HABER MERKEZİ
Hem Kürt hem de Türk devrimci gençlik hareketleri ortamında bulundum. Bu hareketlerden etkilendiğim açıktır. DDKO ve Dev-Genç’in etkisini hisset-tirdiği yıllarda bu oluşumların sempatizanı olmak küçümsenecek bir olay değildi. THKP-C, THKO, TKP/ML-TİKKO isimlerini duymuş, önderlerinin yiğitçe şahadetlerine tanık olmuştum. THKP-C Önderi Mahir Çayan’ın önce Hüseyin Cevahir’le birlikte Maltepe’de direnişi, Hüseyin’in şehit düşmesi, ken-disinin yaralı olarak yakalanması ve cezaevine konulması, ardından cezaevin-den kaçışı ve dokuz yoldaşıyla Kızıldere’de şahadete erişmesi oldukça etkileyi-ciydi. Bu katliamı protesto etmek için SBF’de yaptığımız ilk boykot eylemine önderlik edecek kadar üzerimde etki bırakmıştı. THKO Önderi Deniz Gezmiş ve iki yoldaşının idama götürülüşlerini görmüştüm. TİKKO Önderi İbrahim Kaypakkaya’nın aynı dönemde Diyarbakır Zindanında işkenceye karşı direnerek şahadete ulaşması da etkileyiciydi. Her üç önderin Kürt halk ve ulus gerçekliğini hayatları pahasına dile getirişlerine tanık olmuştum. Şüphesiz ikinci sırada gelen bir dizi başka etmenle birlikte, gençliğin bağrından çıkan bu önderlerin hakikat uğruna şahadetleri beni kendi öz gerçekliğim üzerine yürümeye cesaretlendiren temel etkenlerdi.
Öz gerçekliğin üzerine yürümeye cesaret etmek başka bir şey, nasıl yürü-neceğini bilmek ise daha başka bir şeydi. İlkokul döneminden çocuklardan namaz grubu inşa etme deneyimine sahiptim. Başka pastoral grup deneyimle-rim de vardı. Fakat ölümcül gerçeğin üzerine yürümeye cesaret etmek ve bunun ilk adımlarını atmak benzersiz, tekil bir çıkıştır. Sonradan çok tartışıl-mış, ‚Emniyet neden göremedi, neden zamanında tedbir alamadı?‛ diye eleştiriler yapılmıştı. Ancak ortada emniyetlik bir durum yoktu. Mecnun misali sayılabilecek tuhaf bir çıkış vardı: Gücün ve hakikatin, dikkat edilmezse güçsüzlüğün ve yanlışlığın kaynağı olabilecek bir çıkış. Ne kadarı akıl hareketiydi, ne kadarı duygu eseriydi sorularına yanıt vermek güçtür, pek anlamlı da değildir. 1970-‘80 Türkiye’sinde iki kelimeye dayalı siyasal bir kavramla yürüye-bilmek ve yaşamak çok önemliydi. Yıllar değil günler kurşun gibi ağır geçiyor-du. Gerçekleşmesi beklenen hedefin kendisi hayalden daha muğlâktı. Fakat grup olmanın bile büyük bir gerçekleştirim olduğundan emindim. En değme emniyet istihbaratçısının gözleri önünde oynanan grup oyunumuzun ciddiye alınmadığını, hatta hafife alındığını ve alaylı karşılandığını tahmin etmek zor değildi. Tıpkı ilk sosyal deneyimimi (Kürt olabiliriz deneyimi) aktardığım köylünün söylediği ‚Sen kuru tahtaya laf anlatıyorsun, bu tahta parçasını nasıl yeşerteceksin?‛ sözündeki gibi bir inançsızlıkla karşıladıkları açıktı. Kaldı ki, akranımız olan birçok grup, bizleri ‘Yandım Allah Çetesi’ olarak değerlendirmekten geri durmuyordu. UKOCULAR, APOCULAR ilk adlarımız olmuştu bile. Adlandırılmak gurur veriyordu. Tıpkı bir çocuğa ad vermek gibi. Fakat bu adlar kendi öz seçimlerimiz değildi. Grup döneminde kendimize ancak Kürdistan Devrimcileri diyebiliyorduk. Kendimize gerçek ad vermeye ancak grup olarak doğduktan beş yıl sonra cesaret edebildik. Ankara’nın Çubuk Barajı eteklerinde1973 Newroz’unda başlayan, çok heyecanlı, mecnun misali geçen yolculuk 27 Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis Köyünde PKK adını almakla sonuçlanınca kendimizi namusu kurtarmış sayacaktık. Bun-dan daha büyük hedef mi olurdu? Ne de olsa modern sınıfın modern örgütü kurulmuştu.
A- PKK VE ULUS-DEVLETÇİLİK İDEOLOJİSİ
Bugünden geriye bakıp PKK’nin ilanına götüren koşulları ve bilinç ortamını daha gerçekçi yorumlayabiliriz. Buna geçmeden önce özne-nesne ayrımına dayalı düşünce biçimine ilişkin değerlendirmeleri biraz daha geliştirmek konu-yu daha da aydınlatıcı kılacaktır. Batı Avrupa kapitalist hegemonyasının yükselişinde bu düşünce biçiminin temel rol oynadığından bahsetmiştik. Uygarlık sisteminin dayandığı ve kent-sınıf-devlet üçlemesinde ifadesini bulan köklü toplumsal bölünmenin meşrulaştırıcı kavramı olan tanrı-kul ayrımı azami gelişmesine Batı uygarlığında özne-nesne ayrımının en net felsefi yorumuyla erişti. Özne-nesne kavramı uygarlık sisteminin temel kavramıdır. Bu ayrım kapitalist moderniteyi mümkün kıldığı gibi, onunla en gelişkin yorumuna kavuştu.
Özne-nesne kavramına dayalı felsefenin hakikat alanında büyük gelişmelere yol açtığı bilinmektedir. Bu felsefe hakikat bilincinin oluşumunda aldırdığı mesafeyle Batı kapitalizminin dünya çapında hegemonyasını sağladı. Unutma-mak gerekir ki, her çağdaş sistem kendi dönemindeki hakikat algısıyla kendini başat kılmaya çalışır. Hakikat algısının dışında hiçbir yöntemin kalıcı başarı şansı yoktur. Hakikat algısı en yüksek olan uygarlık sistemi kendini hegemo-nikleştirdiği gibi, ancak daha yüksek hakikat algısına sahip sistemler onu aşa-bilir. Batı Avrupa’da yükselen uygarlık sistemini dünya çapında hegemonikleş-tiren temel etken onun hakikat algısındaki üstünlüğüdür. Bunu da özne-nesne ayrımını geliştirmesine ve temel felsefesi (Kartezyen felsefe) haline getirmesi-ne borçludur. Sorgulanması gereken husus, bu kavramın mutlak hakikat ifa-desi olup olamayacağıdır. Kuantum fiziğindeki çözümlemelerle özne-nesne ayrımının mutlaklaştırılamayacağı kanıtlanmıştır. Gözlemleyen-gözlemlenen ayrımı son tahlilde anlamını yitirmekte, karşılıklı etki esas olmaktadır. Çıkan sonuç, hakikatin göreceli karaktere sahip olduğudur. Mutlak nesnellik (mater-yalizm) olmadığı gibi mutlak öznellik (idealizm) de mümkün olamamaktadır. Hakikat her iki uç anlayışta değerini yitirmektedir. Özne-nesne ayrımını mut-laklaştırmayan görelilik kavramı hakikati üretme kapasitesi en fazla olan kavram niteliğindedir. Zaten Albert Einstein’ın fizikte yol açtığı devrimin teme-linde yatan görelilik kavramıyla kanıtladığı gerçeklik de hakikate ilişkin yo-rumdur. Dolayısıyla özne-nesne ayrımına dayalı kapitalist modernitenin mut-lak değer taşımadığı ve aşılması gerektiği ortaya çıkmıştı. Kapitalizmin aşılma-sı gereğini K. Marks’ın kapitalizme ilişkin yorumundan çok A. Einstein’ın hakikat yorumu ortaya koymuştur. K. Marks ve F. Engels’in materyalist doğa, toplum ve tarih felsefesi özne-nesne ayrımını aşamadığı için özgür insanın gerçekleşmesini mümkün kılamamıştır. Daha doğrusu, bu yöndeki çabaları yeterli olmamıştır. Çevrenin yıkılışı ve toplumun çöküşü özne-nesne kavramının kapitalizmde kazandığı anlam ve uygulama gücüyle bağlantılıdır. Çevresiz ve toplum olmaksızın yaşam mümkün olmadığına göre, eğer insan yaşamının sürdürülmesinde ısrarlıysak, kapitalizmin aşılması kaçınılmazdır. Özne-nesne ayrımını mutlaklaştırmayan görelilik felsefesi bu aşılma imkânını verir.
PKK’nin inşasına giderken Marksizm’in bilimsel sosyalizm çizgisine sadık kalmaya büyük özen gösterdim, gösterdik. Reel sosyalizm olmasaydı belki de PKK türü bir örgüt oluşmayacaktı. Fakat bu gerçeklik PKK’nin doğuş döne-minde tam bir reel sosyalist oluşum olduğunu göstermez. Ondan büyük oranda etkilense de, PKK’nin tüm gerçeği reel sosyalizmle izah edilemez. Bu-rada daha doğru bir yoruma varmak için görelilik ve farklılık kavramına baş-vurmak gerekir. Halen hatırlıyorum; reel sosyalizmdeki özne-nesne ayrımından ötürü PKK’nin inşası için maddi zemin arıyor, materyalist yorum yapmaya çalışıyordum. Bu arayış olmazsa olmaz türünden bir ilke değerindeydi. Kürtlerde, Kürdistan’da işçi sınıfına benzer olgular vardı. Burjuvalaşma hissediliyordu. Reel boyut için bu olgular yeterli görülüyordu. Ama tam emin oldu-ğumuzu söylemek doğru olmaz. İlke gereği bir kabullenişti bu. Böyle olunca da kendimi, kendimizi tümüyle dogmatik tarzda yaşamın doğal akışına kapatmamış oluyorduk. Bu yanımız giderek açılım gösterecek, farkımızı oluşturacaktı.
İlkelerin dogmatizme götürme tehlikesi her zaman vardır. Dogmatizm biz-de de uzun süre etkili olmuştu, etkisi hâlâ küçümsenemez. Fakat sınırlı da olsa göreceliğe açık olmamız, dogmatizmin tehlikelerine karşı en önemli sa-vunma silahımız olacaktı. Görecelik felsefesini özne-nesne ayrımındaki hakikat payından tümüyle mahrum etmeden ve karşıt temelde bir mutlaklığa dönüş-türülmesine fırsat tanımadan kullanırsak hakikatin azami yorumuna gidebilir, her kritik koşulda ona başvurarak başarıyla çıkış yapmaya ve özgür insan olmaya imkân sağlayabiliriz. Eğer bugün geriye dönüp PKK’yi yeniden yorum-lamaya çalışıyorsak, bunu özne-nesne ayrımını mutlaklaştırmayan, kendisini de mutlaklaştırmamaya özen gösteren felsefi dönüşüme borçluyuz. Özne-nesne ayrımını aşan felsefi dönüşümü küçümsememek gerekir. Postmodernist sav-rulmalara düşmeden, Marksist yorumları da dahil, kapitalist modernitenin temelindeki felsefenin bütün versiyonlarını aşmak en büyük düşünce devrimini inşa etmek anlamına gelir. Şüphesiz henüz bu düşünce devriminin başlan-gıcındayız. Yine de bu devrimin pratik sonuçları küçümsenemez. Bu çerçevede PKK’yi yeniden yorumlamak, 1970’lerin başlarında hangi dünya koşullarına ve maddi kültür öğelerine dayandığını, yine aynı dönemdeki hangi temel bilinç, örgüt ve eylem formlarını ve manevi kültürü esas aldığını belirlemek, PKK Hareketi’ni doğru tanımlamak kadar günümüzdeki rolünü de daha çok aydınlatacaktır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN