Bugün görüşme notunuzu okuduk. Sizin uyarı ve perspektifleriniz doğrultusunda HPG, son konferansında tam içeriğini bilmiyoruz ama aktif savunma konumuna geçtiğini ilan etti. Bu topyekûn savaş anlamına geliyor. ABD güdümlü komplo ve oyunları halkımız ve hareketimiz üzerindeki şiddet dozajını artırdı.
Başkanım, görüşme notunuzda bir tehlikeye daha dikkat çekiyorsunuz, zehirlendiğinize. İnsanlıktan nasibini zerre kadar almamış zalimler sizi direkt imhayı göze alamıyorlar. O yüzden hücre hücre bitirmek istiyorlar. Zaten 8 yıldır insanüstü bir direnişle o koşullarda yaşıyorsunuz. Ve direnmeye devam edeceğinizi söylüyorsunuz.
Başkanım, direniş düzeyinizi düşündükçe beyin yürek sınırlarım zorlanıyor. Siz topyekûn saldırıya karşı konumunuzu baştan beri, bugün de koydunuz. Gerilla güçleri olarak mevzilenme, taktik vb. örgütün hazırlığı ne düzeyde tam bilmiyorum. Ama kendini bu halka ve onun mücadelesine feda etmiş olan bizlere öncülük görevi düşüyor. Birey olarak sizin şahsınızda bu sürece nasıl cevap olabilirim diye üzerine yoğunlaşıyorum. 1999 süreci gibi bir gafleti hiç kimse kaldıramaz.
Başkanım, siz şehitlere olan bağlılığınızı tarihsel çıkışlar yaparak ifadelendirdiniz. Ve ifadelendiriyorsunuz.
Birçok arkadaşta da ve kendimde de gördüğüm şehitlere bağlılığımızı eylemin diline yetkince çeviremiyoruz. Bu kış sürecinde bunun üzerine çok yoğunlaştım. Adaletsiz şartlarda yürüttüğümüz savaşın adaletsizliğini bir kez daha gördüm. Bu kış ortası düşman tüm tekniğini kullanarak bize yöneldi. Ve canımızdan dört can daha kopardı. Düşmana karşı intikam duygumuz size ve halka yönelik saldırıyla dorukta. Bu öfke ve intikam duygusunu baharda nasıl düşmana kusacağımızı ve örgüte nasıl kazandıracağımızın arayışı çok yoğun.
Biz gerillayız ve kendimizi bu halka onun özgürlük mücadelesine adadık. Bu yüzden özgürlüğün bedel istediğinin farkındayız. Çözümlemelerinizde de, görüşme notlarınızda da ısrarla anlamlı ve kahramanca bir şahadet dışında yersiz kayıplarımızı kabul etmediniz, etmiyorsunuz. Ben de; “basit bir yaşamı kabul etmediğim gibi başarısı olmayan bir şahadeti de kendime kabul etmiyorum” şiarını esas almaya çalışıyorum.
Seninle kavgamı paylaştığım kadar, Gabar’ın yeşilliği kadar kırmızıya, sarıya, mora bürünen kuş sesleriyle cıvıl cıvıl ahenk kuran doğa güzelliğini de paylaşmak isterdim. Dün kaldığımız noktanın sırtlarına çıkıp Gabar’ı soluk soluk içime çektim. Yüreğime ve ciğerlerime dolan o saf havanın yüreğime baskı yaptığını hissettim.
Ve Gabar’da geçirdiğim günler… Gözlerimin takıldığı her yerde çoğu şehit düşen yoldaşlarımla bıraktığım anılara daldım. İçimde depremler oldu, sessiz depremler. İnsan sevdasına kavuşmasına ramak kala böyle mi olur? Ya ulaştığında ne duygu yaşar? Arayışları biter mi? Hani bir söz vardır; “sevda ulaşılmadığı sürece güzeldir” diye. Gerçekten de ulaşıldığında güzelliği kalmaz mı? Ya da anılar dünyasına mı döner?
