HABER MERKEZİ
Hatırlatmak gerekirse, 1925’te Şeyh Sait İsyanı kanla bastırılmıştı. 1930’da katliamla sonuçlandırılan Ağrı İsyanı ve 1938 Dersim Soykırımı ardısıra gelmişti. Böylece devlet, 1940’lara girildiğinde, bundan yaklaşık yüz elli yıl önce başlamış olan Kürt Serhildanlarını mutlak biçimde yok ettiğini düşündü ve Kürdistan’ı sömürgesi haline getirdi. Sonrasında geçen otuz yıl, Kürtler adına, tarihe, Tunç Yasası’nın işlendiği ve dışarıda fırtınalar kopsa bile Kürdistan’da bir yaprağın bile kıpırdamadığı “ölü bir zaman” olarak geçecekti.
Soykırımdan geçirilmiş bir halkın, bu otuz yıllık süreçte büyüttüğü yeni jenerasyonun, Kürt gerçeğini yeniden dirilteceği, hatta geri dönülmez bir muhteşem sonu başlatacaklarını kimse tahmin etmiyordu. Kürt’ün yok sayılan talihi tersine dönecek, Kürt’ün yazılamayan tarihi de yeniden kaleme alınacaktı. Kimsenin ihtimal bile vermediği o dönemden doğan ve son isyan olarak isimlendirilen Kürt Özgürlük Hareketi ve onun Önderlik’ini ortaya çıkaran bir jenerasyon yetişecekti.
Önder Öcalan’ın, 2001’de İmralı’da yazdığı Urfa Savunmasında, yaşadığı toplumsallık için “kendisine bile hayrı yoktu” dediği bir gerçeklik vardı. Toplumun o jenerasyona sunduğu yegane şey, özün büyük oranda korunmasıydı. Öz, 1970’lerle birlikte şaha kalkmış olan sosyalist devrim mücadelesinin ücra köşelerinde kalmış olmasına rağmen, günü geldiğinde rolünü oynayacaktı. Çünkü soykırımdan özenle korunmaya çalışılmış olan bu şey, Kürtlüğün kapitalist moderniteye bulaştırılmamış haliydi. Fazlasıyla gelenekseldi ve tarihin derinliklerinden geliyordu. Ama ölü zamanın etkisi her yana sirayet etmişti. Bu yüzden Kürdistan’a dair herhangi bir hakikati dile getirecek bir durum yoktu. Öyle ki Önder Öcalan’ın aklından geçen bir hakikat vardı ama mevcut dünya ve içinde soluk aldığı atmosfer bu hakikati dile getirmeye izin vermiyordu. Hatta bu hakikati ve var olan gerçekliği dillendirip dillendirmemede kendisinden bile şüphe duyuyordu.
Ama hakikati haykırmak, çocukluğundan bu yana Önder Öcalan’ın doğasında vardı. Bir haykırış için savaşma ısrarı, onu adım adım büyük bir mücadeleye, görülmemiş bir direnişe, bunun örgütüne ve partisine, nihayetinde bunun kazanma gücü olan Kürdistan gerillasını yaratmaya götürecekti. Bunu yaparken de herkesten önce kendisine ve aynı yolda yürüyeceği arkadaşlarına güvendi, Kürdistan halklarına inandı. Bu çizgiden bir adım bile sapmadı. Her mekan ve zamanda halkların çıkarlarını kendi yaşamından üstün gördü.
Tüm bunlar, Önder Öcalan’ın bir Ankara sabahında, Kürdistan Devriminin Yolundan yürümeye karar verdiğinde, işin başında tanıştığı Haki Karer ve Kemal Pir’e söylerken baygınlık geçirdiği “Kürdistan Sömürgedir” sözüyle dile gelen hakikatin ta kendisiyle ilgiliydi. Ve daha birçok şeyle birlikte bu hakikatin temel tahlilinde yerini alacaktı.
Olan şey şuydu: Kürt ve Kürdistan vardı. Tüm katliamlara rağmen özünü korumayı başarmışsa da tümden bir soykırımın kıskacındaydı. Başını kaldıracak durumda değildi. Tarihin derinliklerinde saklı olan gerçekleriyle yeniden buluşturulmaya ve diriltilmeye ihtiyacı vardı. Bunun için de yenilmez bir direniş elzemdi. Bir daha aynı şeyin tekerrür etmemesi için de başlayacak bu direnişin öncüsü bir parti ve onun savunma gücü gerilla örgütlenmeliydi. İşte PKK’nin ve Kürdistan gerillasının ortaya çıkışının en kısa bir özeti buydu.
İspatlanmaya çalışılması bile haram olan Kürt gerçeğinin üstü, ölü toprağı ile kapatılmıştı. Yaşarken ölü halde olan Kürtlük üzerinde her türlü uygulama mubah görülmüştü. Kürt’ün kendisi kadar on binlerce yıllık yurdu da hergün sömürülmüştü. Yani, bir ülke, o ülkenin halkı ve onun soykırımdan geçirilip sömürgeleştirilmesiydi tespit edilen. Her tespitin ya da teşhisin de bir karşılığı, bir anlamda tedavisi vardı. O da uzun süreye yayılacak olan bir devrimci halk savaşı stratejisi geliştirmekti. İşte 70’lerin başlarından günümüze değin gerçekleşen şey buydu. Öz, yani Kürt’ün kendi olması, Kürt’ün kendiliği, kayada biten çiçek misali modern dünyanın içinde filizlendi. Tohum, Önder Öcalan’a dayanan felsefi, ideolojik ve siyasal düşüncelerdi. Bu anlamda bir Önderliksel Hareket olmayı başarmıştı. Tohuma verilen su, sosyalizmdi. Susuz filizlenmesi, dallanıp budaklanması beklenemezdi. Mevcut sisteme entegre olmasının önündeki en büyük engel de bir bakıma tohumu güçlendiren gübre misali, Kürt gerçeğinin hergün, her an günyüzüne çıkarılmasıydı.
Önder Öcalan’ın, özgürlük arayışındaki akli, duygusal, felsefi, sosyolojik, siyasi, askeri, stratejik ve taktiksel mücadelesi tek yönlü değildi. İçinde bulunduğumuz sürecin de en yoğun biçimde dayattığı bir alan olarak uluslararası ilişki, siyaset, diplomasi, diyalog, müzakere, strateji ve ittifaklar da hep ve Önderliksel bir çizgide yaşandı. Mücadelenin başladığı iki bloklu dönemin aktörlerinden Sovyetler Birliği’nden Türk devletiyle çelişkisi olan ülkelere kadar hepsiyle ilişki geliştirildi. Ama hiçbir zaman yürütülen mücadele, ilişkiye girilen güçlere dayanmadı. İçlerinden biri ya da birkaçıyla en ileri düzeyde bir ilişki geliştirilmişse de Önder Öcalan kendi mücadelesini esas aldı.
Türk devleti, PKK’nin, bırakalım aktörler ve güçler arası bir ilişki geliştirip mücadeleyi uluslararası zemine taşırmasını, böyle bir akla veya güce, iradeye bile sahip olamayacağına inandı. “PKK dış güçlerin maşası, PKK dışarıdan yönetiliyor” dese de PKK, ekonomi dahil tüm gücünü Önderlik’inden, partisinden ve halkından alıyordu. Hiçbir şeyin özgürlükten daha değerli olmadığı bilinciyle öz gücüne güvenerek mücadele etti, ediyor. Tüm mücadele alanlarında olduğu gibi bunda da öz, esastı.
Bu özde teslimiyet asla kabul edilmedi. Daha en başında “Savaşmayın, devleti yenemezsiniz, ölürsünüz” denildi. Ama en zor şartlarda bile özgürlük savaşında ve direnişte ısrar edildi. Dağlarda, zindanlarda, Türkiye metropollerinde, Avrupa’da ve 21. yüzyılla birlikte çöllerde, Kürt halkının olduğu her yerde bunu gerçekleştirdi. Büyük bedeller ödeyerek özgürlük yolunda ısrardan geri adım atmadı.
Direnmeden kazanma, mücadele etmeden başarma olmayacağını, zorluklar ne kadar fazla olursa olsun direnmekte ve başarmakta da ısrar etmeyi bir gelenek haline getirdi. Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin bir insanla başlayıp milyonlara ulaşması ve dal budak Kürtlerin yaşadığı tüm alanlarda bir örgüte ve büyük bir mücadeleye dönüşmesi, bu sayede gerçekleşti. Bu, öz güce olan inanç ile direnmeden-mücadele etmeden kazanılamayacağının tecrübesine olan güveni ifade etti. Sosyolojik açıdan da felsefi ve stratejik açıdan da bir gelenek, onu yaratan öznenin özüyle ne kadar yakın ve ona ne kadar bağlıysa o kadar önemli sonuçlara ulaşılabileceği gerçeği ortaya çıkmıştı.
Önder Öcalan’ın özgüven ve öz güç üzerinden oluşan siyaset ve ilişkileri yürütmesi de buradan kaynağını aldı. Diplomasi bu temelde yürütüldü. Ulusal birlik, halkların kardeşliği ve demokratik birliğe olan inançla diplomaside hep halk esas alındı. Devletlerle ilişki geliştirildiğinde de bu güce dayanılarak ilişki ve diplomasi geliştirildi. Elbette bir ilişki geliştirmek ve o ilişkiden halklar lehine kazanımlar elde etmek, yine mücadelesiz ve bedelsiz olmayacaktı. Nihayetinde bedeli olmayan bir özgürlük yoktu. Bu sayede Kürdistan’ın dört bir yanında ve ülke dışında birçok kazanım elde edildi. Bu kazanımlar sadece Kürt halkının değil, tüm ezilenlerin, halkların ve mazlumların özgürlük alanları ve kazanımları haline geldi.
3. Dünya Savaşı’nın en kaotik ve bu kaosun da en daralmış süreci içindeyiz. Önder Öcalan’ın siyaset becerisi ve ilişki geliştirmedeki ustalığının bir eseri olarak Rojava Devrimi’ne yönelik AKP-MHP faşizminin soykırım saldırısı ise beklenen bir gelişmeydi. Kuzey-Doğu Suriye halklarının, SDG öncülüğünde devam eden direnişi de bu kazanımın korunmasına dönüktü. Kesintisiz direniş ise Önder Öcalan’ın siyaset ve ilişki geliştirmedeki ustalığına dayandı. Bu anlamda dünya siyasi tarihinin en önemli diplomatlarından biri olan, ABD’nin dışişleri eski bakanlarından Henry Kissenger’ın ifade ettiği “Gerilla kaybetmezse kazanır, geleneksel ordu kazanmazsa kaybeder” tespiti, tam da bugün, Rojava’daki durumu tanımlıyor. “PKK’yi iyi bilirim, yenilmezdir, bitmeyen bir romandır” diyen Önder Öcalan’ın “Dünya senin karşında olsa sen sonuna kadar savaşını verirsen, başarırsın. Dünya senin yanında olsa sen kendi savaşını vermezsen kaybedersin” sözleri ise Rojava’nın içinde bulunduğu duruma temel bir perspektif oluyor.
Sonuçta, her halükarda ve bedeli ne olursa olsun, Önder Öcalan’ın yarattığı bu mücadele ve onun dayandığı tüm fikirsel ve pratik arka plan, direnildiği ve mücadele edildiği oranda sonuç alındığını gösteriyor. Bu direniş ve mücadelenin de “özü itibariyle” geleneksel direniş ve mücadele biçiminde yürütülmesi, kazanmanın ve zaferin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla soykırıma karşı yeni başarıların elde edilmesi, faşizmin tümden yenilmesi ve kesin zaferin gerçekleşmesinin de Önder Öcalan’ın sözlerinde gizli olduğu ortaya çıkıyor.
Fırat CUDİ
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi