HABER MERKEZİ –
Yakın dönemde bir provakasyonla karşı karşıya kalındı. Bu konuda her ne kadar bir değerlendirme yapıldıysa da, daha güçlü değinmenin gereği vardır. Yalnız bu olaya ilişkin değil, genelde provakasyonlara daha güçlü yaklaşımla karşılık vermek gerekir. Şimdiye kadar bizde yaşanan ve daha da yaşanacak olan, bu tip olaylara karşı Parti’yi daha iyi silahlandırmak için, tarihi, sosyal, kültürel, siyasal temele dayanan bir tahlil yararlı olacaktır. Özellikle provokasyonun yansıma biçimleri üzerinde durmak gerekecektir. Ve bununla bağlantılı olarak objektif provokasyon, ki, bunlar iç içe oluyor hatta sınıf etkilerine de yeniden değinmenin yararları olabilir.
Biz Baştan beri toplumumuzun provoke edilmiş bir toplum olduğu bilinciyle hareket ediyor ve belirtiyorduk. Bu ne anlama gelir? Bizde, yaygın toplum kesimleri kışkırtılmış, sömürgeciliğin geleneksel böl yönet politikası ayrıntılara dek işlenmiş ve toplumun en ücra köşelerine kadar geliştirilen bir politika haline gelmiştir. Kabile aşiret toplulukları hep birbirlerine karşı kışkırtılmışlardır. Bu durum, Osmanlılardan günümüze kadar yaygın bir biçimde işleniyor. TC’nin Kürdistan politikası, nufüsu birbirlerine karşı kullanma politikasıdır. Bunu, bir kesime ayrıcalık vermek, diğer kesimleri de ezdirmek için yapar. Yine bir kesimi öne çıkarırken, diğer kesimleri de buna özendirmek ister. Kaldı ki ortaya çıkardığı bu kesimler, TC’yi her yönüyle temsil eder. Bu kesimler bu politikayı özümseyen, onun değer yargılarının şampiyonluğunu yapan kesimlerdir. Bunların eliyle bir yandan kuvvet biriktirirken, diğer yandan da güçsüz bırakır. Bu durum çatışmayı doğurur ve düşman da her zaman bu çatışmayı kendisini destekleyecek olanın lehinde neticelendirmek için gücünü kullanır. Geçmişte böyle olan politikaları düşman, günümüzde daha da yoğunlaştırarak uygulamaktadır. Bu TC’nin bir icadı da değil, başta İngiliz sömürgeciliği olmak üzere, tüm sömürgeci yönetimlerin egemenliklerini kolay sürdürmek için baş vurdukları bir yöntemdir. Halkı mezhep, kültür, aşiret ve etnik farklılıklar temelinde birbirine vurdurarak amacına ulaşmak ister.
Güney Afrika zencileri arasında çok yaygınca işletilen bir politika olduğu biliniyor. Bütün ulusal kurtuluş hareketlerinde buna benzer gelişmeleri görmek zor değildir. Sınıf baskı ve sömürüsünün olduğu her yerde, ucuz iş gücü ve kolay yönetim için belli bir kesimin aşağılanması gerekir. Yalnız bizde diğerlerinden farklı olarak, daha derin ve daha güçlü tarihsel temelleri vardır. Bu politikalar hemen hemen bütün toplumsal kesimlere, ailelere dek genişletilmiştir. Dayatılan yoksulluk, açaltılma çok derin olduğu için, rekabet ve iç içe geçme şiddetlidir. Nitekim bizdeki kan davaları da bu temelde ortaya çıkmaktadır. Bizde cinayetle sonuçlanan çatışmaların, basit çıkarlar uğruna meydana geldiği açıktır. Toplumsal ve ulusal mücadelenin bastırılması, tamamen stablize* edilmesi, toplumun bunun dışında bırakılması, basit toplumsal sorunların bir biçimde ortaya çıkarılmasından ileri gelmektedir. Asıl sorunlarla uğraşma, mücadele etme yerine, sıradan çıkarlar uğruna en kötü durumlar yaşanmaktadır.
Bunlar tasfiye edildikten sonra geriye ne kalacak? Yaygın sömürü ve maddi koşullardan mahrum yaşama, onları muazzam kin, öfke topluluğu haline getirecektir. Bu da, onları en küçük sorunlar karşısında birbirlerine karşı küfür, dayak, kavga ortamına itecektir. Böylece toplum, içinden çıkılamaz bir duruma gelecektir. Sürekli kendisiyle uğraştırılan, sürekli kışkırtılan, hep birbirlerinin gözünü çıkarmaya çalışan, birbirlerini adam yerine koymayan, birbirbirini küçümseyen, fırsat buldu mu komşusunun aleyhine bir çıkar elde etmek isteyen bir yapı ortaya çıkacaktır. Hatta aile içinde bile birbirleriyle kavgalı, küfürlü yaklaşımlar aile bağlarının soysuzlaştırılmasına, çürütülmesine yol açacaktır. Böylelikle toplumu en ince gözeneklerine kadar düzen, uyum ve temel hayati çıkarlardan uzak tutma gerçekleşir. Bu durum da sömürgeci yönetimin işine yarar ve sömürgeci yönetimde bundan daha uygun bir ortam bulamaz.
Böyle koşulların geçerli olduğu bir toplum, her türlü sömürüye ve baskıya açık hale gelmiş demektir. Zaten TC’nin ulusal hakimiyet politikası, onun tek ulus yaratmak istemesi ve buna sınıf karakterinin de eklenmesi, ki, bu sınıf karakteri çapulcu niteliğinde bir sömürüyü zorunlu kılıyor ulusal imha, zoraki asimilasyon ve yaygın tekelci, çapulcu sömürüyle birleşerek bizde, böylesine toplumsal bir şekillenişi meydana getiriyor. Bu şekillenme zemini üzerinde de sömürgecilik kendisini yürütebiliyor. Bütün tarihi ve güncel gelişmeler incelendiğinde, bu durumun kesinlik kazandığı ortaya çıkacaktır.
Bu ana girişten sonra, provakasyonun böylesine yaygın, tarihi ve toplumsal temeli vardır diyeceğiz. Şimdi buradan kalkarak, TC’nin daha özgün geliştirmek istediği politikalara değineceğiz. Bunun bir parçası olarak, Parti içine kadar yansıyan etkilerini kavramaya çalışacağız. Bu bir anlamda Partimiz’in geliştirmek istediği ideolojik politik kitle faaliyetine TC’nin tepkisi ve onun bir yansıması olarak da ortaya çıkacaktır. Mücadelemizin gelişmesi bu tip toplumsal yapıyı karşısında bulacaktır. Partimiz, bu toplumsal yapının üzerine gittiği zaman, kendisine provakasyonlar dayatılacaktır. Bu, maddi zeminin bir sonucudur. Şimdi konunun kısa tarihi temelini biraz daha açalım.
Günümüz Türk egemenliğini şekillendiren koşullar her ne kadar tarihe dayansa da, bugünkü gelişmeleri daha çok Osmanlı İmparatorluğu’nun Kürdistan’a girişinden ele almalıyız. O dönemi bir başlangıç olarak almalıyız. Çünkü günümüzdeki politikaları şekillendiren daha çok o dönemde temeli atılan gelişme ve politikalardan aranmalıdır.
Yavuz Sultan Selim zamanında, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu’ya yönelişi kendisine hasım güç olan İran Safavi İmparatorluğu’na karşı genişleme seferi olduğu biliniyor. Bu genişleme seferinde, Kürdistan gerçeği kilit bir rol oynuyor. Kürdistan üzerinde kim denetim sağlarsa ve çok güçlü olan Kürdistan beyliklerini kim yanına çekerse, bu savaşın kaderi onun lehine sonuçlanacaktır. Bu döneme ilişkin somut belgeler vardır. Bu dönemde Kürt Beylikleri’nin yoğun bir hareketliliği söz konusudur. Yavuz Sultan Selim’in yönelişinin öncesinde Kürt Beylikleri’nin çoğu İran saraylarındadır.
İran Şahlığı bu yolla Kürdistan üzerinde çok güçlü bir denetim sağlıyor. Diyarbakır’dan Mardin’e kadar Safaviler’ in egemenliği söz konusudur. Hatta Fırat’a kadar İmparatorluğu’nun hakimiyetini sağlamak için yoğun çabası ve savaşımı vardır. Bu konuda bir çok aracıyı devreye koymuştur. Bazen zorla, bazen de iknayla bu beylikleri sarayda misafir ediyor. Bazılarını öne çıkarıyor, bazılarını da büyütüyor. Bu, bağımlılık derecelerine göre yürütülen bir politikadır. Bu arada yirmi üç Kürt beyliğinin İran’da cebelleşme içinde oldukları, kısmen bağlılık, kısmen tepkili bir durumu yaşadıklarını ve bunların başını da Bitlis ailesinin çektiği söyleniyor.
İşte tam da bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’nun Şahlık üzerine yönelim planları ortaya çıkınca, Şahlığı kendi çıkarları için tehlikeli gören güven beylikleri ve onların temsilcilerinin buraya yönelmeleri söz konusudur. Bu girişimlerin ortaya çıkmasında çok köklü dinsel ve mezhepsel etkiler mevcuttur. Özünde hakimiyet ve paylaşımı amaçlayan bu savaşa, dinsel ve mezhepsel kılıflar biçilmiştir. Çok iyi bildiğimiz gibi, bu dinsel ve mezhepsel kılıflar şimdiye kadar da İran’ın elinde güçlü ideolojik bir araçtır. Şia mezhebine dayalı, dinsel çıkışı, dinsel alışı söz konusudur. Bu noktada Osmanlılar’ın da çok bağnaz bir sunniliği temel aldığını biliyoruz. Osmanlılar’da sınıfların gelişmesi, Osmanlı Türk boylarının ayrışmaya uğramasıyla bu yöneten beylerin sunniliğe doğru kaydığını görüyoruz.
İslamın merkezi olan Şam, daha sonra Konya, İstanbul merkezleri ve hatta, Bağdat merkezinin tüm İslam sultanları, meşru iktidarlarını destekleyecek olan sunni mezhebini geliştirmişlerdir. Bu gelişmelerin temellerini Hz. Muhammed’in ölümünden sonra atmışlardır. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Mukavviye ile Ali arasında başlayan bir kavga söz konusudur. Bu dönemde, Ali taraftarlarının Aleviliği gelişir, fakat Muaviyenin de iktidara hakim olma durumu söz konusudur. Ve bu gelenek Şam, Bağdat, Konya, Kahire ve İstanbul’da da devam eder. İslam feodalizminin merkezleri olan bu bölgeler, kendi feodal iktidarlarını geliştirir ve meşrulaştırırken; buna tepki biçiminde ortaya çıkan, ezilen ve Arap kökenli olmayan halklarda ise, aleviliğin geliştiğini ki, bu dönemde Ali taraftarlarının gelişimi söz konusudur ve bu gelişmelerin büyük bir kısmının da İran’da ortaya çıktığını biliyoruz. İran İslam devleti kendi ulusal renkleri ve özelliklerini de katarak, değişik bir mezhebe büründüğü, İran’daki İslamlığın bu nedenle eski İran İmparatorluğu’nun büyüklüğünü kurmayı amaçlayan, ondan aşağıya düşmeyen bir biçime dönüşmüştür. Şialığın ulusal direnme ideolojisi haline geldiği bu bölgede, kurulmak istenen her iktidar, bu ideolojik araca baş vurarak iktidar olabilmiştir. Böylesine büyük bir iktidar çekişmesinin, daha 10. yy’ lara gelmeden yaygın bir biçimde sürdürüldüğünü biliyoruz. Her ezilen kendisini suni merkezli, feodal iktidara karşı böylesine mezhep sapkınlığıyla bayraklandırıyor ve açığa çıkarıyor. Bildiğimiz gibi bu durumlar Ortadoğu ülkelerinde çok yaygın bir biçimde ortaya çıkıyor. Hepsinin arkasında da İran bulunmaktadır. Bu konuda çok güçlü bir direnişçi yapı geliştirmekte ve giderek kendi devletini geliştirmeye kadar götürmektedir.
İran merkezi devletlerin kuruluşlarını böylesine tarihsel gelişmelere bağlıyoruz. Feodal Sünni merkezli iktidarlara karşı ne kadar muhalefet varsa, başkaldırı varsa hepsi böylesine bir mezhebe yöneliyor. Bunların bazıları ya devlet kuruyor, ya ayaklanıyor, ya da acımasız bir biçimde eziliyorlar. Sonuç olarak bazıları da başarıya ulaşıyor. Şah İsmail önderliğinde kurulan İran Safavi devleti Şia doktrinini uyguladığı bir devlettir.
İşte o dönemde Anadolu’da sınıflaşmaya uğrayan Türk boylarının aşağı kesimleri ve ezilen, sömürülen yığınlar İran’a yöneliyorlar. Sert sınıf karekteri, üst sunni iktidarın yanında yer almaya götürürken, gerek Selçuklularda ve gerekse de Osmanlılarda bu durum böyledir. Bu baskılar, ezilenlerde İran’a yönelik bir akımın başlamasına yol açmıştır. İran iktidarı bu dönemde Anadolu’da çok geniş bir casus ağı oluşturmuş, misyonerler propagandacılar göndermiştir. Bugün bile bu yönlü faaliyetleri var. Ortaya çıkan bu durumlar, bu sanatta ne kadar gelişkin olduklarını gösteriyor. Mevcut iktidardan zarar gören kesimleri yaygınca Doğu’ya yöneltiyor. Bildiğimiz “Şaha gidelim” meselesi de böyle ortaya çıkıyor. Ortaçağ’da; Toroslar’dan, Karadeniz dağlarına kadar isyanlar biçiminde böylesine yaygın bir hareketlilik söz konusudur.
Bu dönemde isyanları ezmek için, kuyucu Murat paşanın kırk bin kişiyi diri diri kuyulara doldurduğu söylenir. İşte tam da bu dönemde, Yavuz Sultan Selim için büyük tehlike oluşturan ve iktidarını Anadolu içlerine kadar tehdit bu isyanlara son vermek için, acımasız bir biçimde katliamlara başvurur Katliamlardan kaçan kesimler bu dağlara kadar gelirler. Bu dağlara sığınmış dürzi ve alevi kesiminden çeşitli halklar, bu dönemin teröründen kaçarak Kürdistan’daki dağlık alanlara ve Toroslar’a yerleşirler. Bütün bunlar böylesine bir terörün kurbanı olmamak için yapılır.
Böylesine yaygın bir isyan katliamının yürütüldüğü bir ortamda, Kürt Beylikleri’nin durumu önem kazanır. Kürt Beylikleri sunni kökenli olmaları nedeniyle, Şia safavi Şahlığı’nın egemenliğini kolay kabul etmek istemezler. Her ne kadar sınıfsal çıkar ön plana çıkıyorsada, mezhepsel kılıfta burada rolünü oynuyor. Yavuz Sultan Selim’in böylesine bir yönelimi söz konusu olduğunda, sunni ideolojisinin köklü ve güçlü bir temsilcisi olan Bitlis Beyliği’nin ideololuğu hatta, Kürt Beylikleri’nin iyi bir ideolojik propaganda temsilcisi diyebileceğimiz İdrisi Bitlis’i Yavuz Sultan Selim için tam bir casusluk faaliyetini yürütür. Tarih bu olayı kaydetmiştir. İdrisi Bitlis’i yükler dolusu altın karşılığında, çok geniş bir ajanlık faaliyetini yürütür. Osmanlılar’ın bir casusu olarak, Beylikler arasında gizli çalıştığını tarihi belgeler göstermektedir. İdrisi Bitlisi’nin bu faaliyeti sayesinde, Kürt Beylikleri’nin büyükbir kesimi Osmanlılar’dan yana tercihlerini kullanırlar. 23 Kürt Beyliği İran’dan koparak Yavuz Sultan Selim’in yanında yer alır. Bu birleşmeden sonra, Çaldıran’da Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim’in birbirlerine karşı giriştikleri savaşta, Kürt Beylikleri’nin büyük askeri kuvvetleriyle Van’ın doğusunda savaşa girerler. Bu savaşta yenilen İran devleti geri çekilir. Yavuz Sultan Selim Tebriz’e kadar gider ve o günden bu güne kadar, Kürdistan’ın bölünmesini de sağlayacak bir sınır saptanır.
Bu sınırın Osmanlılar’dan kalan tarafı, Osmanlılar’dan yana tavır alır. Tabii ki bu, birden bire olmaz. 1639’da Kasrı Şirin Anlaşması’na kadar el değiştirmeler sürekli devam eder. Beylikler kâh o tarafın, kâh bu tarafın yanında yer alırlar. Tabiki burada çıkarlar esas alınır. Hangi taraf çıkarlarına en iyi karşılığı veriyorsa ondan yana tavır alıyorlar. Kürt Beylikleri böyle bir denge politikası içinde hareket ederler ama, bu el değişmeler bu tarihte belli bir dengeliliğe kavuşur. Böylelikle sınırlar gittikçe kesinlik kazanır. İki güçlü İmparatorluk arasındaki çekişmeler 19. yy’la kadar devam eder.
Burada önemli olan, Kürt Beylikleri’nin mezhepsel kökenleri, çıkarlarının Osmanlı İmparatorluğu’ndan yana bir dönüş yapmalarına yol açmasıdır. 1500’lerin ortalarına doğru Kürdistan, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir müttefiki ve eyaleti durumundadır. Eyalette diyemeyeceğimiz bir durum söz konusudur. Çünkü burada, bağımsızlığa yakın Kürt Beylikleri vardır. Osmanlılar yalnızca Diyarbakır’da, Erzurum’da ve son olarakta Van’da bir kaç beyler beyini idare etmektedir. Kürdistan’ın genelinde Osmanlı askeri memurları yoktur. Bugün gördüğümüz gibi, hükümet sancakları, kaymakamlıklar, valilikler, garnizonlar söz konusu değildir. Sultanlığı temsil eden bir kaç beyler beyi vardır. Kürt Beylikleri tamamen hükümet halindedirler. Kaldı ki o zaman beş hükümet ve bağımsız sancakların olduğu söylenir. Bağımsızlığa böylesine yakın beylikler, hükümet ve yarı hükümet konumunu yaşarlar. Tarihi süreç içerisinde, giderek Kürt Beylikleri’ni daraltarak ki, buna otonominin daraltılması denilir güçten düşürürler. En son olarakta vergiye ve askerliğe bağlamak isterler. Tüm ekonomik ve siyasi güçlerini önemli oranda yitirdiklerinden dolayı isyanlar patlak vermeye başlar. 19.yy’daki isyanların özü budur.
İmparatorluğun Kürdistan’ı tümüyle kendi topraklarına katması, bağımsız hükümetlere ve mahalli özerkliklere son vermesi ve en son olarakta vergiye bağlama girişimi vardır. Öte yandan İmparatorluk çok sıkışık durumdadır. Eskisi gibi Balkanlar’dan getirdiği Hristiyanlardan Yeniçeri Ordusu’nu derleyememektedir. Çünkü Sultan Mahmut Yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırmıştır. Müslüman nufüstan askere ve paraya ihtiyaç vardır. Onun için de Kürdistan’a yüklenecektir. İşte bu durum, isyanlara ve isyanların da ezilmesine yol açacaktır. İsyanların ezilmesiyle birlikte, Osmanlı orduları yaygın bir biçimde Kürdistan’a yerleşir. Ardından da sivil yönetimin peşi sıra gelmesi söz konusudur. Bunları anlatmamızın nedeni; Osmanlı birliklerinin Kürdistan’a yerleşmeye başlamasıyla, bu birliklere hizmet amacıyla çevrelerine bazı kentler oluşturmaya başlaması vardır. Bu süreçte kentlerle işbirliği içinde olacak bazı uydu aşiretler ve beylikler ortaya çıkar. Şüphesiz eskiden de beylerbeyi vardı, fakat bu beylerbeyleri hatta, daha düşük düzeyde olanları bile fazla bir şeye ihtiyaç duymazlar. Kaldı ki bu dönemde Osmanlı dili ve kültürü Kürdistan üzerinde etkili değildir. Kürt toplumunun kültürü ve dili tümüyle hakimdir. Bu dönemde Kürdistan üzerinde sömürgeciliğin bu yönü gelişmemiştir. 19. yüzyıla kadar da yalnızca vergi alınıyor. Vergiyi kendileri gelip toplayarak da değil, bizzat beyler tarafından toplanılarak verilir. Asker verme de beylerin izni dahilinde olur. İşte bu statü bozulmak istenir. Merkezi İmparatorluk bu statüyü bozmak için beylikleri devreden çıkararak, vergiyi ve askerleri kendisi toplamak ister. Bu durum ise, yeni bir sürece yol açar ve Kürdistan’a orduların yerleştirilme zeminini ortaya çıkarır.
İşte bu dönemde Kürdistan’da garnizonlar, hükümet sancakları, kaymakamlıklar örgütlendirilir. Bu örgütlenmelerin etrafında da yönetim merkezleri ve beylikler oluşur. Askeri garnizonların oluştuğu yerlerde kadılık, kaymakamlık gibi sivil idareler de kurulur. Birbirlerine sıkı bağlarla bağlı olan bu kurumların, yaygın bir biçimde gelişmeleri söz konusudur. Bu gelişmeler yeni işbirlikçi dönemin de başlangıcıdır. Ortaya çıkan bu gelişmeler bir yandan yaygın isyanları, bir yandan da yeni bir işbirliği ortamının doğmasına neden olur. İşte bazı yerli aşiretlerin, beylerin bu kentlere gitme dönemi başlar. Bunlar Kürdistan’a yerleşen merkezi otoriteyle, isyan halindeki kesimler arasında tampon bir bölge yaratmaya soyunurlar. Nasıl ki, eskiden İranlılarla Osmanlılar arasında böyle bir tampon bölgede rol oynamış işbirlikçi beylikler oluşmuşsa, bu dönemde de Osmanlı devletinin kuruluşlarına karşı isyan halindeki kabilebeylik, aşiret bunlara halk da diyebiliriz vb. kurumlarda ortaya çıkan ayaklanmalar arasında bir uzlaşma noktası bulmak isteyenler işbirlikçilerdir. Dayatılan bu yaklaşımlara boyun eğdirme, ya da yeni casusluk faaliyetleri de diyebiliriz. Bu temelde yeni rollerine soyunan kesimlerdir. Bunlar, kesinlikle isyancılardan yana tavır almazlar. Fakat, merkezi otorite kurumlarıyla ve hükümetle ilişkileri vardır. Ne de olsa yerlidirler. Yeni işbirlikçi kesimin türemesi, dar mahalli koşullarda böyle ortaya çıkıyor. Bu kesimler üstün iktidarın sahibi olarak, Osmanlı kurumlarının işbirlikçileridirler. Bunlar, her bakımdan kabule yatkındırlar. İsyancılar ile devlet arasında uzlaştırıcılık rolü oynarlar. Bu durum bir yandan bunların devlet nezdinde statükolarını arttırırken, diğer yandan da isyancılarla “sizi idamdan kurtarırız, devletle barıştırırız, işolanak veririz” gibi vaadlerle onları da etkileri altına alırlar. Ve böylelikle palazlanan bir işbirlikçi kesim ortaya çıkıyor. Bu durum 19.yy’dan itibaren gelişme gösteren bir işbirlikçi eğilimdir. Bunlar, bu süreçte farklı özellikler edinirler. Sultan Abdulhamit döneminde de bu politikalara daha da ivme kazandırılır ve bunlara daha resmi bir statü biçilir.
Hamidiye Alayları dediğimiz kurum ortaya çıktığında, bu beylikler oldukları bölgede bir yandan Ermeni isyanına, ulusal kurtuluş hareketine yönelik devlet politikası yanında yer alırken, diğer yandan ise Kürt ayaklanmalarına karşı da yer alırlar. Bu beylerin çocukları İstanbul’da sıkı bir aşiret eğitiminden geçirilir ve bu çocukların hepsini de subay yapmak için bu okullara aşiret çocuklarının alındığı okuldur alırlar. Çoğunluğu paşa olarak çıkan bu çocuklar, çok ince bir İstanbul kütürüyle yetiştirilir. Diğer yandan kaba aşiret güçleri ise, Hamidiye Alayları biçiminde teşkilatlandırılır. Kürdistan’ın bir çok bölgelerinde oluşturulan bu alayların, paşalık düzeyinde değeri vardır. Aşiret ve kabile bünyesinde binlere ulaşan silahlı kuvvetler oluşturulur. Bunlar Sultan Hamit’in son derece tehlikeli, provakatif politikalarıdır. Ve gerçekten de çok bilinçli hazırlanmış politikalardır. Günümüzde bile geliştirilen benzer politikalar bu yöntemleri esas almıştır. Bunlar gazetelere de yansımıştır. Bu provakatif faaliyetlerle Ermenilerin hareketi bastırılmıştır. 1880’lerden sonra gittikçe alevlenen bir harekettir. Kürt ayaklanmaları da bu dönemde gündemdedir. İşte bu tip milis alaylarının devreye koyulması tam bir provakasyon karakterindedir. Halk hareketlerine, ulusal kurtuluş hareketlerine karşı bir kıyım makinası gibi çalışılır. Çapul, talan bunlar tarafından gerçekleştirilir. Bu süreçte de ince bir tabaka eğitimle aydın hale getirilir ki, bunlar vali, paşa vb. yönetici yapılırlar. Örneğin Bedirhan ailesinden vali, paşa gibi yöneticiler çıkarırlar. Kaldı ki bunlar daha önce isyan halinde olan bir kesimdir. Ezildikten sonra bu sürece dahil edilirler. 1850’lere doğru bu tip örnekler çoğalır. Her bölgede tampon bir kesim olarak bunlara başvurulur. Cumhuriyet döneminde de bu politika devam ettirilir.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan/Temmuz 1988