” derlerdi ya, benim babam da bana öyle fazla akıl verecek durumda değildi. Zaten adamı mahvetmiştim, babalığını tamamen bitirmiştim. Hâlâ hatırlıyorum, çok tembel bir İsmail vardı. Kurbanlık İsmail mi, salak İsmail mi? Babasının ilk öğüdü “öne geçme, arkada kalma, tam ortada dur” idi. Tam köy felsefesi. Bu, oğlunu uzun süre okula göndermiyordu. Baktı ki biz biraz çocukları okula gönderiyoruz, gelecek sahibi yapıyoruz, o da gönderdi. Sonradan çoluk çocuğa karıştı. Öncülüğe gelemedi.
Bütün köylülerin yaşamı kavgalı geçer. Fakat köylünün bu tarzında başarı yoktur. Halk savaşına aykırı bir durumdur. Ve bu yüzden de iç çelişkilerle birbirlerini tüketmişlerdir. Bunun diğer bir yüzü de tanrıya şükreden pasifizmdir. Bu kavgacılığın sonucu, köylü pasifizmi, onun kadere boyun eğmişliğidir.
Babam her kavgada “fırla fırla! Git böyle savaş köyün üzerinde, git böyle küfret” diyordu. Ben onun tarzını yapmadım. Ben onun gibi yapsaydım, şimdi çoktan ölmüştüm. Onbeş yaşımı bile görmezdim. Baba da bir ağadır, eski savaşı yürütmek ister.
Öyle anlaşılıyor ki, anam benim en iyi öğrendiğim okulmuş. Bu kadın köyde en çok bağırıp çağıran, kavgaya en açık, en isyancı tipti. Halen aklımda ve ben yerin dibine geçerdim. Keşke benim öyle isyancı bir anam olmasaydı derdim. Köyde ele karşı bu nasıl sıkılmıyor, nasıl utanmıyor? Nasıl bu kadar korkunç velveleye boğuyor herkesi, nasıl böyle isyan ediyor? Tabii, çocuk halimle ben yerin dibine batıyordum. Yani nasıl taktikçi olduğumun en önemli nedeni de, sanıyorum oraya bağlanabilir. Onun o isyancılığı, aynı zamanda içinde bir zayıflığı barındırıyordu, bunu görebiliyordum. Çünkü bu kadar bağırıp çağırıyor, ama tek bir başarılı sonuç alamıyor. Anama güvenmek istiyorum, ama anamın elinden fazla bir iş gelmiyor. Babam da öyleydi. Onun en büyük eylemi, çıkardı damın başına, yumardı gözünü… Nasıl küfrettiği bile belli değildi. Vır vır vır… En büyük küfürleri savururdu, gelirdi yerine otururdu. Düşmanlarına karşı en temel eylem biçimi buydu. İkisi de demek ki, beni çok etkilemiş. Ben bu büyük taktik önderlik esaslarını, onların tersini uygulayarak almışım. Yani bunları çok erken yaşlarda boş, kof olarak görüyordum. Kendilerini çok anlamsız kıldıklarını, çok sonuçsuz kavga ettiklerini görüyordum ve tersini uyguluyordum. Öyle anlaşılıyor ki, erken yaşta öğrenmenin en temel nedeni, bu aile ve ana baba gerçekliği ile bağlantılıdır. En temel derslerimi de oradan almışım. Daha sonra hiçbir zaman şaşmadım. Babamın hal-i harabı, beni bu işlerde önder olmaya zorladı. Daha çocuk yaştayken yaşadığımız acılar, işlere iyi önderlik etmek biçiminde bir sonuca götürdü.
Tabii, büyük düşüşe karşı, büyük ağlayışa karşı, küçük şeyleri kendine layık görmeye karşı bir tavrım vardır. Zaten babam söylüyordu: “Sen bir tek gözyaşı dökmezsin ben öldüğümde.” O, neye karşı olduğumu biliyordu. Küçüklüklere, basitliklere ben gözyaşı dökmem. Ama diğer yandan da ne kadar duygulu olduğumu dünya alem biliyor. Benim aşk yönüm, duygu yönüm, bilinç yanımdan daha güçlüdür. Fakat bilinç de var, bunu da ihmal etmiyorum. Bilime çok yakın bir çizgide yürüdüğümü kimse gözardı edemez!
