HABER MERKEZİ
Bir bütün evren olarak tanımladığımız birinci doğanın varlık hali, anlam kazanmış bir enerji akışından ibarettir. Evrende ifadesini bulan bu oluşum, sürekli hareket halinde olan bir duruştur. Çok zengin, üretken, çeşitli, esnek ve daimi bir devinim halinde olma durumu, oluşu gerçekleştiren enerjinin içsel doğal özgürlük arayışından kaynaklanmaktadır. Bu arayışın sonucu olarak gerçekleşen ya da anlam bulan yaşam olmaktadır. Atom altı parçacıkları dünyasında meydana gelen bu yaşam bulma eylemselliği aynı zamanda, proton ve nötron olarak adlandırılan iki zıt enerji yüklü elektronun birbirine hakimiyet sağlama mücadelesinin sonucudur. Burada dile gelen mücadele, birbirini yok etme değil, birbiriyle mücadelede kendilerinden kattıkları ile yeni bir oluşum yaratılması durumu- dur. Konumuz olmadığı için vurgulayarak geçtiğimiz bu durum, tez-antitez-sentez olayını ifade ediyor. Renklilik, çeşitlilik ve oluşum bu formülasyon ışığında vuku buluyor.
Buradaki mücadelede sonsuz ihtimaller bulunmaktadır. Bu da özgürlük sınırlarını göstermektedir. Etkileşim ve devinim, verilecek yönle yani mücadeledeki dengenin gidişatı ile bağlantılı olarak içinde pek çok olasılığı barındırıyor. Kuantum fiziğinin temel ilkeleri olan dualite [ikilik], evrensel bağıntılılık, canlılık-esneklik, görecelilik, sezgisellik ve zaman-mekan birlikteliği, birinci doğada olduğu kadar ikinci doğada da varlığını göstermektedir. Günümüzde kuantum fiziğinin ve felsefesinin ulaştığı düzey, bu hakikati bizlere göstermektedir. Birinci doğa olarak da tanımlanan evrendeki bu bağıntılılık ilkesini, ikinci doğa olarak tanımlanan toplumsal gerçeklikte de görmekteyiz. İkinci doğa olarak tanımlanan toplumsallık, birinci doğa içerisinde, onunla etkileşim temelinde gelişmiş bir canlı organizmadır. Kısaca, birinci doğanın çocuğudur da diyebiliriz.
Aslında toplumsal yaşanmışlıkların sonucu olarak, birinci doğanın, temelde de toprağın, toplum tarafından ‘ana’ olarak ifade edilmesi bu hakikatinden ileri gelmektedir. İkinci doğa olarak tanımladığımız insan-toplum, her şeyi birinci doğayı gözlemleyerek, tanıyarak, empati kurarak, oradan esinlenerek öğrenmiş ve anlamlandırarak yaşamını kurmuştur. Birinci doğada olup biten herşey, bir anlama dayanmaktadır. Bu da var olan enerjinin içsel doğal özgürlük devinimi ve arayışıdır. Bu devinim ve arayış kendisi ile var olan her şeyi canlı kılmaktadır.
Canlılık, her iki doğanın da temel bir özelliğidir ve bu canlılık, her daim bir oluşum halinde olduğundan, kendisini koruma reflekslerine sahiptir. Bu refleksler şartlı ve şartsız olarak canlı organizmasında varoluştan gelmektedir. Aynı durum ikinci doğa olarak tanımladığımız toplumsallıkta da mevcuttur. Bu bilinçli bir tercih olmaktan ziyade var olmanın, olmazsa olmaz bir ilkesidir. Canlılar aleminde, varlık üç temel güdüye dayalı olarak gelişmekte ve sürdürülmektedir. Bunlar, tüm canlılarda ayrımsız bir şekilde varoluştan gelen reflekslerdir. Birincisi üreme, yani soyunu sürdürme, ikincisi beslenme, üçüncüsü korunmadır yani savunma. Konumuz itibarı ile en temelde savunma refleksi olarak tanımladığımız ve bizim öz savunma olarak da ifade ettiğimiz refleks üzerinde duracağız.
Kuantum felsefesi olarak günümüzde isimlendirdiğimiz paradigmal bakış açısı, aslında bin yıllar öncesinden ve toplumsal yaşanmışlıkların ve doğaya dayalı gözlemlerin sonucu olarak bilinen, dillendirilen hakikatlerin, bilimsel olarak somutlaştırılmasından öte bir şey değildir. Elbette insan beyninin ve bunun ışığında bilimin ulaştığı düzey tartışmasızdır. Ancak iktidarcı, erkek egemenlikli zihniyetin gelişmesi ile oluşan toplumsal yarılma kendisi ile bir bütün olan hakikati (duygu-düşünce bütünlüğünü) parçalamış ve dualite ilkesini tek yönlü bir üstünlük olarak esas almıştır. Bunun sonucu olarak hakikat, parçalanmış ve muğlak kılınmıştır.
İnsan toplumsallığında meydana gelen bu yarılma, kendisi ile birinci doğa üzerinde de bir tahakkümü doğurmuş ve başaşağı gidiş süreci başlamıştır. Toplumsal yapıdaki bölünme, kendisi ile bütün olan iki doğayı da bölmüş; birinci doğanın bağrında gelişen ikinci doğa, tersinden birinci doğanın üzerinde bir tahakküm sağlama arayışına girmiştir. Erkek-kadın, halk-iktidar, insan-doğa vs… karşıtlıklar ve dengesiz güç tahakkümü yaşamı uçurumun kenarına getirmiş bulunmaktadır. Kuantum sınırları, toplumsal hafıza olarak, işte bu uçurumun kenarından bir kanatlanma olarak da yorumlanabilir.
Oysa toplumsallığın birinci doğa ile güçlü bağlarının olduğu süreçlerde ve yerlerdeki felsefi yaklaşım ve ele alış tarzı, günümüzde kuantum sınırlarında ulaşılan felsefi bakış açısına denk bir yorumu bağrında barındırıyor. Örneğin, Çin’deki Tao anlayışı, birinci ve ikinci doğa arasındaki hakikati, yani diyalektik oluşum akışını çok iyi formüle etmiştir. Tao, hakikati şöyle ifade ediyor: “Tao [hakikat-yol], taşta uyur, çiçekte rüya görür, hayvanda uya- nır, insanda uyandığının farkına varır.” Yine Ortadoğu’da Zerdüşt felsefesinde, tasavvufi felsefi bakışta, mesela Hallaç-ı Mansur’un ‘en-el hak’ belirlemesinde dile gelen bir haki- kat de bütünlüktür. Yani insanı, birinci doğanın bir toplamı olarak ele alıyorlardı ki bunu Abdullah Öcalan, ‘Bir Halkı Savunmak’ adlı kitabında makro kozmos [birinci doğa- evren] ve mikro kozmos [ikinci doğa-insan] olarak ifade etmiştir. Kısaca insanda dile gelen, birinci doğanın oluşum kurallarıdır.
‘İnsanı anladığımız oranda, evreni anlarız’ anlayışı bu gerçeklikten gelmektedir çünkü evren insanda dile gelmektedir. Daha ötesi, birinci doğanın özünü en çok barındıran dişil öğe olarak kadında dile gelmektedir evren. Ondan dolayı kadının biyolojisi ve doğanın biyolojisi dişil öğe olarak örtüşmekte ve birbirini ifade etmektedir. Doğa anada meydana gelen koruma güdüsü, özellikle canlılar alemi olarak en bariz şekilde hayvanlarda ve bir üst evresi olarak da insanda kendisini göstermektedir. Her hayvan, kendi doğasında dışa karşı şartlı-şartsız bir özsavunma refleksine sahiptir. Bu, kiminde kokuya, kiminde saldırıya, kiminde kaçmaya, kiminde gizlenmeye dayalı olarak gelişir.
Örneğin, kokarca tehlike karşısında çok kötü bir koku salarak kendi öz savunmasını yaparken, yılan güçlü refleksleri ile düşmanına hamlesel bir saldırı ile zehrini boşaltarak, bukalemun ortamına göre renk değiştirip kendisini gizleyerek, vs…. Yine bitkilerde de bu tarz bir öz savunma mekanizması mevcuttur. Mesela bir gülün dikenleri, o gül için bir öz savunma rolü oynamaktadır. Amacı başkasına zarar vermek değil, gelecek zarardan kendisini korumak ve varlığını devam ettirebilmedir. Bu tarz örnekleri her canlının özgünlüğünde çoğaltarak verebiliriz. İnsanda dile geliş tarzı biraz daha farklıdır. İnsan tek olarak gelişkin algı ve anlama kapasitesine sahip olmakla birlikte, dış dünyaya karşı hayvanlar alemi kadar kendisini tek başına savunma yetisine sahip değildir. O yüzden belki de bütün canlılar içinde en zayıf olan canlı türü insandır dersek yanlış olmaz. İnsan türü de doğa içindeki bu zayıflığını gidermek için yaşadıkları, tecrübe ettikleri sonucunda birlik olma temelinde toplumsallığını geliştirerek en büyük savunma mekanizmasını geliştirmiştir. Toplumsallık, insanlaşma da en büyük bir gelişme ve sanatsal bir yaratım olarak tanımlanabilir.