Amed’e yoğun çabalardan sonra kavuşacağım. Arkama bakmadan gidebilecek miyim? Baktığımda ne çok acı çekiyorum. Çünkü arkamda Gabar’ı ve en zor koşulları paylaştığım yoldaşlarımı bırakacağım. Daha yola çıkmadan bu duyguları yoğun yaşıyorum. Yani mutluluk ve burukluk.
Dağları devire devire gerilla serüvenlerimiz sürdü, sürecek her şeye rağmen.
Zaman akarsu misali akıp gidiyor. Dere yatağında ne varsa alıp götürüyor. Ben de öyle yapacağım. Gabar ve buradaki değerli yoldaşlıkları yüreğimde götüreceğim. Götüreceğim yolda beni nelerin beklediğini bilmeden. Çünkü yarınlarımızın garantisi yok. Aynı tulumu, aynı lokmayı, aynı kavgayı paylaştığım yoldaşımın bugün yanımda yarın toprağın bağrında olması gibi. Neyse yine derin düşüncelere daldım.
Dünyaya dönüyorum! Gitmeden Gabar’daki çalışmamı bitirmek için yine takımdan karargaha döndüm. Yarım kalan davaları sonuçlandırmak için son hız çalışıyorum. Bir yandan da karargahın bildik yoğun temposunu yakalamak için koşturuyorum. Bazen şakayla karışık misafir olduğumu söylesem de son güne kadar pratik çalışmalardan kopmamaya çalışacağım. Misafirlik anlayışı doğru değil çünkü. Diğer yandan arkadaşlara doymasam da bol bol tartışma yürütüp resim çekiyoruz…
Gabarlı günlerden bir kesitti yazmaya çalıştığım. Bin yıl yaşasam da gerilla yaşamına doymam herhalde. Özgür yarınlarda özgür topraklarda bu güzellikleri birlikte arşınlama umuduyla…
Özlemin doruk noktası
Bugün çok heyecanlı, mutlu ve bir o kadar hasret doluyum. Can yoldaşım, ağabeyimden haber aldım. Arkadaşlar fotoğraf ve defterini elime tutuşturduklarında geceydi. Kara bulutları yarmaya çalışan dolunay ışığı altında yazdıklarını okumaya, resimdeki simaları tanımaya çalıştım. Ama olmadı. Ve sabaha 6-7 saat var. O gece nasıl bitti bilmiyorum. Saat başı uyanıp gökyüzüne baktım. Bir türlü sabah olmuyordu. Zaman sanki merak ve heyecanımı ve sabrımı sınar gibiydi. Ve herkesten önce rojbaşa kalkıp başımın altına koyduğum defter ve resimlere baktım.
Annemi, yeğenlerimi, kardeşlerimi görmeyeli yıllar olmuştu. Tam yedi yıl. Resimlere baktıkça yılların acımasızlığını derinden hissettim. Özellikle annemin yüz hatlarında yılların birikmiş acılarını gördüm. Derin ve kutsal acılar. Kutsal acılar diyorum, çünkü emekle, seviyle büyüttüğü çocuklarını kutsal bir davaya vermişti. Analık emeğini, hakkını onun gibi acı çeken anaların kanayan yaralarını, gözyaşlarını dindirme savaşımız sürecek.