Ben çarpıcı bir duygular savaşıyım. Devrim zaten duygularla başlar. Bende de duygu yönü korkunç güçlü başladı. Kini, redleri kadar istekleri, çirkinliğe karşı olduğu kadar güzellikleri esas alan, kendine göre bir gelişmeyle başladı. Önceleri bilinç, siyaset yoktu, duygular vardı.
Ben bizim köyün en geri veya en çirkin anlayışını bile anlamak istedim. Hâlâ hatırlıyorum, çocuklarını en değerli paşanın çocuğundan bile daha değerli görürlerdi. Oysa belki de çirkinlikte birer abideydiler. Fakat “hele bakın” derler, “ne kadar dünya güzeli, ne kadar vazgeçilmez…” Çözümsüzdürler. Birer ucube oldukları açık olduğu halde, aileler bunu böyle değerlendirir.
Bu bir ideolojidir.
Bir ideolojidir. Aslında o kadar değersiz ve yoksul bırakılmış ki, varlık dediğin şu: Birkaç karış toprağı veya bir-iki keçisi, bir tane eşeği, bir-iki köpeği ve bir-iki tane de çelimsiz çocuğu vardır. Onları vatandan da, Allah’tan da, işte değerler sisteminde her türlü değerden de üstün tutar veya onların yerine koyar. Ve gözü başka bir şeyi görmez. Bizdeki ailecilik ilişkisi budur.
Tarla çalışmaları önemliydi. Tarlalarda çalıştım. Yolmalar bizim için bayağı bir yüktü. Yolma gerekli, diyordum, yoluyordum. Ama bununla bir ömür tüketilmemeli, diye düşünüyordum. Çukurova’ya da gittim sonradan, ya iki ya üç sefer. Pamuk topladım. Orada da o yaşamı kan ter içinde gördüm. Orada emek nedir, emekle yaşam nasıl olur, anlaşılırdı, iyi çalıştım, ama bu çalışmayla bu ömrü geçiremem diyordum.
Kardeşlerimle de çatışırdım. Ama yine de kardeştiler. Her şeylerinde çirkinlik de olsa, kardeştiler. Yine de, eziciydim (tabii doğru temelde).
Yolmaya çıkardık, ben ölümüne bir eşitlik dayatırdım. “Çalışacaksınız” derdim. Bir bacım vardı, hâlâ hatırlıyorum. Dayattığım galiba bir çalışmaydı. Belki de zorlanıyordu. Üstünlük kurmayı mı amaçlıyordum? Sanıyorum çalışmada etkinliği dayatmış olabilirim. O ise “senin gücün ancak bana yeter” diyordu. Güç yetirme. Aile içinde deniyordum, ama doğru temelde.
Erkek kardeşimle de öyle. Adam çok edilgen, ailede bir mirasyedici olma tehlikesi vardı. Nitekim sonradan sanırım biraz mirasyedici gibi kaldı. Ki, daha o zamandan yüklenmemin ne kadar doğru olduğu anlaşılıyor. Adam eşeğe bile doğru dürüst binemiyordu. İki kardeş bacaklarını kaldırıp da eşeğe bindirerek onu öyle kazaya götürüyorduk. Kolay hastalanıp böyle kendini ellere teslim eden bir kardeşti. Tabii bunu kabul etmiyordum ve sonradan anlatacağım kavgayı da onun için yapmıştım.
Oyunlar da oynardım, ama fazla değildi. Tek ayaklı oyun, aşık oyunu, biraz da güreş. Kızlarla da birlikte oynamak istiyordum. Hatta birlikte oynamaya çalıştığım bir kıza, çok erken gelin olduktan sonra “gel seninle oynamaya devam edelim” deyişim varmış. Bizzat kadının böyle bir anısı varmış. Bende böyle bir anı yok, ama o söylemiş, olabilir.
Köy kızlarıyla oyunumun istediğim gibi sonuçlanmamasına duyduğum tepki olmasaydı, kızları bu özgürlük oyununa, bu savaşa çekemezdim. Kişinin kendine karşı tutarlı olması gerekiyor. Bir sözüm vardı, çocukluğa ihanet etmemek. Büyüklerin çelişkisi nedir aslında? Çocukluk özlemlerine ihanetle başlayan bir çelişkidir. Ben buna da ihanet etmek istemiyordum. Özgürlük böyle başlar. Çocuk özlemleri kutsal özlemlerdir, barışçıl özlemlerdir. Bağlı kalmak, gerçek bir ilişkidir.