Elbette her insanın tekil olarak da, biyolojik yapısından gelen şartlı-şartsız özsavunma refleksleri vardır. Ancak dış doğaya karşı, bu refleksleri onu korumaya yetecek yetide değildir. En basitinden, bir hayvan yavrusu doğaya gelir gelmez çok kısa sürede kendi ayakları üzerinde durmayı, başının çaresine bakmayı öğreniyor. Ancak insan yavrusu, bu yetiye sahip değil; onun için çok uzun yıllar gerekiyor ve ebeveynlerinin korumasına ihtiyacı var. Yoksa yaşama şansı yoktur. İnsan ve toplumsallık bazında da örnekler çoğaltılabilir.
Bu üç temel güdünün (korunma, üreme ve savunma) bütün canlılarda var oluşu, yaşam diyalektiğine dayanmaktadır. Yaşamın olmazsa olmaz ilkeleridir. O zaman konumuz itibarı ile de ele aldığımız öz savunma anlayışı, yaşamın temel bir hakkı ve var oluş görevi olmaktadır. Bu anlamda kısaca; özsavunmayı birinci ve ikinci doğanın içsel, doğal ve özgürlük seçeneği ile bağlantılı kuantumik ve diyalektik gerçeği olarak ele aldığımızda, birinci ve ikinci doğanın kendini savunma refleksinin adı olarak tanımlayabiliriz. Yani kavram ve içerik olarak oldukça kapsamlı olan öz savunmayı, egemen zihniyetin bakış açısında dile getirildiği gibi salt zora dayalı bir savunma olarak algılamak ya da egemen zihniyetçe hukuksal sınırlar dahilinde bir ele alış, öz savunmayı kendi özünden koparmak ve sınırlandırmak anlamına gelir. Toplumu denetim altına almanın en temel yolu, onu öz savunmasız bırakarak, kendi oluşturduğu savunma mekanizmasına mahkum ve mecbur kılmaktır. Ki, bu tarz bir yaklaşım egemen-iktidarcı sistemler tarafından bilinçli olarak geliştirilen bir anlayış olmaktadır. Bu aynı zamanda toplumun olanın çalınmasıdır. Hırsızlık, talan, gasptır. İktidarcı egemen zihniyetin bilimsel gelişme adına en temelde yaptığı, böl-parçala-yönet politikasının topluma da uygulanmasının özü budur. Tamamen, toplumsal yabancılaşma ve cinayet anlamına gelen bir pozitivist bakış açısı bilim adına toplum ve doğa üzerinde uygulandı. Oysa kuantum fiziği ve felsefesinin de açığa çıkardığı gibi hakikat bütündür, parçalanmaz.
Bu tanımlamaya istinaden, toplumsallık açısından öz savunmayı yeniden ele almak ve belirtilen çerçevede tekrardan kavramsal ve kuramsal düzey de tanımlamak önemlidir. Bu açıdan ele aldığımızda öz savunmayı, bir kültür olarak tanımlamak daha yerinde olacaktır. Çünkü kültür ve toplumsallık, kuantum felsefesinin an’da oluşma ilkesine denk olarak yani zaman ve mekanın birlikteliğinden oluşmaktadır. Yani toplumsallığın oluşumu, aynı zamanda kültürün oluşumudur. Kültür de, halkların varlık göstergesidir, teminatıdır. Bir halkın yok oluşu, kültürel olarak yok oluş aşamasına bağlıdır. Bu anlamda bir halk ya da toplumun, kendi kültürel dokusunu koruması, yaşamsallığını sürdürmesi, o halkın kendi öz savunmasını yaptığı anlamına gelir. Peki nedir kültür? Kültür, ana kadın etrafında oluşagelen maddi ve manevi bütün değer yargılarının, yaşanmış birikimlerin toplamıdır. Kısaca daimi bir akış ve oluş halidir. Ondan dolayı özgürlük sosyolojisinde belirlenen süreler bazında ele aldığımızda, en uzun zaman dilimi olarak ele alınan kesit, kültürel süre olmaktadır. Çünkü toplumsallıkla başlamakta ve toplum var oldukça da devam edecek olandır.
Sevda Can