HABER MERKEZİ- KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok’un “Ortadoğu’da Savaş ve Çözüm” başlığıyla Serxwebûn Dergisinin online sitesi için kaleme aldığı değerlendirmedir.
“Ortadoğu’nun bugünkü ulus devletli statüsü bundan yüzyıl önce oluşturuldu. Hatta daha öncesine de gidilebilir. Napolyon’un 19. yüzyılın başlarında Hindistan’a ulaşmak üzere yaptığı ya da denediği Mısır ve Moskova seferleri bile Avrupa’nın Ortadoğu’ya yaklaşım politikasından bağımsız değildir. Çünkü Avrupa Ortadoğu’yu hep önemsemiştir. Çıkarları için hem büyük önem vermiştir hem de Ortadoğu’nun kültüründen korkmuştur. Önder Apo’nun şu değerlendirmesi Ortadoğu’yu anlamak için oldukça önemli ve çarpıcıdır. Önder Apo “son iki yüzyıllık saldırıyı Napolyon başlattı, Britanya geliştirdi, ABD sürdürüyor” ve bu halen de devam ediyor. İngiltere, Ortadoğu politikasını doğal olarak imparatorluk çıkarlarına göre oluşturmuştur. Zira Hindistan yolunu denetim altında tutmak İngiltere için çok önemliydi. Bir de zengin petrol yatakları İngiltere’nin iştahını hep kabartmıştır. Buna Osmanlı ve Çarlık İmparatorluğu’nun zayıf düşürülmesi hesapları da eklenince İngiltere için Ortadoğu’da ulus devlet projesini gecikmeden uygulamak kaçınılmaz olmuştur. O günden bugüne Ortadoğu’da her gün artan düşmanlık, çelişki ve sorunlar hiç eksik olmamıştır. Bu anlamda ulus devletlerin oluşturulmasıyla birlikte Ortadoğu adeta zehirlenmiştir demek yanlış olmayacaktır. Yoksa ulus devlet öncesi Ortadoğu aslında daha az problemli bir durumdadır. Toplumsal değerler ve gelenek daha güçlüdür.
Ortadoğu toplumları tarihsel gerçekliği ve güncel somutluğuyla kapitalist modernitenin çözüm yöntemleriyle, hele hele inşa edilmiş ulus devlet zihniyetiyle çözümlenemez. Önder Apo, Ortadoğu’da toplumların adlandırılmasına ilişkin şunu belirtmektedir: “Tarihte geriye doğru gittikçe ne vilayet adı kalır ne de ülke. İslamiyet’le birlikte yön duygusu temelinde bir adlandırma benimsenmişti. Belki de daha gerçekçi, belli bir anlamı olan ‘Beled-ül İslam’, ‘İslam’ın Memleketi’ genel ad olarak kabul görüyor ve böyle bir adlandırma pek mesele de yapılmıyordu. Ülkeye tapınma yoktu. Tapınılacak varlık sadece Allah’tı. O da toplumun ortak vicdanıydı. Sıfatlarıyla, isimleriyle belli bir kavramı oluşmuştu. Belki de daha doğru olan buydu.”
Ortadoğu’da tarihin daha da başlarına doğru gidildiğinde karşımıza üç büyük semavi din çıkmaktadır. İbrahimi dinler dediğimiz bu dinler Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet’tir. Bu üç büyük semavi din Ortadoğu’dan çıkmıştır. Hepsinin özünde sevgi, ilim ve barış vardır. Hz. İsa’nın ilk sözü “sevgi”dir. Hz. Muhammed’in ilk sözü ise “oku” olmuştur. Neredeyse özü bir ve ortak özellikleri oldukça fazla olan bu üç semavi din nasıl oluyor da birbiriyle halen çatışmalı, savaş halindedir. Yahudilerin Babil’de 40 yıl sürgün yaşadıkları bilinir. Avrupa’nın Otuz Yıl savaşlarında Katolik inancının iktidara nasıl ve ne kadar bulaştığı, ondan önce de büyük cadı operasyonlarının nasıl yapıldığı da bilinmektedir. Başta iki semavi din olmak üzere tarihsel birçok inanç ve dinlerden adeta süzülerek ortaya çıkan İslamiyet, adaletin kılıcı ile tanınır, aynı zamanda acımasızlığı da bilinir. Tüm dinler içerisinde etnik kökene dayanmayan tek din Hristiyanlıktır. Bir yoksullar hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Emekçi ve yoksullar olarak bilinen Essenilere dayanmıştır. Ama ne zaman ki kilise iktidara bulaştı, Hristiyanlık hem birçok klik ve mezheplere bölünmüş hem de özünden çok şey kaybetmiştir. Ta ki Almanya’da Martin Luther’ler, Fransa’da ve İsviçre’de Kalvinizm, daha sonra İngiltere’de ise Anglikan kilisesi etkili oluncaya dek böyle sürmüştür. Hristiyanlık yoğun iç çatışmalar yaşamış, içinde pek çok farklı mezhep ve eğilimler gelişmiştir. Kendisini Reformasyona tutmakla birlikte devlet ve iktidarla arasına mesafe koyunca Aydınlanma ve Rönesans’la birlikte kendini yenilemiş, özüne dönmüştür.
İslamiyet devletle tanışıp iktidarlaştıkça ahlaki ölçülerde aşınma gelişti
Yahudilik başlangıçta biraz daha farklı, adeta bir kabile dini, bir dar kavim dini olarak gelişmiştir. İslamiyet’in gelişimi ise biraz daha farklı olmuştur. İslamiyet çok hızlı biçimde yayılmıştır. Otuz yıl gibi kısa bir zaman içinde bir dünya sistemi olmuştur. Ne var ki iktidar ve devletle tanışıp, buluştuğu oranda erozyona uğrama, kendi içinde iç hesaplaşma ve savaşlar da gelişmiştir. Emevi-Abbasi döneminde iktidar için İslamiyet’in kendi içinde yaşadığı acımasız savaşlar bilinmektedir. Kerbela katliamı bunun en açık ve bariz örneği olmaktadır. Dolayısıyla yaşanan artık büyük bir iktidar savaşı ve bozulmadır. Ahlaki ölçülerde sürekli bir aşınma, erozyon gelişmiştir. Oysa Hz. Muhammed “ben güzel ahlakı tamamlamaya geldim” demişti. Yani maddiyat değil maneviyat ve toplumsallığı önemsiyordu. Erken iktidar olma, maddiyata fazlasıyla buluşma, şatafatlı yaşam toplumda erkenden tepki ve huzursuzlukların gelişmesine neden olmuştu. O zaman asr-ı saadete dönmesini isteyen inançlı, dürüst kesimler ses ve tepki göstermişlerse de fazla başarılı olamamıştır. Hz. Muhammed’in bu güzel ahlakı tamamlamaya geldim dediği toplumsallığa ve insana büyük saygı gösterdiği İslamiyet’te bugün İslam adına özünde ise İslam’la hiçbir ilişkisi olmayan DAİŞ, Nusra, El-Kaide gibi örgüt ve oluşumları şüphesiz anlamak gerekmektedir.
Ulus devlet rejimleriyle kapitalist modernite güçlerinin bu sözde İslamcı faşist çete örgütleri nasıl yarattıkları, kullandıkları ve savaştırdıkları ortadadır. Fakat şu da önemlidir ki bu tür bağnaz, faşist, çete örgütler Hristiyanlık ya da Yahudilikte ya da başka inanç ve dinler adına çıkmamaktadırlar. Ancak kendisini reforme etmeyen, yenilemeyen İslam ideolojisi bunların filizlendiği ve beslendiği bir zemin olmaktadır. Önder Apo’nun Ortadoğu’da bir ucunda ağır bir dogmatizm diğer ucunda katı bir idealizm derken bununla kast ettiği biraz da belirtmeye çalıştığımız bu temel hususlar olmaktadır.
Demek ki Ortadoğu’nun temel bir sorunu da din milliyetçiliği olmaktadır. Şüphesiz kapitalist modernite güçleri Ortadoğu’nun yumuşak karnı olan İslam’la çok ahlaksız ve vicdansız biçimde oynamış, kullanmışlardır. Siyasal İslam’ın Ortadoğu’da reel sosyalizmin çözülmesi ve Körfez savaşından sonraya denk gelmesi elbette tesadüfi değildir. Kapitalist modernite güçleri, ortaya çıkan siyasi boşluğu Siyasi İslam Projesini geliştirerek doldurmaya çalışmıştır. Bir taraftan köktenci, radikal İslamcı olan grup ve örgütleri desteklerken diğer taraftan Siyasal İslam argümanını geliştirmişlerdir. Büyük Ortadoğu Projesi’ni, AKP ve Erdoğan’ı bunun için hazırladıkları bilinmektedir. AKP üzerinden İran Şia milliyetçiliği ile Sünni milliyetçiliği yumuşatarak, aynı şekilde laik milliyetçiliği de yine AKP üzerinden hegemonik sisteme entegre etmeyi düşünmüşlerdir. Fakat gelişmeler gösterdi ki sonuçta ortada ne Büyük Ortadoğu Projesi kalmıştır ne de din milliyetçiliğinin yumuşatılması ve sisteme entegre etmeyi başarmıştır.
Çok açıktır ki Ortadoğu’nun bu en temel sorunu olan din milliyetçiliği tüm sorunların, çelişki ve çatışmaların ana nedeni durumundadır. Halklar bu milliyetçilikler üzerinden birbirlerini kıyıma uğratmakta, boğazlamaktadır. Sorunun çözümü sorunun sahibi olan güçlerin düşündükleri ve denedikleri gibi din milliyetçiliğini yumuşatarak ya da restore ederek gerçekleşmeyeceği ortaya çıkmıştır. Sorun tamamen bir demokratikleşme sorunudur. Ortadoğu’nun demokratikleşmesidir. Yoksa din ve ulus-devlet milliyetçiliği Ortadoğu’da her zaman olacak ve her zaman devlet ve iktidar aracı olarak kullanılacaktır.
Arap-Yahudi çelişkisini de, çelişkinin ortadan kaldırılması yani sorununun çözümünü de bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Filistin sorunu daha doğrusu Arap-İsrail çelişkisi şüphesiz ki tarihsel anlamda uygarlık sisteminin yarattığı bir sorun olarak günümüzde varlığını sürdürmektedir. Kapitalist modernite güçleri ise sorunu güncelleyerek daha da ağırlaştırıp çözümü neredeyse imkansız kılan bir boyut kazandırmıştır. İslamiyet ile Yahudiliğin barışması ve sorunları çözmenin tek seçeneği iktidar ve devlet zihniyetinden kurtulmakla mümkündür. Bundan kurtulmadıkça barış ve çözüm kesinlikle mümkün değildir. Aynı zihniyette ısrar etmekle, daha çok din ve etnik milliyetçiliğe sarılmakla bırakalım anlaşmalarını ve barışmalarını tek çözüm olarak birbirlerini yok etme temelinde varlıklarını sürdürmeyi esas alacaklardır.
Ortadoğu’nun ikinci en temel sorunu ise ulus devlet milliyetçiliği olmaktadır. Din milliyetçiliğinin ortaya çıkması, sorunun Avrupa’da nasıl yaşandığı ve nasıl çözüldüğü konusunu özetlemeye çalışırken Ortadoğu’nun Avrupa’yı bu konuda birkaç yüzyıl gecikmeli takip ettiğini de anlatmaya çalışmıştık. Aynı durumun ulus-devlet konusunda da yaşandığını belirtmek gerekiyor. Bilindiği üzere ulus-devletlerin ilk örneği Hollanda ve İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Daha doğrusu ulus-devlet projesi bunların İspanya İmparatorluğu’na karşı geliştirdiği direniş sürecinde netleşmiş, öne çıkmıştır. Fransa’da ise 16. Louis’in giyotine götürülmesiyle ulus-devlete gidildiği bilinmektedir. Hepsinin özü ve özeti şudur; ulus-devletler Avrupa’da üstten indirgemeci yöntemlerle değil açıktan, kapsamlı ve şiddetli toplumsal mücadelelerin bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Halkların devrimci mücadelesiyle kurulan ulus-devletler olduğu için halkların demokrasi mücadelesi bunda hem önde hem de belirleyicidir. Yoksa hiç de öyle olmadığı halde adına burjuva devrimleri denen bu devrimler özünde halkların geliştirdiği devrimlerdir. Burjuvazi sadece hile, zorbalık ve kurnazlık yoluyla iktidara el koymuştur.
Avrupa’da ulus-devlet süreci büyük ölçüde tamamlandıktan sonra bu defa ulus-devletler arasında yoğun savaşlar yaşanmıştır. 6 Yıl, 10 Yıl savaşlarıyla birbirlerini adeta mahvetmişlerdir. Bütün bu savaşlarda ve dünya savaşlarından çıkardıkları derslerle ayrışma, çatışma ve bölünme yerine ortak demokratik değerler üzerinde yakınlaşma ve birleşmeyi çıkarları ve gelecekleri için daha doğru bir yol olarak benimsemişlerdir. Sonuçta Gümrük Birliği ile başlayan birlik şimdi ekonomik, siyasi, hukuk alanında ve daha pek çok alanda anlaşarak bugünkü Avrupa Birliği’ne ulaşmışlardır. Böylelikle Avrupa artık ulus-devletleşme sürecini tamamlamıştır. Fakat buna rağmen Avrupa’da bile halen ulus-devlet milliyetçiliğinden söz etmek mümkündür. Ama eskinin o sınır ve semboller üzerinden gelişen 6 Yıl, 7 Yıl savaşlarının da son bulduğu bir gerçekliktir. Avrupa Birliği esprisi bu açıdan önemlidir. Toplumun demokrasi mücadelesi ve gösterdiği yüksek duyarlılıkla Avrupa’da demokratik uluslaşmanın da gelişebileceğini belirtmek gerekir.
Bunları kuşkusuz Ortadoğu ulus-devletlerinin nitelik ve karakterlerini daha iyi anlamak için belirtiyoruz. Burada hemen şunu da belirtmek gerekir ki Ortadoğu’da hiçbir ulus-devlet Avrupa’da olduğu gibi devrimle kurulmamıştır. Ortadoğu’nun ilk ulus-devletleri Türkiye Cumhuriyeti ve İran ulus-devletidir. Diğer tüm ulus-devletler tamamen hegemonik sistem tarafından kurulmuşlardır. Daha önce de belirtiğimiz gibi İngiltere bunda başat ve belirleyici rol oynamıştır.
Kapitalist-emperyalizmin istikrardan hiç hoşlanmayan bir karakterde olduğu bilinmektedir. Tüm stratejik, politik çıkarlarını ve hesaplarını kriz üretmek üzerinden yaparlar. Hegemonik güçler bu anlamda istikrardan değil krizden beslenir ve hoşlanırlar. Ortadoğu politikaları da buna göre olmaktadır. Ne kadar çok ulus-devlet ne kadar çok sınırlar ve semboller o kadar sorun, çelişki ve çatışma demektir. Demek ki Ortadoğu ulus-devletleri birbirleriyle çatışsınlar, birbirlerini yorup yıpratsınlar, güçten düşürülsünler diye oluşturulmuşlardır. Yoksa aynı kavimden ve aynı coğrafyadan Arap toplumundan 22 ayrı devlet niçin kurdurtsunlar. Birbirleriyle çatışıp güçten ve mecalden düştükleri kadar hegemonik güçlere daha çok muhtaç olacak, daha çok iradesizleşeceklerdir. Böylelikle hepsi hem daha kolay ve sorunsuz biçimde yönetilecek hem de var olmalarına karşılık tüm zenginlik kaynaklarına ortak olunacaktır.
Kapitalist modernite güçlerinin bunu nasıl çok iyi biçimde kullandığı bugünkü Filistin-İsrail savaşında da açıkça görülmektedir. 22 Arap ulus-devletinin ne kadar iradesiz ve etkisiz olduğu gözler önündedir. Ortadoğu ulus-devletlerine bu anlamda aslında ajan devletler demek daha doğrudur, piyon devletlerdir. Dışa karşı ne kadar teslimiyetçi ve iradesizlerse içerde kendi toplumlarına karşı o denli ceberut ve acımasızdırlar. Tek amaçları mutlak iktidarlarını korumak ve buna süreklilik kazandırmaktır. Bunun için hegemonik güçlere ne kadar ajanlık ve işbirlikçilik gerekliyse bunda sınır tanımadan her şeyi eksiksiz ve tam olarak yapmak, aynı şekilde içe dönük kendi toplumlarına karşı ise baskı, zulüm ve zorbalıkta sınır tanımadan ajan devlet olmanın tüm gereklerini yapmak ulus-devletlerin karakteri olmaktadır. Önder Apo ulus-devlet rejimlerini bahçe ile bahçıvanla örneklendirmektedir. Nasıl ki bahçıvan bahçesinde asla hiçbir ayrıksı ot istemez, olanı da kökünden kopartarak bahçeyi sahipleniyorsa ulus-devletin zihniyeti de böyledir. Başka hiçbir kimlik ve kültürlere yaşam hakkı vermezler. Bu konuda sonuç olarak şunu belirtmek gerekiyor; ulus-devlet milliyetçiliği din milliyetçiliği kadar tehlikelidir. O halde Ortadoğu’da hem din hem de ulus-devlet milliyetçiliği bu kadar güçlü olduğuna göre çözüm nedir ve nerededir?
Önder Apo “genelde olduğu gibi Ortadoğu’da ulus-devletler bunalımdan çıkışın değil, bunalımın derinleşmesinin araçlarıdır” demektedir. Devamla “Ortadoğu bunalımına ilişkin tüm göstergeler ulus-devletlerin restorasyonlarla çıkış bulmasının zayıf bir olasılık olduğunu göstermektedir” diyor. Ve Ortadoğu’yu çözmek insanlığı çözmek demektir tespitinde bulunmaktadır.
Ortadoğu, kapitalist modernite güçleri için en öncelikli stratejik bölgedir
Daha önce de değinmeye çalıştık; Ortadoğu’nun bugünkü sistemi yüz yıl önce uluslararası hegemonik güçler tarafından Ortadoğu halklarının iradesine rağmen oluşturulmuştu. Özellikle reel sosyalizmin çözülmesi ve Körfez savaşından sonra 1990’lı yıllarda Ortadoğu’da yeni bir savaş süreci başladı. Bundan hareketle kapitalist modernite güçleri 21. yüzyılın siyasal sistemini Ortadoğu merkezli kurmak istediler. Bunun için küresel hegemonik güçler kendi iç çelişki ve ilişkilerini buna göre düzenleyip tüm hışmıyla yüklenmeye başladılar. Başını ABD’nin çektiği uluslararası hegemonik güçler buna karşı direnç gösteren ve kendileri için artık sorun olmaya başlayan Irak gibi ulus-devletleri (Saddam rejimini) gerektiğinde gözden çıkarabileceklerini, Saddam’ı idama göndererek gösterdiler.
Önder Apo, bu nedenle dünyada soğuk savaşın son bulması Ortadoğu’da sıcak savaşın üst bir perdeye sıçramasını beraberinde getirdi demektedir. O zaman ortaya çıkan şu olmaktadır; Ortadoğu’da 20 yıldır süren savaş aslında yeni türden bir Üçüncü Dünya Savaşıdır. Bu savaşta hem hegemonik güçler kendi arasında bir rekabet ve aynı zamanda çelişki içindedirler hem Saddam örneğinde olduğu gibi direnç gösteren ulus-devlet milliyetçiliğine karşı bir savaş halindedirler hem de bu savaş esas itibarıyla kapitalist modernite güçleri ile demokratik modernite güçleri arasında süren bir savaş olmaktadır. Elbette dünyanın başka bölgelerinde de benzer sorunlar ve çatışmalar yaşanmaktadır. Ancak kabul etmek gerekir ki Ortadoğu kapitalist modernite güçleri için halen en öncelikli ve stratejik bir bölge konumundadır. Sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik konumuyla olduğu kadar maddi zenginlikleri itibarıyla da bu böyledir.
Bu nedenle Ortadoğu güç ve sermaye sahibi olan herkes için önemlidir. Bu nedenle başta ABD olmak üzere uluslararası hegemonik güçler Ortadoğu’yu öyle kolay ve sorunsuz biçimde terk etmeyeceklerdir. Aksi takdirde bu ABD ve diğer kapitalist modernite güçleri için kesin bir yenilgi anlamına gelecektir. ABD’nin bunu kabullenmesi ve rıza göstermesi mümkün değildir. O halde Ortadoğu’da sürekli kriz ve kontrol edilebilir bir savaş stratejisiyle varlıklarını ve çıkarlarını koruma temelinde Ortadoğu sistemini yeniden dizayn etmek temel amaçlarıdır demek yanlış olmayacaktır. Sistemin öncülüğünü her ne kadar ABD üslenmiş durumdaysa da özellikle enerji ve ticaret yolları üzerinde, yine pazar kapma ve meta sürüm anlamında sistemin kendi içinde sorunlu ve çelişkili olduğu da bir gerçekliktir. Öbür taraftan Çin’in arayışları yanında bir de Rusya’nın durumu ve Hindistan gerçekliği vardır.
Demek ki uluslararası hegemonik güçler Ortadoğu üzerinde birbirleriyle ciddi bir hesaplaşma ve rekabet, çıkar ve çelişki içerisindedirler. Ama bilmek gerekir ki halen din ve ulus-devlet milliyetçiliğinde ısrar eden başta İran olmak üzere direnç gösteren diğer ulus-devletlerle çelişkili oldukları kadar temel sorunlarının aslında demokratik modernite güçleriyle olduğunu bilmek gerekir.
ABD’nin öncülüğünde Avrupa’nın ve diğer uluslararası hegemonik güçlerin İran’la olan ilişki ve çelişkileri bu açıdan önemlidir. Çünkü Ortadoğu sisteminin uluslararası hegemonik merkezli yeniden oluşturulmasında İran ciddi bir sorun olarak görülmektedir. İran bu nedenle ABD’ye karşı Rusya ve Çin ile yakınlaşmakta ilişki geliştirmektedir. Kendi güvenliğini sınırlarının dışında sağlamaya çalışan bir strateji uygulamaktadır. İdeolojik bir devlet olarak bölgede Şia milliyetçiliğini özellikle örgütlemektedir. Yemen’den tutalım Irak, Lübnan, Suriye hatta Bahreyn’e kadar etkisini göstermektedir. Açıktır ki İran sorunu çözülmeden Ortadoğu için düşünülen yeni sistem kolay gerçekleşmeyecektir. Ne var ki İran da pek çok sorunlar yaşamaktadır. Hem dış politika alanında büyük baskı altındadır hem de içerde içten içe gelişen potansiyel bir toplumsal tepki ile karşı karşıyadır. Sanıyoruz mevcut durumda İran iki seçenekle karşı karşıyadır demek yanlış olmaz. Birinci seçenek, içte ciddi ve kapsamlı bir reform ve demokratikleşme sürecini başlatmaktır. Aslında İran bunun ne kadar gerekli ve de önemli olduğunu, dolayısıyla bundan daha fazla kaçamayacağını çok iyi bilmektedir. Ancak korkusu vardır; çok kültürlü, çok kimlikli bir toplumdur, İran. Gerçek bir halklar ve kültürler mozaiğidir. Özgürlükçü ve demokratik değerlendirildiğinde bunun muazzam bir zenginlik olduğu tartışmasızdır. İran bunu böyle değerlendireceğine bundan korkmaktadır. Yapacağım bir reform ve açılımı ne kadar kontrol edebilirim diye çekinmektedir. Görülen odur ki İran devleti böyle demokratik bir öngörü ve iradeyle kapsamlı ve ciddi bir reform gerçekleştirme kararlılığında değildir. Böyle olunca İran’ın önündeki ikinci seçenek ise mevcut paradigma ve politikalarını daha yaratıcı ve biraz daha esnek bir yaklaşımla sürdürmesidir. Zaten şu anda yapmaya çalıştığı da bu olmaktadır.
Bunun İran için bir zorlanma olduğu açıktır. Değişim ve dönüşümden yana bir politika izlemezse var olan paradigmayla daha fazla direnemeyeceğinin farkındadır. Böyle sürüp gitmesi durumunda içerde toplumsal muhalefet her düzeyde artarak gelişecektir. Uluslararası hegemonik güçler ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan her düzeyde yaptırımlar uygulayacak, baskı ve şiddeti daha da artıracaktır. Nitekim mevcut durumda yaşanan süreç biraz da böyle bir süreç olmaktadır. ABD inisiyatif dışı kontrol edilemeyecek bir savaştan yana görülmemektedir. Şimdilik İsrail’e rağmen daha çok baskı uygulayarak yıpratma politikasını uygulamaktadır. Zira İran’la açıktan bir savaş rahatlıkla ve dosdoğru bir Ortadoğu savaşına evrilebilecektir. Böyle bir savaşı henüz kimse göze alabilecek durumda değildir. Aynı durum İran için de geçerlidir. İran halen savaşı vekalet güçleri üzerinden sürdürmektedir. Doğrudan inisiyatif ve kontrol dışı bir savaştan kaçınmakta, böyle bir savaşı arzulamamakta ve çıkarlarına uygun görmemektedir. Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşı dediğimiz savaşın bundan önceki dünya savaşlarından farkı uzun yıllar süren bir savaş olması biraz da bundandır.
Ortadoğu’yu elbette Türkiyesiz değerlendirmek eksik kalacaktır. Türk devleti de İran devleti gibi imparatorluk geleneği üzerinde kurulan Ortadoğu’nun ilk ulus-devletidir. İran Şialığına karşı Sünniliği temsil etmekte hatta öyle ki Erdoğan bir zamanlar kendisini İslam’ın adeta 5. Halifesi gibi görmekteydi. Şüphe yoktur ki zaten tam da bunun için AKP ve Erdoğan ABD’nin bir projesi olarak hazırlanmıştı. Büyük Ortadoğu Projesi de bunun ürünüydü. AKP devleti DAİŞ ve bağnaz faşist diğer çete örgütlerle haddinden fazla ilişki geliştirdi. DAİŞ, Nusra, El-Kaide üzerinden Ortadoğu’da özellikle de Suriye’de ve Kürtler üzerinde etkili olmaya çalıştı. “Ilımlı İslamı” bir tarafa bırakıp özüne uygun tam radikalleşti. Böylelikle Büyük Ortadoğu Projesi de berhava oldu, ortadan kalktı.
Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin önünde en büyük ve en ciddi engel kesinlikle Türk devleti olmaktadır. Neo Osmanlıcılık zihniyeti AKP’de güçlüdür. Tarihten gelme bir yayılmacı politika izlemektedir. Bölge halklarını Osmanlı İmparatorluğu kompleksi ile küçümsemekte, hakir görmektedir. Kürt halkı üzerinde soykırım politikasını uygulamaktadır. Şu anda Suriye’de ve Irak topraklarını (Rojava ve Başûrê Kurdistan buna dahildir) büyük ölçüde işgalin de ötesinde açıkça ilhak etmiş durumdadır. Türk devleti genel olarak Ortadoğu’da kriz yaratan, yarattığı kriz ve sorunlar üzerinde politika geliştiren bir devlet konumundadır. Sorunlara çözüm arayışlarının olduğu hiçbir yerde Türk devletini görmek mümkün değildir. Ancak nerede bir kriz ve sorun varsa Türk devleti öyle ya da böyle mutlaka oradadır. Bu anlamda Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin önündeki en büyük bariyerlerden birisi de Türk devleti olmaktadır. Sürekli kriz üreten bir politika sahibi olduğu için istikrar, demokratik çözüm, barış, değişim ve dönüşüme kesinlikle karşıdır. Bu denklemi tersinden okuduğumuzda karşımıza çıkan şu olmaktadır; Kürt sorununu çözen, demokratikleşen bir Türkiye’nin Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde inanılmaz düzeyde önemli ve büyük bir katkısı olacaktır. Ancak AKP-MHP faşist rejiminin buna büyük bir direnç gösterdiği açıktır. Ne var ki çaresi ve başka bir seçeneği yoktur; Kürt sorunu çözülecek, Türkiye demokratikleşecektir. AKP-MHP faşist rejiminin direnci bunun önüne geçmeye ve engellemeye yetmeyecektir.
Başka bir açıdan bakıldığında neredeyse eş zamanlı kurulan Ortadoğu’nun ilk iki büyük ulus-devleti olan İran ve Türk devleti şimdi çok ciddi biçimde zorlanmaktadırlar. Türk devleti de İran’ın zorlandığı kadar zorlanmaktadır. Hem de NATO’nun üyesi olmasına rağmen artık uluslararası hegemonik güçler bile Türk devletiyle ilişkilerinde zorlanmakta ve de zorlayan bir tutum geliştirmektedirler. Türkiye’nin birçok uluslararası enerji ve ticaret projelerinin dışında tutulması bundandır. Halen jeopolitiğinin eskisi kadar stratejik olmadığının farkında bile değildir. Ekonomileri batmış, siyasetleri tıkanmış, uluslararası itibar ve ağırlıkları büyük ölçüde yara almıştır. Özetle demek istediğimiz şudur; değişen dünya koşullarında yeniden kurulmak istenen Ortadoğu sistemi karşısında Türkiye var olan haliyle yürüyemez. Kurdistan Özgürlük Mücadelesi ve Türkiye’nin demokrasi güçleri zaten zorlamaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin önünde de iki yol ve seçenek bulunmaktadır. Birinci yol, üzerinde olduğu şimdiki yoldur; sonuçları ortadadır. İkinci seçenek ise Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüyle birlikte Kürt sorununun çözülmesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi seçeneğidir.
AKP devletinin halen bunun çok gerisinde olduğu, katı oligarşik totaliter faşist rejimde ısrar ettiği açıktır. Zaten sürecin olağanüstü nitelikte olması da bundandır.
Kürt sorunu bir Ortadoğu sorunu Kurdistan devrimi de Ortadoğu devrimi olmaktadır
Demek ki Ortadoğu’nun demokratikleşmesi sorunu bir anlamda ve aynı zamanda bölgenin ilk ulus-devletleri olan İran ve Türkiye’nin demokratikleşmesiyle yakından bağlantılıdır. Bu böyle ise her iki ülkenin demokratikleşmesi de birebir Kürt sorununun çözümüyle bağlantılıdır. Her zaman belirtildiği gibi tersi de doğrudur ki demokratikleşen bu ülkeler demek çözülen Kürt sorunu demektir. Kürt sorununun çözümü ile Ortadoğu’nun demokratikleşmesi, bunun ilişki ve diyalektiğini bu biçimde özetlemek kesinlikle doğrudur. Önder Apo’nun “Kürtler tıpkı uygarlığın şafak vaktinde oynadıkları rolün bir benzerini bu sefer demokratik uygarlık temelinde oynayabilirler” ve “Kürt ‘Teşi’si dönecek ve Ortadoğu’yu demokratik uygarlık çağına ulaştıracaktır” değerlendirmelerinde de görülmektedir ki Kurdistan devrimi dolayısıyla Kürt sorunu bugün her zamankinden daha fazla bir Ortadoğu sorunu ve Ortadoğu devrimi olmaktadır.
Ortadoğu’nun demokratikleşmesi sorunu bir anlamda ve aynı zamanda bölgenin ilk ulus-devletleri olan İran ve Türkiye’nin demokratikleşmesiyle yakından bağlantılıdır. Bu böyle ise her iki ülkenin demokratikleşmesi de birebir Kürt sorununun çözümüyle bağlantılıdır. Her zaman belirtildiği gibi tersi de doğrudur ki demokratikleşen bu ülkeler demek çözülen Kürt sorunu demektir. Kürt sorununun çözümü ile Ortadoğu’nun demokratikleşmesi, bunun ilişki ve diyalektiğini bu biçimde özetlemek kesinlikle doğrudur.
Ortadoğu’da bir de Arap ulus-devletlerinin durumu, yine Arap-İsrail ilişkileri ve Filistin sorunu vardır. Arap ulus-devletlerinin birer manda rejimleri olmanın ötesinde bir özellikleri bulunmamaktadır. Ancak Ortadoğu yeniden dizayn edilirken bu rejimlerin mutlak sorun olduğu da açıktır. Hegemonik güçler Arap ulus-devletlerini nasıl dönüştürebiliriz diye uğraşırken sorunun bir restorasyon sorunu olmadığını da bilmektedirler. Dolayısıyla sorun Ortadoğu’nun demokratikleşme sorunu olarak görülmek durumundadır. Tam da bu noktada iki çözüm alternatifi ortaya çıkmaktadır. Birincisi, uluslararası hegemonik güçlerin çözümüdür. Bunda arzulanan son derece sınırlı, kimi reformlar olmaktadır. Kaldı ki ulus-devlet zihniyeti buna bile açık olmayacak kadar geri ve katıdır. Önder Apo bu nedenle Ortadoğu ulus-devletleri bunalımı çözen değil bunalımın bizzat sebepleridir, demektedir. Hiç esnemeyecek kadar katı ve dogmatik oldukları için restorasyon, değişim-dönüşüm bu rejimler için geçerli olmamaktadır. Olsa bile palyatif, sınırlı bazı değişim ve çözüm arayışları olabilir ki bu da bu rejimlerin gerçek bir değişim ve dönüşümü yaşadıkları anlamına kesinlikle gelmez. Dolayısıyla kapitalist modernitenin Ortadoğu’da gerçekten demokratik anlamda bir çözüm alternatifi olabilmesi söz konusu değildir, olamazlar da.
Sonuçta var olan sistemin kurucuları kendileridir. Halkları, kültürleri ve toplulukları ulus-devlet üzerinden tam yüzyıldır adeta bir cendereye almış olanlar onlardır. Son örneği Filistin-İsrail savaşında bir kez daha görülmektedir. Yine açıkça bir kez daha görülmektedir ki tüm sorunların, kötülüklerin ve acıların tek sebebi Ortadoğu halklarının başına musallat olan her türden din ve ulus milliyetçiliği olmaktadır. Var olan zihniyetle, Hamas ile İsrail yüz yıl daha savaşsalar da şimdiki bulundukları durumdan kesinlikle daha iyi ve daha ileri bir durum ortaya çıkmayacaktır. Çünkü milliyetçilik öldürmektedir. Varlıklarını birbirlerini öldürmenin üzerinde gördükleri için bu zihniyetle çözüm asla mümkün olmamaktadır. Ortadoğu’nun demokratikleşmesi sorunu elbette her türden milliyetçiliğe ve iktidar zihniyetine karşı halkların, kültürlerin ve toplulukların mücadeleyi demokratik ulus bilinciyle birlikte geliştirmeleriyle mümkün olacaktır. Bunun paradigması Önder Apo’nun Ortadoğu’nun demokratikleşmesi ve çoklu sorunlarının çözümü için ilaçtır dediği ekolojik, demokratik, kadın özgürlükçü paradigma olmaktadır. Din ve ulus milliyetçiliğinin yüzyıldır zehirlediği Ortadoğu’da yine Önder Apo’nun demokratik ulus ruh, demokratik konfederalizm ise bedendir dediği paradigmanın inşa edilmesi hayati önemde olmaktadır.
Hamas’ın İsrail’e yaptığı saldırıyla başlayan ve aylardır süren savaşta on binlerce insan yaşamını yitirmiştir. Yüz bin üzerinden yaralının olduğu Filistin’de birçok sivil yerleşim alanlarıyla birlikte Gazze yerle bir edilmiştir. Hamas bu savaşı niye başlattı ve ne kazandı, gerçekten önemli bir sorudur. İsrail halen savaşta neden ve niçin ısrar etmektedir? Bu da önemli bir soru olmaktadır. Belli ki İsrail kesin olarak Hamas’ın iradesini kırmayı, Hamas’ı silahsızlandırmayı hedeflemektedir. Enerji koridoru ve ticaret yollarının güvenliği üzerinde inisiyatif kazanmak istemektedir. Filistin-İsrail savaşının bir de bu amaçla çıkartıldığı şimdi daha iyi görülmektedir. Din ve ulus milliyetçiliğinin yarıştırılmasıyla ortaya çıkacak olan ancak bunlar olabilirdi. Bu minvalde sürekli bir gerilim siyaseti, çelişki ve çatışma eksik olmayacaktır. Hem İran hem de ABD’nin kontrollü bir savaşın sınırları zorlamayan bölgesel çapta gelişecek bir savaştan yana olmadıkları ortaya çıkmıştır. Süreç şimdilik biraz da bu biçimde yönetilmeye çalışılmaktadır. İsrail’in İran’ı doğrudan hedefleyen bölgesel düzeyde bir savaşı tetiklemek istediği doğrudur. Ama bunu da ABD istememektedir. Irak, Suriye, Yemen ve Libya’da yaşanan çatışma ve sorunlara da bu perspektifle yaklaşılmaktadır. Ulus-devletlerdeki zihniyet bu olduktan sonra iktidarların değiştirilmesiyle bir şeylerin ciddi anlamda değişmediği, bilakis bunun beraberinde bazen daha da ağırlaşan sorunlar ortaya çıkardığı, adına Arap Baharı denilen süreçte birçok ülkelerde yaşanan gelişmelerde açıkça görülmüştür. Suriye konusunda bile bundandır ki ihtiyatlı bir politika geliştirilmektedir. Çünkü Baas rejimini değiştirmek mümkün olsa bile yerini dolduracak hazır, örgütlü bir güç bulamamaktadırlar. Kuzey ve Doğu Suriye’nin dışında Suriye’nin toprakları üzerinde Baas rejiminin yanında, bir de işgalci Türk devletine bağlı DAİŞ ve Nusra hakim durumdadır. Uluslararası hegemonik güçler mevcut durumda Nusra ve El-Kaide kökenli güçleri Baas rejimine tercih ve alternatif olarak görmemektedir.
Özetle; kapitalist modernite eksenli ya da referanslı bir perspektifle Ortadoğu sorunlarının çözülmesi ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesi mümkün değildir. Bu anlamda çözüm için bir seçenek olarak öngörülen kapitalist modernite seçeneği artık büyük ölçüde bir seçenek olma şansını yitirmiştir. Dünyada demokratik yanı henüz çok yetersiz de olsa halklar arasında federasyon, konfederasyon, özerklik gibi birçok örnekler oluşturulmuştur. Belçika, Rusya, İsviçre, İtalya, ABD, AB, Irak vb ülkelerin federasyon, özerklik, konfederasyon deneyimleri vardır. Ortadoğu bu konulara toplumsal ve tarihsel olarak daha çok aşinadır. Ağırlıklı federasyon örnekleri özerklik olmakla birlikte konfederasyon denemeleri olmuştur. Ortadoğu’da 20 yıldır süren, daha ne kadar süreceği de belli olmayan Üçüncü Dünya Savaşı mutlak demokratikleşen bir Ortadoğu’yla son bulacaktır. Tarihin gelişim diyalektiği bunu göstermektedir. Birinci Dünya Savaşı kapitalist-emperyalist sistemin en zayıf halkası olan Rusya’da Ekim Devriminin gerçekleşmesiyle son bulmuş, dünya genelinde yoğun ve yaygın biçimde gelişen ulusal kurtuluş hareketleri olmuştu. İkinci Dünya Savaşı faşizmin yenilgisinin ardından liberalizmin yaygın biçimde kendini örgütlediği, sermaye aklıyla birlikte Avrupa Birliğinin ortaya çıkma koşulları yaratılmıştı. Ortadoğu’da sürmekte olan Üçüncü Dünya Savaşının da mutlak tarihsel anlamda sonuçlarının olacağı kesindir.
Bu bağlamda şimdiden belirtebiliriz ki Üçüncü Dünya Savaşının sonu Ortadoğu’da halkların, kimliklerin ve kültürlerin özgürlüklerine kavuştuğu, kendi öz bilinç ve öz iradeleriyle kendi demokratik sistemleri olan demokratik konfederalizmi inşa ettiği bir başlangıç olacaktır.”