Sıradan, geleneksel Kürt erkeğini kabul etmek çok tehlikelidir. Şu soruyu sordum kızlara: “Siz böyle erkeği nasıl kabul ediyorsunuz?” Beni zincire bağlasalar, böyle bir ilişkiyi kabul etmem. Aklıma geldi. Köyde bir kadını vermişlerdi. O çocuk halimle duymuştum. Dediler, kadını artık hep evde kalması için evin direğine bağlamışlar. Ve yine diyorlardı: Kadın o ipleri koparmış, kaçmış. Niçin kaçtı diye, böyle bir ilgi duydum. Ama buna rağmen, hepsi de çok alçakça bağlanabiliyor bugün. Ben bu aileyi nasıl aile olarak kabul edeceğim?
İlkokula ilk başladığında, adını-soyadını öğretirler. Kara tahtaya kalktığım anı hâlâ hatırlıyorum. Öğretmen beni kaldırdı, “yaz” dedi, “adını-soyadını.” Benim için en önemli sınavlardan biridir, hâlâ belleğimde. Harfleri artık beynime adeta nakşetmişim. Tabii, adım-soyadım biraz uzunca. Ama sıraladım. Bitirdiğimde, sanırım bayağı olumlu puan da aldım. Büyük bir sınavı başarmanın zorlu yaşantısıyla gittim, o sırada oturdum.
İlkokula başlayış günleriydi. Olağanüstü zor: Dil zorlukları var, ezberleme zorlukları var. Zaten ailede ciddi bir rahatlık görmemişim. Köy zorluklarla dolu. Okulun da zorlukları ekleniyor. Yani yağmurdan kurtulayım derken, doluya tutuluyorsun daha o yıllarda.
Gerçek, seni hiç rahat ettirmeyecek kadar amansız.
Sanmıyorum hiçbir çocuğun kendisini gerçekler karşısında bu kadar apansız bulduğunu.
Çünkü koşullarınız rahatlatıcıydı sizlerin. Çocuklarına hakim bir aile, onların okul süreçlerini de iyi hazırlar. En azından dengeli, fazla zora sokmadan. Ve tabii çocuk için bir güvencedir. Benim hiçbir güvencem yoktu. Herhalde faydası da oluyor. O çocuk yaşta güvencem kendim oluyorum. Fazla güçlü dayılara, babalara dayansam, büyük bir ihtimalle farklı bir çizgide gelişeceğim. İşte bunun böyle gerçekleşmeyişi, benim bir çizgi sahibi olmamın ilk adımıdır, denilebilir.
İlk öğretmen… Herhalde öğretmenler biraz duyarlıdır. Adını hatırlıyorum, Çorumlu’ydu, Mehmet Meydankaş. Ben ona biraz yumurta ve yoğurt mu götürdüm? Yalnız bu yüzden de değil, ilk günden dikkatini çekmiş olmalıyım ki, beni evine davet etti. İşte onunla yediğim yemek hâlâ aklımda ve benim için önemli bir sofraydı. Onore ediciydi. Onurlandım. Öğretmenimin en gözde öğrencisi olmaya başladım. Ve o saygıyı hep muhafaza ettim. İlk yıldan kendimi tanıdığım son güne, işte şimdiye kadar, öğretmenlik gerçeğine karşı hep saygılı oldum. Kesin saygısız değildim, şımarık değildim ve hep en iyi öğrencisi olmak istedim. Bu daha o yaşlarda başladı diyebilirim. Öğrencilik, imamlık, yolma hep böyle oldu.
Benim kişiliğim niye kolay yenilmiyor? Ben gerek çocuk oyun düzenlerinde ve kavgalarında, gerekse daha sonra okula başladığımda da, yenilmezdim. Üniversiteye kadar da bütün öğretmenlerimin gözdesiydim. Öğrenime, eğitim pratiğine yaklaşımım olağanüstüdür. O öğretmenlerin büyük bir kısmı bugün yaşıyor. Bana övgüleri, yaklaşımları; bütün öğrencileri gıpta, kıskançlık içinde ve benim etkimde bıraktı. Doğal bir önderliğim vardı. Eğitimde, ABC’yi öğrenmekte, oldukça ciddi, saygılıydım ve çok özen gösterirdim.
İlkokulda iyi bir imamdım. Kendimi dine vermiştim ve oldukça da namaz kılıyordum. Tabii belli bir dönem yoğunlaşmıştım. Köy imamı noktasında yer aldım ve ileri düzeydeydi diyebilirim.
Benim şansım, bir de aile özelliklerinden olabilir. Kendini fazla kurumlaştırmamış, kurallarını uygulayamayan bir baba, yine kendini tam egemen kılmayan bir ana, yine fazla gelişkin olmayan kardeşler ortamında, ben çıkış yapma olanağını elde ediyorum. Öncülük savaşımını aile içinde böyle yaman yürüttüm. İçinde binlerce olay var, binlerce kavga var. Şu anda TC ile yürüttüğümüz kavganın belki de en şiddetli bir kısmını ben o zaman yürüttüm. O zaman anamın bana ilişkin söylediği birçok veciz, sözler vardır. Benim çalışma tarzımı görüyordu. Hâlâ hatırlarım, “ahmak, hiç kimse senin gibi çalışır mı?” derdi. Farklı olduğumu biliyordu.
Küçük bir öğrenci grubumuz vardı. Sayıları on civarındaydı. Onları ben okula götürmeye çalışıyordum. Onları oldukça iyi talim ettirdim diyebilirim. Hatta hepsine namaz kıldırırdım. Okula gidiyoruz, saylaklar var. Yağmur yağınca biraz su birikintisi vardı, hepsine oradan abdest aldırıyordum. Hemen arkamda dizilip namaz kılıyorlardı. Bu anlamda da bayağı imamlık yaptım. İlkokulda ve kendi kendime yaptım. Önemli bir örgütleme aşamasıdır. Değil mi, kendi kendine imam olmak önemlidir. Yani köye göre dinine bağlı olan, en iyisinden, bu çok erken yaşta imam olmak. Bir çocuğun kolay kolay üstlenemeyeceği bir görev.
Öğrenci grubuma okulu aşılamaya çalışıyordum. ABC’yi öğretiyordum. Hiçbir şey beklemeden yaptığım bu çabayı herhalde anam ahmaklık olarak değerlendiriyordu. “Sen böyle yapıyorsun, bunların hiçbirisi senin gibi çalışıyor mu?” Beni suçluyordu ve kendi kişilik çerçevesi içinde haklıydı da. “Hiçbirisi senin gibi çalışmıyor” diyordu. Ben bu işlere veya onun aklının almadığı işlere girdiğimde bunu söylüyordu. Bir bakıma aynen doğru. Kendime has bir tarzda çalışma konusunda bugün benzerim yoktur. Devrimci yaşam, biraz benim yaptığım gibi, kendini çalışmaya vermekle başarılır. Anam üsteliyordu, “Karşılığı olmadan on-onbeş köylü çocuğunu sen ne diye eğitiyorsun?” Ben o çocukları okul sahibi ve giderek adam ediyordum. Bunu şöyle değerlendiriyordu: “Hiç kimse senin gibi yapar mı?” Ki doğruydu, hiçbirisi benim gibi yapmazdı. O zaman kendini ortaya çıkaran bir özelliğim, insanları eğitme çabasıdır. Diğer yandan kendine göre yetişmeyen bir çocuk, belli ki delikanlılığa doğru gidiyorum.
O zaman şunu farkettiler: Bu çocuk normal bir aile çocuğu olmayacak. Daha o zamandan anam bana bir aile kuramayacağımı söylüyordu. “Kimse sana kız vermez, kimse sana iş vermez” böyle eleştiriyordu. O da doğru olabilirdi. Çünkü benden kaynaklanan yaşam işaretleri, benim, onun düşündüğü gibi pek doğru, sağlıklı birisi olamayacağımı gösteriyordu.
Hatırlıyorum, o zaman böyle etrafımda çocuklar vardı. Onlar sonradan hep düzene koştu. Bizzat yanımda okul okumalarına yardımcı olduğum, hatta okumayı öğrettiğim kişiliklerin, gözleri hep düzendeydi. Öğretmen olmaya çalışıyorlardı veya aile düzenine, işte devlet düzenine kapılmaya böyle gözlerini kaldırmışlardı.
Din kurumunda, okul kurumunda, daha sonraki ideolojik kurumlarda, politik kurumlarda başım hep belalı, hep istediğimi bulamama durumu yaşadım. Aslında taparcasına bağlıydım, ama istediğimi bir türlü bulamama, bende hep en iyisinin nasıl gerçekleştirileceği sorusuna ve sonucuna götürdü. Ne hiç kimse benim gibi ne arkadaşına bağlıdır, ne öğretmenlerine bağlıdır. Bütün öğretmenlerim beni tanırlar. Hepsinin üstün sevgisini kazanmayı bilmiştim. Laf değil, kanıtlar var. Ve her kesimden öğretmenler vardı. Arkadaşlarım da öyleydi. Beni 20-30 yıl önce tanıyanlar, şimdi benim dostlarımdır. Türkler de öyledir. Okul arkadaşlarım (belki de bazıları şimdi devlet kademelerindedir), hepsi de beni dost olarak anar. Demek istediğim, arkadaşlığa bağlılıkta bende güçlü bir çaba vardı. Ama buna rağmen, hepsinin aşılması gerektiğini söyledim. Öğretmenimi aşmak zor bir olaydı.
Arkadaşına önderlik etmek de zordur. Deneyin, ne kadar zor olduğunu göreceksiniz. Her şeye rağmen onları üzmeden, onları kırmadan… Çünkü onları aşmak, onları belki de kırar. Bir kişinin aşılması çok zordur. Fakat çok olumlu aşılırsa sevinir. Öğretmeninin öğretmeni olursun, bu onu sevindirir. Arkadaşının önderi olursun, bu da onu sevindirir.
Yine ilk çocukluk arkadaşım Hasan Bindal’ın köyü, Cibin köyü vardı. Bir Türk köyüdür ve hâlâ o aileler bizi hayırla yad ederler. Beni bir gün evlerine misafir etmek için büyük ilgi duyarlardı. Böyle saygın bir yaklaşımım vardı. Şimdi büyük saldırı hareketiyiz, büyük yıkım örgütlüyoruz, ama kesin böyle saygıda kusur etmeme durumu da vardı.
Hâlâ da orta yerde duruyorum. Kolay aşılacağım ve boşa çıkarılacağım da beklenemez. Adamakıllı uğraşacağız daha. Yani delirsem bile bu işin peşini veya peşinizi bırakmayacağım. Yedi yaşından beri bu işe kendini yatıran kolay bırakır mı? Ben hatırlıyorum, öğretmenim beni bir kişiyle güreşmeye kaldırmıştı. Sanıyorum Hasan Bindal’dı. Çok çekiniyordum, “bu arkadaşla güreşemem” diyordum. O biraz daha güçlüydü. Ben güreşçilik sanatında zayıftım. Fakat şu duygu hâlâ aklımda: Kalkayım mı, kalkmayayım mı? Bu konuda günlerce, aylarca tereddüt geçirdim. Kalktığım zaman da yenişemedik. En çok başardığım durum, bu yenişememe durumu oldu. Benim için güreşe kalkmak çok zor olmasına rağmen, zor bela yenişememe durumu sağlamak hayli önemlidir. Artık yüreğimi o temelde ayarladım. Berabere kalmak. Yenemeyeceksem de, köklü bir yenilgiyi kabul etmemek.
Yaşamın her anında ben böyleyim, öğrenmede de böyleyim. Sınıf geçmeye çalışırken, kavrayış ne kadar zayıf olursa olsun, mümkünse en iyi numarayı almak, ama çok az beşin altına düşmek, benim tarzımdı. Çok az üç veya dördüm vardı. Bir elin parmak sayısı kadar ya var, ya yoktu. Ve bütün yaşamım da böyledir: Koşarken, yürürken, her şeyle ilgilenirken. Lisede, ortaokulda böyle bir sürü ilgi çekici davranış, bir sürü çatışma ve hepsi de nefes nefeseydi.
Yenmezsem olmaz, yenilirsem hiç olmaz. Bu iki duygu.
Bir işe kendimi hazırlamadan girişmem. Güç yetiremediğime ilişkin kendimi ölçüp tartma özelliğimdir. Aslında çok iyi bir güreşçi değilim, ama girip de hemen kündeye gelmek, bana pek tutarlı gelmiyor. Tüm oyunlarda böyleyim. Kazanabildiklerimi zaten kazanıyordum, diğerleri de hep berabereydi. Çok az oyunda kaybettim sanıyorum. Bu bir psikoloji, bir kişilik özelliğiydi.
Tarzım çok çarpıcıydı. İlk namazı kıldığımda, ilkokulda, köyün imamı (1984’te öldü galiba) “sen bu hızla devam edersen uçarsın” diyordu, “evliya olursun, uçarsın.” İlk namaz kılışım, köy imamına bu değerlendirmeyi yaptırıyor. Aslında fazla duadan da anlamam, ama en azından takip ediyordum. Takip etme tarzım, imamı benim hakkımda böyle bir kanıya götürüyor. Buna benzer yaşamımın birçok denemesi var. Hepsine giriş ciddi, anlamlı ve böyle sonuca götürme var.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan