HABER MERKEZİ
Başta öz yönetim direnişlerinde fedaice direnerek özgür yaşam yolunda, savaşan halk gerçekliğinin direnişine öncülük eden ve bu uğurda vahşice katledilen Sêvê, Pakize, Fatma yoldaşlar şahsında Cizîr, Sur, Hezex direniş şehitlerimizi saygıyla anıyoruz…
Düşmana çok kayıp verdirdik
Bakurê Kürdistan’da geçen yıl temmuz sonu gibi başlatılan öz yönetim direnişlerinin stratejik rolünü, anlamını, yaratılan kazanımları, pratikleşme düzeyini ve yetersizlikleri doğru değerlendirerek gereken sonuçlar çıkarılmalıdır. Hareket olarak da izlenmesi gereken mücadele hattını bir süredir değerlendirmekteyiz. Bunun için özerkliğin kapsamını bir kez daha hatırlamakta yarar var. Kapitalist modernite hegemonyasından en çok olumsuz etkilenen, parçalanan, imha ve isyanlara boğulan ülke ve toplumların başında gelen Kürt halkının başlattığı özyönetim direnişlerinin amacı bu mukus talihi değiştirmektir. Demokratik özerklik olarak kendi kendini yönetmektir. Kürt sorununda, ulusların kendi kaderini tayin hakkını yeni bir ulus devlet kurmadan, 2005’te ilan edilen demokratik konfederalizimle birlikte içine girilen temel arayış demokratik özerkliği demokratik çözümle gerçekleştirmekti. Önderliğimiz, bu eksende anayasal çözüm için adım atarak, ateşkesler geliştirerek, somut çözüm planları sunarak, diyalog yoluyla çözümü demokratik özerklik temelinde geliştirmek istedi. Ancak bilindiği gibi AKP devleti, görüşmeleri müzakere aşamasına vardırmadı. Dolmabahçe Sarayı’nda devlet heyetiyle birlikte açıklanan protokol bile sonrasında inkar edildi. İmralı’da tecrit koşullarında, tamamen eşitsiz, adaletsiz ortamda kıt-kanat imkanlarla yürütülemeye çalışılan görüşme masası AKP tarafından devrildi. Aslında protokollerin kamuoyuna açıklanması aşamasına gelinmiş olsa bile 2007 Mayıs’ında dönemin Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt ile Türk başbakanı Tayyip Erdoğan arasındaki içeriği halen tam açıklanmayan ve Erdoğan’ın “benimle mezara kadar gidecek” dediği anlaşmanın yürürlükte olmasıydı. Bu görüşmeyi takiben Kasım 2007’de Erdoğan ile ABD başkanı arasında yapılan görüşmede Kürt karşıtı konsept için uluslararası destek de alınmış oldu. Bunun görünürlük kazanan boyutu, PKK’nin tasfiyesi karşılığında Türk devletine verilen ev ödevlerinin başında içerdeki eski tarz gladyo örgütlemesine son verip yenilenmesiydi. ABD’nin bölgesel çıkarlarda sağlam, kullanılabilir stratejik ortak olarak AKP hükümetini yanında tutma amacıydı. Özcesi 2013’te başlatılan barışçıl yollarla Kürt sorununun çözümüne bir kez daha küresel hegamonik güçlerce set çekildi. Bu politika özellikle Önderlik ve Hareketimizin muhataplığında Kürt sorununu çözmek değil, çözümsüzlüğe mahkum ederek ve kendi Kürdünü yaratıp politikasını hayata geçirerek bölgesel hegamonik çıkarlarına hizmet edecek şekilde çözümü öngörmektedir. Önderlik, tüm çözüm çabalarına rağmen bir oyalamadan ibaret olmayı aşmayan ve yol almayan devlet heyeti ile görüşmelere 5 Nisan 2015’ten itibaren tutum geliştirdi. Önderliğimizin tutumu sürecin bundan sonra nasıl ilerletilmesi gerektiğine dair başlı başına yeni bir dönemin başlangıcıydı.
Düşmana çok kayıp verdirdik. Kayıplarının tam sayısını Genelkurmay kamuoyundan gizliyor. Dış politikada zorlanan düşman, Kürt sorununda adım atmadığı için içte de sıkışmış durumdadır. Yaşadığı bu darboğazı yoğun saldırılarla atlatmaya çalışmaktadır. Aynı zamanda Suriye’de DAİŞ katliamının eşiğinden direnişiyle dönen Kürt halkının emeğiyle ilan ettiği özerk yönetim kazanımlarından, mücadelesinden feyz alınarak devlet, Bakurê Kürdistan’da böyle bir sürece girdiğimizi düşünmektedir. Elbette diktatör Esad rejiminin kölelik statüsünden kurtulmanın imkanını yakalamış Kürt halkının, DAİŞ saldırıları karşısında gösterdiği direnç sadece Rojava halkına değil, tüm Kürdistan’a, bölge halklarına ve dünya insanlığına ilham kaynağı olmuş, heyecan vermiştir. Bunu ancak faşist bir zihniyet sorgular. Bu yaklaşım AKP darbeci hükümetinin, acımıza, sevinçlerimize, heyecanlarımıza, umutlarımıza sahip çıkmamıza bile ayar vermeye cüret etmesi, faşist ulus devlet zihniyetinin ne denli karanlık ve imhacı olduğunu gösteriyor. Bilinmektedir, 1917 Ekim devrimi sadece Rusya’da değil, tüm dünyada ezilenlere ilham kaynağı olmuş, ulusal kurtuluş hareketlerine kaynaklık etmiştir. Kobanê direnişi de benzer bir etkiyi ve rolü tüm ezilen insanlık için oynamaktadır. Bu nedenle Kobanê evrensel bir değer ve odak haline gelmiştir. Sosyolojik bilimsel tahlilin dahi reddine, inkarına soyunan faşist Türk devleti, Bakurê Kürdistan halkının öz yönetimsel çıkışından Rojava’daki gelişmeleri sorumlu tutarak her fırsatta mahkum etmeye, tasfiye etmeye çalışmaktadır. Uluslararası güçleri de bu mantıksızlığa çekmek için olmadık yalanlar, diplomatik komplolar, siyasi oyunlar tezgahlayarak Rojava direniş güçlerini, siyasi örgütleriyle birlikte terörize etmeye çalışmaktadır. Bunun içindir ki, DAİŞ’e açıktan destek bizzat vermekte, içinde JİTEM elemanlarını, subaylarını bile yerleştirmektedir. Ancak Türk devletinin unuttuğu gerçek, Bakurê Kürdistan direnişi Rojava ile başlamadı. 1984 15 Ağustos Atılımı Eruh Şemdinli’de silahlı gerilla mücadelesi olarak Bakurê Kürdistan’da başlatıldı. Özgürlük mücadelemizin tohumları Türkiye-Bakurê Kürdistan’da ekildi, boy verdi, serpildi. Dört parça Kürdistan’a böyle mal oldu. Politik bir halk gerçekliği, devrime yürüyen kadın özgürlük hareketi, yurtsever gençlik hareketi böyle yaratıldı.
Halk savunma güçleri bizzat kadınların, halkımızın gençlerin katılımıyla büyüdü. Ve sanki Bakurê Kürdistan direnişi tasfiye edilmiş de yeniden Rojava direnişiyle canlandırılmak isteniyor gibi bir düşünceyle Rojava halkımızın mücadelesi hedef tahtasına oturtulmuş durumda. Oysa Önderliğimiz Türkiye’de ısrarla çatışmalı ortamın gelişmemesi için çaba sarf etmiştir. Önderliğimiz yeni değil, ‘93’ten bu yana diyalog ve barışçıl yollarla Kürt sorununun çözümünü dayatmaktadır. Bunun için güven artırmak amacıyla gerilla güçlerinin geri çekilmesi, barış heyetlerinin gerilla alanlarından Türkiye’ye gidişi dahil tek taraflı ateşkesler ilan etti. 2013’le birlikte buna daha fazla somutluk kazandırdı. Ancak tasfiye, imha dışında başka bir yöntem öngörmeyen faşist AKP devleti ve hükümeti durumu giderek bir çıkmaza sürükledi. Sürecin bu aşamaya vardırılmasından AKP hükümeti ve onun başındaki Erdoğan sorumludur. Kobanê’deki gibi Cizîr ve Sur da direniş iradesi kazanmıştır. Direnen hiçbir yoldaşımız ve yurtsever insanımız teslim olmamıştır. Bu anlamda Kobanê’deki gibi Cizîr, Sur’daki direniş iradesi de kazanmıştır. Bu irade, özgürlük mücadelemizde yeni bir dönüm noktası yaratmıştır. Bundan asla geriye düşme söz konusu olamaz. Bu bakımdan bizim tartışmamız gereken, ele almamız gereken Demokratik Özerkliği nasıl uygulayacağız, halkla birlikte nasıl savunacağız, kendimizi nasıl yöneteceğiz meselesidir. Bunun için tekrardan zihniyet ve öncülük sorunuyla başlamak doğru olacaktır. Yoksa dışımızdaki gerekçeleri sıralayıp esas alarak, kendimizi yanıltarak, kusursuz devrim yeminleri içerek üstesinden geleceğimiz bir aşama değildir. Süreci başarıya taşımada kararlılık kesindir. Ancak gereklerini yerine getirmede hayli alacağımız mesafenin olduğunu bilerek daha çok uygulamanın öncülük rolüne bakmamız gerekmektedir.
Zihniyet sorununu öncelikli anlama sorunu olarak ele almak gerekiyor. Paradigmasal olarak demokratik ulusu, ona dayalı boyutları inşa ve özerkliği anlamama sorununun ciddi olduğu görülmüştür. Süreç, inşaya dayalı özerkliği bedenleştirme ve bedene saldırı olması halinde top yekun direnişle savunmaktır. Özyönetim ilanı yapılan bölgeler, zaten ağırlıkta hakim olduğumuz yerlerdir. Halkın öz yönetimlere rağbet ettiği, özgürlük mücadelesine yoğun katılım olan yerlerdir. Bunun daha etkin inşayla bedenleşmeye kavuşması gerekirken zihniyet olarak savunma salt silahlı sivil savunma birliklerinin işi olarak görüldü. Demokratik zihniyeti benimseyen birey ve toplulukların kendilerini yönetmenin yani demokratik otorite olmanın işleri yeterince yapılmadı, çoğaltılmadı. Yani Demokratik Özerkliğin dokuz boyutta örgütlenme işlerine çok az ilgi gösterildi. Öz yönetimler ilan edilen yerlerde demokratik özerkliğin tartışması, toplantıları, dokuz boyutun örgütlenme işlerinin organizasyonu, iş bölümleri derinlikli yapılamadı. Bu anlamda zihniyet hazırlığı en asgari düzeyde ya da hiç yapılmamış denli zayıf yürütüldü. Her şey erkenden bir oldubittiye getirilerek sivil savunma öne çıktı. Oysa dünyada örnekleri olan demokratik özerklik modelinin evrensel hukukta yeri vardır ve meşrudur. Buna rağmen tekçi ulus devlet zihniyetli Türk devletinin kabulünü beklemek ham hayal olur. Ama başta kendi halkımıza, birlikte yaşadığımız halklara ve demokratik kamuoyuna bile tam izah edemedik.Sanki ‘her şey yolundaydı birden bire sebebi anlaşılmadan kentlerde, ilçelerde çatışmalı ortama dönüldü’ gibi bir algı gelişti. Durum elbette böyle değil. Hedeflenen Kürt halkının ulus olma hakkını veya ulusal toplum olgusuna dönüşümünü demokratik özerklikle gerçekleştirmektir. Kürt halkının yaşam hakkı dahil her şeyinin gaspı, ağır inkar ve imhanın yürütüldüğü kültürel ve fiziki soykırım uygulamaları Kürt toplumunu varlık olmaktan çıkarmayı amaçlamaktadır. Kürt halkının bunun karşısında direnmesi ve varlığını kendini demokratik özerklikle yani özyönetimle var etmesi en doğal hak ve tutumudur. Ama özyönetim toplumu kendi inşa, politika, yönetim ve yaşamsal işlerini kendisi yapacak düzeye getirmektir. Ama bu düzeyin yeterince açığa çıkarılmamış olması, bir zihniyet sorunu olarak ortaya çıkmaktadır.
Toplumun örgütlenmesinden sorumlu başta öncü kadrolar olmak üzere herkesin, özgür yurttaşlar topluluğu olarak halkın bu işlere yoğun yönelmesi gerekirken, ilanların getirdiği siyasi ve askeri gerilime karşı, dar, tutucu, dogmatik tek yönlü bir tutuma girilerek etkisiz pozisyonda kalındı. Toplumsal inşa işlerinde pasif bir duruş gelişti. Toplumun tüm boyutlarda öz yönetimini inşa işlerinin artması gerekirken tam tersine azaldı, siyasi ve askeri gerilim ve çatışmalara kilitlenme oldu.
Demokratik ulusun dokuz boyutu hayata geçirilmelidir
Üstelik etkin bir müdahale gücü olarak değil, toplumsal harekete öncülük misyonu olan örgütler başta kadın hareketi olmak üzere diğer meşru örgütlenmeler, sivil toplum örgütleri vb hepsi yeterince rol üstlenmedi. Daha çok rol üstlenilmesi gereken bir süreçte ne yapacağını bilememe, rotasız kalma, öncülüğünü tam olarak oturtamama ortaya çıktı. Oysa Demokratik Özerkliğin vücut bulması için Demokratik Ulusun dokuz boyutu olan özgür birey-yurttaş ve demokratik komün yaşamı, politik yaşam ve demokratik özerklik, demokratik ulus ve sosyal yaşam, özgür eş yaşam, ekonomik özerklik, hukuk yapısı, kültür, öz savunma sistemi ve diplomasi başlıkları etrafında binlerce toplantı, eğitim ve anlamaya dayalı olarak uygulama safhası eskisinden bin kat güçlü ortaya çıkabilmeliydi. Demokratik ulusun ilk temel boyutu, esas aldığı birey ve komünü bağlamında bireyin özgür ve bu özgürlüğünü bağlı olduğu komün veya toplulukla birlikte demokratik politika temelinde gerçekleşmesi sağlanabilirdi.
Komün örgütlenmelerinde niteliksel bir sıçrama ve nicelik olarak artış sağlanmalıydı. Yaygın örgütlenmelere işlerlik kazandırdıkça burada önem kazanan husus, demokratik ulus statüsünün tanınmasıdır. Demokratik özerkliğin, anayasada bir hukuki statü olarak belirlenmesidir. Birçok AB hatta dünya ülkelerinin anayasasında bu yönlü statü düzenlemeleri mevcuttur.
Top yekun direnişle devleti bu noktaya getirmek esas alınsaydı direniş bölgeleri yalnız kalmazdı. Devlet, dokuz boyutlu bu içeriği yeni bir Kürt ulus devletinin ayrılmaya dayalı kurgulanması olarak anlamakta ısrar etmekte, kamuoyuna böyle lanse etmekte, içerde de milliyetçilik zehriyle vatan-millet-ihanet jargonuyla kamplaşmayı en üst seviyeye çıkararak darbe mantığıyla herkesi teslim almaya çalışmaktadır. Tek yolu ezip geçmede, susturmada, bombalamada, katletmede görmektedir. Gerçi faşist zihniyetli Türk devleti için sorun, özerkliği anlama meselesi olmadığı gibi, Kürt isminin geçmesine bile tahammül etmeyen, en asgari ifade özgürlüğünü bile tanımayan katı, retçi, faşist, soykırımcı beyaz Türk mantalitesiyle yönetilen Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik bir dönüşüm kazanması gerekmektedir. Bunun da yolu mücadeleyi Kürdistan ile sınırlı tutmayıp Türkiye’ye taşırmaktır. Zaten egemen ulus devlet olarak Türkiye, zorunlu olmadıkça özerklik hakkını tanımak istemeyecektir. Kürtler açısından ulus devletlerle uzlaşmanın temelinde demokratik özerliğin kabulü şartı vardır. Demokratik özerklik, hakim etnisiteli ulus devletlerle ortak siyasi bir çatının altında yaşamanın asgari koşuludur. Devlet, bu asgari koşula tankla-topla, Cizîr’de, Sur’da,Hezex’te olduğu gibi katliamla karşılık vermektedir. Birey ve halk olarak, demokratik özerkliğin koşulu olarak komün birimlerinin boşluk bırakmadan çoğaltılması gerekir. Politik ve demokratik iradenin yansıdığı birimler olarak tüm toplum işlerinin komünlerde tartışılması, karara bağlanması ve komünlerce savunulması gerekir. Yönelim olduğunda sadece sivil savunmanın kadının da içinde yer aldığı direnen gençliğin zorunlu olarak silaha başvurmasına terk edilmeyip toplumsal sahiplenmenin açığa çıkması gerekir. Tank-topla her türlü savaş araç-gereçleriyle saldıran devlete karşı mahallerini terk etmeyen halkın duruşu onurlu, iradeli bir duruştur. Özgürlük duruşudur. Öz yönetim, demokratik uluslaşmanın günlük örgütsel, eylemsel çabalarını koordine etmek, yönetmek ve savunmaktır. Bir diğer önemli boyut olarak nasıl öz savunma olmadan toplum varlığını sürdüremezse, ekonomik özerklik olmadan toprağın korunması, işlenmesi, ekolojiye ve komüne dayanmadan da toplumun beslenmesi, dolayısıyla varlığını sürdürmesi mümkün olamaz. Çünkü, siyasi ve kültürel sömürgecilikten sonra daha da yoğunlaştırılan ekonomik sömürgeciliktir. Buna karşı öz yönetimiyle toplumun kendisini işsizlik, yoksulluk durumundan çıkarması gerekir. Kürt ulusal sorununda demokratik ulus çözümünün yani ekonomik özerkliğin yasal statüsü de olmak durumundadır. Yasal statü kazanılıncaya kadar ekonomik olarak yapılabilecek çok işler vardır. Kürt halkı, ulus devlette hukuksuz, yani statüsüz bırakıldığı için hiçbir hakkı tanınmamakta, gözetilmemektir.
Bazıları bu direnişlere anlam vermekten ziyade sanki parlamentoda yeni anayasa yapma imkanı ve ortamı varmış gibi neden çatışmalı bir ortama geçildiğini eleştirmektedir. Sanki saldırıyı başlatan halktır. Oysa halkın elinde silah yok, sivildir. Ama devletin elinde her türlü silah, aynı zamanda 12 Eylül anayasasına dayalı hukuk silahı, medya propaganda silahı devlet olmanın getirdiği tüm imkanları harekete geçirerek tüm silahlarıyla, gücüyle yönelmektedir. Bu yönelim karşısında gençliğin başını çektiği yapılar ferdi silah temin ederek karşılık vermektedir.
Yaşanan bir iç savaş durumudur
2009 için bir hatırlatma yaparsak; on binin üzerinde kişi, siyasi düşüncelerinden dolayı KCK operasyonu adı altında tutuklandılar. Hala devam eden siyasi soykırım davaları var. Türk faşist darbe rejimi, toplumu fikri, ruhsal, kültürel, siyasi, ekonomik, ekolojik her açıdan savunamaz hale getirip silahsızlandırıp teslim almayı çokça denemiştir. On bin kişinin tutuklanması başlı başına bir toplumsal olaydır oysa. Bunu da geçiştirdiler. Şimdi akademisyenlerin savaş suçuna karşıt geliştirdikleri tutumu bile yargıya taşıdılar. Sivil insanların asgari düzeyde kendini savunma amaçlı silahlı direnişini katliam gerekçesi yaptılar. 4 bin köy yakılıp yıkılırken, boşaltılırken halkın elinde değil silah, taş bile yoktu. Diğer taraftan parlamento çözümünü gösterenlere ise HDP’li vekillere yapılan saldırıları göstermek yeterli olacaktır. HDP’li vekillere karşı‘vatana ihanet’ yakıştırmalarıyla siyasi linç kampanyaları devlet, hükümet nezdinde harekete geçirilmiş, can güvenlikleri bile kalmamıştır. Hiç kimsenin güvencesi yoktur, vekil olup siyaset yapılsa da yoktur. Açık açık Cizîr’de insanları yaktılar, katlettiler, bombaladılar. Yaşanan bir iç savaş durumudur, uygulanan hukuk düşman hukukudur. Demokratik ulusun bu nedenle dokuz ilkesinden en temel olanlardan biri öz savunma ilkesidir. Uzatmalı sokağa çıkma yasağıyla saldırı zeminini oluşturulmuştur.
Uluslararası hukuk da AİHM de bunu normal görerek suçun işlenmesine göz yumuştur. Bu yaşananlar göstermiştir ki, Kürt halkı, ezilen topluluklar kendi hukukunu ve savunmasını kendisi sağlamak zorundadır. Demokratik siyasi çözüm olması halinde ise bununda hukuki çerçevesi çizilir. Anayasal çerçevede yerel hukukun kabulü de gereklidir. Bununla birlikte Önderliğimizin toplumun kurtuluşunun ve özgürlüğünün kadın olgusunun özgürleşmesinden, kurtuluşundan geçtiğine dair yaklaşımı özgürlük hareketimizde esas çizgidir. Demokratik uluslaşma sürecinde de kadın özgürleşmesi büyük önem taşır. Önderliğimizin ‘Özgürleşen kadın özgürleşen toplumdur. Özgürleşen toplum ise demokratik ulustur’ belirlemesi, erkeğin rolünü tersine çevirmenin devrimci müdahalesi olmaktadır. Kadın olarak demokratik uluslaşmayı öz gücümüze dayalı ideolojik örgütsel alanda daha da geliştirmemiz ve politik aktörlüğümüzü belirleyen pozisyonda yerine getirmemiz şarttır. Öz yönetim hamlesinin başlaması kadının devrimci faaliyetlerine daha fazla yüklenmesini gerektirmektedir. Bu anlamda sürece öncülük eden Sêvê, Pakize, Fatma yoldaşlar sürecin ruhunu, iradesini, katılım bilincini sergileyerek direnişi kadın özgürlük çizgisi temelinde temsil etmişlerdir. Ancak Bakurê Kürdistan ve Türkiye açısından istenildiği gibi kadın hareketi olarak toplumsal bir hareketliliği açığa çıkaramadığımızda bir gerçektir. Tüm bu anlamama sorunlarından kaynaklı olarak her şey direniş süresince öz savunmayla Türk devleti arasında yürütülen askeri çatışmanın sonucuna bağlandı. Oysa öz savunma olarak çatışanlar zaten görevlerini yerine getirmek için fedaice bir direniş sergilemiştir. Öz savunma görevinde yer almayanlar açısından ise görevlerine sahip çıkmama durumu yaşandı. Yüz binlerin etkili haykırışı, yaşamı durdurması pekala gelişebilirdi. Böyle bir duruşla tam olarak sürece öncülük edildiği söylenemez. Bunun temel sebebi paradigmayı anlamama ve daha somutta demokratik özerkliğin inşa boyutuna soyunmamadır.
Demokratik çözüm toplumun kendini inşa etme olgusudur
Şunun altını bir kez daha çizmekte fayda vardır. Demokratik çözümü devletler veya hükümetler geliştirmeyecektir. Toplumsal güçlerin kendileri çözümden sorumludur. Demokratik çözüm özünde demokratik ulus olma, toplumun kendini demokratik ulusal toplum olarak inşa etme olgusudur. Toplumun kendini demokratik ulus olarak inşa etme hakkını bizzat kullanmasıdır. Bu hakkı yerine getirmekte asla tereddüde düşmemek gerekir. Paradigmamızı örgütlediğimiz kadar, özerk yönetim modeline kavuşturduğumuz kadar hegomonik ideolojiden ve sisteminden kopmuş olacağız. Temmuz ayından beri yaşanan öz yönetim direnişleri pratiklerinden ve düşmanın halkımıza top yekun saldırılarından doğru sonuç çıkarmak ve katliamcılardan hesap sormak boynumuzun borcudur. Derin acımızı yüklenerek, öfkemizi bilinçle donatarak, eyleme geçerek, örgütlenerek sürece yükleneceğimiz kesindir. Mücadelemizin odağına Önderliğimizin sağlık, güvenlik ve özgürlüğünü alarak dört parça Kürdistan’da ve yurt dışında sonuç alıncaya kadar harekete geçmek, serhildan duruşunu yaşam tarzı haline getirmek gereklidir. Siyasal, toplumsal mücadele kadar kadın hareketi olarak diplomatik, hukuki mücadelemizi güçlendirerek katliamcıları sanık sandalyesine oturtmak bizim için görevdir. Bu kapsamda yapılacak sonsuz çalışma vardır.
Özgürlüğün şafak vaktinde soylu şehitlerimizin öncülüğünde yol alırken, mücadelemizi başarıya taşımak devrim sözleşmemizdir. Yaşadığımız süreç kadın özgürlük çağının doğuşuna tanıklık etmektedir. En dipteki dalganın, sömürgenin sömürgesi olan kadınların başkaldırısıyla başaracağız. Kadınsız hiçbir proje ve plan hayata geçmeyecektir. Direnişin bedelini en ağır ödeyenler olarak payımıza sadece acılarımız düşmemektedir. Kazanımlarımız yeni bir özgürlük mirası yaratacak denli güçlüdür. Değişimin temel aktörü, dinamiği olarak ve bütün kadınlarla faşizme karşı birleşik mücadele cephesini güçlü örerek harekete geçme zamanıdır. Kazanan özgür kadın, özgür halk olacaktır.
Ronahi Serhat