Yolcular için ana yurdunu bölen sınırların bir anlamı yoktu, onlar hep hiçe saydı sınırları. İlk adımları bir sınırı aşmak oldu hep; sınır aşmak özgürlüğe atılmış bir adım gibiydi. İşgalcilerin sınırları, yolcuların ayakları altında defalarca defalarca parçalandı. İlk sınırı içinden attığı kahkahalarla aştı Laşer de.
HABER MERKEZİ – Yüzyıllardan beri çiçeklerin bedenler üzerinde boy verdiği bir coğrafyadır Kürdistan. Dünyanın dört bir yana savrulan çocuklarının, özlemiyle yanıp tutuştuğu ana yurdu. Bu ana topraklarına kavuşmak için yürünen bir yoldur Kürdistan. Nehirlerin deryasına ulaşmak için menderesler çizdiği dağlıların yurdu. Kervanların soluklandığı, dağ yellerinin bedenleri serinlettiği, masal kuşlarının mekanıdır Kürdistan. Nice rengin, dilin, inancın, kültürün, sesin ahenkle koyaklarda yankılandığı ülkedir. Ateşler içindeki alnımıza dokunan bir sevgi elidir.
Nice yolcunun bir kuytuluğunda düştüğü işgal altındaki topraklardır Kürdistan. Ki hala yollardadır nicesi. Dağılan parçalarını toplamak için o ülkenin. Ki o parçalar, yüreklerde çoktan buluşmuştur.
Bir yolcuydu Laşer de. Metropollerin yabancılığında başladı yola. Kalbi Kürdistan’daydı. Kalplere giden patikalarda sınırlar yoktu. Kendini aramaya koyuldu. Yola koyulmadan önce uzak bir kentte gördüler Onu, gözleri ışıl ışıldı. Kentlerin ağırlığını atmış sırtından, bu yüzden hafifti. Dediler ki, O çoktan birleştirmiştir kalbinin parçalarını; ışığın kırıldığı ana ulaşmıştır. Güneş, yatağına doğru süzülürken, O, çoktan yola koymuştu.
Kürdistan, Laşer’in sazından çıkan ezgilerdi. Ne güzel anlatırdı ülkemizi; ne güzel dokunurdu parmakları sazın tellerine, hayran bakışlarımızın altında. Gönlünün güzelliğiydi belki de o ezgileri daha da dinlenilesi kılan. Her kişi coğrafyasına benzer. Laşer de, Munzur suyuna, dağlarına benzerdi. Gece karası gözlerinde hüzünle karışık sevgi, bazen suskun bir ırmaktı. Bazı insanlar vardır; yeryüzünden bir tüy hafifliğinde geçerler. Adımlarını, adeta yeri incitmemek için usulca atarlar. Konuşmaktan çok dinlemeyi yeğlerler. Yüreklerinde, güzel olana dair her şeyi biriktirdikleri bir yeryüzü taşırlar. Laşer de o nadir bilgelerdendi. Mütevazi ve sevgi dolu bir insan.
Yolcular için ana yurdunu bölen sınırların bir anlamı yoktu, onlar hep hiçe saydı sınırları. İlk adımları bir sınırı aşmak oldu hep; sınır aşmak özgürlüğe atılmış bir adım gibiydi. İşgalcilerin sınırları, yolcuların ayakları altında defalarca defalarca parçalandı. İlk sınırı içinden attığı kahkahalarla aştı Laşer de. Bir tek gözlerine bakabilenler gördüler sırrını.
Ardından ‘yasaklı’ bölgelere yolculuk başlıyordu. İkinci kez özgürlüğe adım atmak, ‘yasaklı’ ilan edilen coğrafyayı karış karış dolaşmaktı. Baştan başa Botan’ı aştı Laşer, karlı dağları, ormanları, yakılmış köyleri; nice nehirden geçti, boğazına dek ıslanarak. Ipıssız ovalardan dolandı; suni ışıkların aydınlatmaya çalıştığı ‘uygar’ dünyadan uzaklaştıkça, köklerine yaklaştı. Ne kadar yükseğe çıkarsa o kadar yaşama yaklaşacaktı. Gönül gözünde uçsuz bucaksız çiçekli kırlar uzanıyordu artık.
Laşer de, tüm sınırların ötesindeydi. Ölümü, yorgunluğu, açlığı, acıyı hiçe sayan bir yerinde evrenin. Zamanın zerreciklerine dek sığabildiği o başlangıcın tozunda. Yedi kat gökten sızarak yeryüzüne ışık ile ulaşan toz. Gök ile yerin buluştuğu sularda. Zor olanın, sıcak bir bakış, güzel bir ağaç, bir lokma buğday ekmeği ile tozla buz olduğu anda…
Yol, dönüşerek yürümekti içinin ıraklarına. Sason’a ulaştı. İlk duraktı. Sason’un, ana toprakları Dêrsim’e ne kadar benzediğini keşfetti. Resmi devlet ideolojisinin sürekli ‘ayaklanma’ diye verdiği ancak aslında Dêrsim gibi bir katliam olduğu ve orada olanlara çok benzediğini… Ömrünü de uzaklara savuran kara trenin buralardan geçtiğini de öğrendi. Kimse bilmezdi Sason’un kayalarına sinmiş acısını. Unutmak, kara bir delikte yitmek gibidir. Dolanır durur ama önünü bulamaz olur insan. Laşer, kayalardan, dağdan, taştan öğrendi; mağaralarda toza bulanmış insan parçalarından. Çürümeye bırakılmış bir ağaç parçası kadar yalnızdılar.
Dêrsim gibi ‘deşilmesi gereken bir çıban’ olmuştu Sason da. Burada katliam yaparak rütbelerini yükseltenlerin daha sonra Dêrsim’de daha da yükseldiğini bildi. Tıpkı Dêrsim gibiydi: Kadın, çocuk, yaşlı demeden insanlar kıyımdan geçirilmiş, köyler talan edilmişti. Dağların kuytuluklarına sağınmışlardı sağ kalanlar. Onları da sığındıkları mağaralarda vurmuşlardı. Mağaraların ağzında kükürt ve odun yakarak, içeridekileri boğmuşlardı. Dahası sağ kalmış olabilirler diye mağaralar üzerlerine çökertilmişti. Geriye kalanlar bilmedikleri yerlere sürülmüş, Sason yasak bölge ilan edilmişti. Bu yüzden Sason da kardeşti ana toprağıyla.
Lakin yürek durulmazdı, ille de doğduğu toprakları isterdi. Onu sevdiğini göstermek, onun için kavga vermek başka bir duyguydu. Laşer, doğduğu topraklara uzanan yollara çıkmaya karar verdi. En son siyah uzun yeleli bir atın yanında gördüler O’nu. Kara gözlerinden tanıdılar, bağlamanın teline incelikle dokunan ellerinden, insanın yüreğini serinleten bakışlarından… Dağlarda da aynı incelikle dokunuyordu her şeye. Atın yelelerine dokunduğu gibi taşlara da, çiçeklere de…
Temmuz’un ilk günü, Sason yaz sıcağında kavrulmaktaydı. Gök yarılmıştı adeta, demir kuşlardan ateş yağıyordu. Gece miydi, gündüz mü? Zaman insan sınırlarına çekildi. Tarihin tüm direnme savaşları gibi eşitsizdi, adaletsizdi. Her bir yolcuya, binlerce asker düşüyordu. İlk değildi böyle eşitsiz savaşta kendilerini bulmaları. Ardından birileri sayacaktı onları.
İnsan yüreği böyle bir şeydi, muktedirlerin bir türlü çözemediği inançlı yürekler. Çok olmak değildi işin sırrı; boyundan büyük ve ağır silahlara sahip olmak da değildi. İşin sırrı, özgürlük yoluna düşen serüvencilerin yüreğinde gizli, anlatılamaz, ancak yaşanabilirdi. Dirençleri, kayaları yarıp da yeşeren filiz misaliydi. Bir avuçtular her zamanki gibi, hesapsızca direndiler, çarpıştılar, çıplak bedenleri kaldığında ölüme kucak açtılar.
Zamanın ilk başlangıcına dönüyordu her şey; toz, duman, genizleri yakan barut kokusu doluydu hava. Tozun içinden geçtikten sonra bedenlerde duraklıyordu demir parçaları. Son savaşındaydı Laşer. Toz zerrecikleri gözlerine dolduğunda anladı bunu. Sadece bedeninde bir sıcaklık hissetti. Munzur suyunu düşündü, kendine koynuna bıraktı, su alıp götürdü bedenini. Hafifledi, yeryüzünün tüm sınırları anlamını yitirdi; kuşlar çığlık çığlığa geçti tozun içinden.
Ülke özlemi, bir avuç toprağa sığar mı? Bir avuç toprak düştü Laşer’e. Güneşte yanan bedenini, Kürdistan’ın yağmurları yıkadı. Geride kalanlar, bir kayanın altına gömdüler düşenleri; yeniden düşmek için yollara. Yası henüz tutulmadı onların, hiçbir zaman vakit olmadı.
Laşer, hayat yeniden başlıyor yokluğunda. Çok uzun zaman geçti, neredeydin, gözlerimiz hep seni aradı. Zamanı başlatan o tozlar, yeniden serpilecek gittiğin her yere… Çok sevdiğin topraklar seni bekliyor. Şimdi ana toprağına yolculuk vaktidir. Değişen her şeye rağmen Munzur aynı güzelliğinde. Bir melek gibi geçtin hayatımızdan. Seni çok sevdik, unutmadık. Ölümsüzlük de, sevdiklerinin yüreğinde yaşamaktır belki de