Anneme olan sevgimi bir şiir misali dizelere dökmek isterdim. Agit ağabeyim kadar yetenekli de değilim, dizelere dökeyim. Yazdığı ‘oğul’ şiiri benim de duygularımın ifadesi olmuş aslında. Agit yoldaşımın mektubunu ve şiirlerini de okudum. Yüreğini, düşüncelerini paylaştığım ağabeyim ve beni derinden anlayıp hisseden can yoldaşımın yazdığı her satıra anlam yükledim. Gerek zindanda gerek dışarıda yaşadığı duyguları hissettim. Hem benzer duyguları ve pratiği yaşadığım için hem de onun kişiliğini tanıdığım için. Ama yine de yüreğim burkuldu. Onun dediği gibi pamuk ipliğine bağlı acımasız bir yaşam. Ve büyük mücadele istiyor. Bu gerçekliği ben de tanıyorum ve yaşıyorum. Ancak kendine “insanım” diyen ve onun gereklerine göre yaşamak isteyen her birey sevdiklerinin acı çekmesini istemez, kabullenmez. O yüzden ben de kabullenemedim.
Yeğenlerim ne kadar büyümüş. Tanımakta güçlük çektim. Onların resimlerine baktıkça yaşlandığımı hissettim. Onları çok merak ediyorum. Resimler yerine onları görmeyi çok isterdim. Özellikle annemin ve yoldaşım ağabeyimin beni gerilla elbiseleri içinde görmelerini… Ama erken buldum. Çünkü sevdamın dağları olan Amed’e emek vermeden onların karşısına çıkma hakkını kendimde görmedim. İlerde biraz daha iş yapayım -ki yüzyıl da ömrüm olsa ve emek versem de bu onurlu özgürlük mücadelesinin hakkını veremem- sonra başım dik, vicdanım rahat karşılarına çıkarım. O günün gelişini sabırsızlıkla bekleyeceğim. Eminim ailem de o günün hayalini canlı tutuyorlardır.
Şimdi takımın tüm üyeleri yine bir aradayız. Arkadaşlar da aileyi merak ettiği için resimler ve defter elden ele dolaştı. Bazı fotoğraflara yapılan yorumlar karşısında gülmemek elde değildi. Arkadaşların espri ve gülmeleriyle bulunduğumuz yamaç yankılandı. Ve her zamanki gibi arkasından ‘ses’ uyarıları geldi.
Özlemlerin bittiği bir dünyada buluşma umuduyla.
Öteki Ben’e sesleniş
Ölümden sonra yaşam var mıdır? Birbirini çok sevenler ölümden sonra konuşur mu? Destanlar öyle diyor. Mesela Leyla ve Mecnun’un yıldız olduğu ve yılda bir defa buluştukları-konuştukları söylenir. Ki gökyüzünde yıldız çakışmasını görmüştüm çocukken.
Her canlı doğar, yaşar ve ölür. Ölü olan dirilir mi? Bir canlı ölümsüz olabilir mi? Ölümsüzlük yeniden doğma mıdır? Yoksa kendi içinde bir evrimi mi yaşar? Bir insan öldüğünde beden çürür-ölür ama ruh uçar gider, ölmez deniyor.
Ruh duygu-düşüncenin yoğun hali değil mi? Duygu-düşünceyi harekete geçiren bedendeki hareketlenmedir. Beden gittiğinde duygu düşünce de yitmez mi? Ölü düşünmez acı çekmez, mutlu olmaz oysa şehit düşen yoldaşlarımızı düşünüyorum. “Şehitler kervanına katıldı” deriz. Kervanlarımız nereye gidiyor, menzilleri ne kadar, birlikteler mi, birbirlerini hissedebiliyorlar mı? Onları yıldızlar ülkesinde düşleriz. Bu inançla kendimizi avutuyor muyuz, yoksa gerçekten öyle bir yer var mı? Mutlak yok olma yoktur. O zaman hücrelerimiz yok olmuyor başka bir canlıya dönüşüyor. Bir çiçek belki böcek ya da ağaçta can buluyor. Acaba çok sevdiğim bir yoldaşımın hücreleri çiçek olmuşsa o çiçek beni gördüğünde tanır mı, duygulanır mı?
Bazen doğaya baktığımda bir ağaca, böceğe içimde bir kıpırdanma hissederim ama adını koyamam. Güneş yanıyor ama kül olmuyor. Küller yine ateş, ışığa dönüşüyor. İnsan doğanın bir parçasıysa onun da dirilmesi gerekmez mi? Evren ve içindeki insan birer muamma. Aklımın sınırları zorlanıyor. Ölüm-yaşam, hayal-gerçek arasında bir sır. Yaşam, sonsuz zaman dilimine sığdırdığımız bir nokta. Ve kum deryasında bir zerrecik, anlamımız bu kadar. Ya bizim yüklediğimiz anlam. Bazen bir okyanus bazen de okyanusa düşen bir damla.
Şimdi ömrümü topluyorum. Boş ve acıyla geçen yılları çıkarıyorum. Dolu, mutlu geçen yıllara çarpıyor, iddia-hedeflerime bölüyorum. Çıkan sonuç ben ve benden ötesinin yaşama-ölüme, gerçek ve hayallere yüklediği anlam kalıyor.
Mutluluğun Resmini Kim Çizebilir?
Özlemlerimden biri daha gerçekleşti. Hayalin gerçeğe dönüşmesi… Can yoldaşımla buluştum. Kalbim göğüs kafesime sığmadı o an. Yoldayken çok heyecanlıydım. Nasıl karşılayacak? Ağlamamak için kendimi şartlandırdım. Ve işte o on! Elinden, avuçlarından uçmamam için sıkı sarılışını ve o sevgi dolu bakışlarını unutmuyorum. Konuşamıyordu. Yılların özlemiyle sözcükleri adeta boğazında düğümlenmişti. Ve biraz da mağrur. Benim de söyleyecek çok şeyim vardı ama benim durumum da ondan farklı değildi. Dillerimiz tutuk ama yüreğimiz coşkun sel gibiydi. Bir bir sormaya başladım ardımda bıraktığım canları. O da dili döndüğünce sıraladı.
Asıl söylemek istediği şeyleri de sıkıştırıyordu araya. Sevginin, özgürlüğün acı bedelini. Geçmişe dönüp acılarıyla yüzleşme cesaretini gösterebilmişti. Benim de yüzleşmemi istiyordu. Buna ne zamanım var ne de koşullarım izin veriyordu. Bunu ona da belirttim. Savaş koşullarının acımasızlığı, keskinliği var. Gözünü hedeften kaçırdığın an veya dönüp arkana baktığın an vurulursun.
Ona göre değişmiştim. İçinde bulunduğum koşullar bunu zorunlu kılıyor. Can yoldaşım da değişmişti. O katı insan gitmiş yerine çok duygusal bir insan gelmişti.
Yaşadığı acı gerçekler onu bu duruma getirmişti. Salavat getirir gibi sürekli; “sen yaşa ki yaşatasın” diyordu. Ürkekti, korkuyordu kaybetmekten. Tıpkı yıldızlar gibi bir sevdiğinin daha avuçlarından kaymasından korkuyordu. Koşullar ve mekan duyguları ne kadar etkiliyor. Biz de sevdiklerimizi kaybetmekten korkuyoruz ve her gün bir yoldaşımızı, canımızdan bir parçayı toprağa veriyoruz.
Ama sevgilerini yüreğimizde filizlendiriyoruz. Ya eylemle suluyoruz ya da bağlılık sözümüzle… Yani kaybetmeyi kavuşmaya, ölümü yaşama, sevgiyi umuda dönüştürerek acılarımızı katlanır kılıyoruz.
Can yoldaşımla yaşadığım o zaman diliminde bunları iç içe yaşadım. Ayrılmadan son birkaç dakikada vicdandan söz etti. Bana bir şey olursa vicdan azabı çekeceğini söylüyordu. Ben ise tam tersini düşündüğümü belirttim. Zamana sığdırmadık paylaşımlarımızı. Bir kelimeyle özetledik. “Sen yaşa ki yaşatasın, acılarımız umuda dönüşsün” sözüne karşılık. Yaşama bağlı kalarak onurunuzu koruyacağım!” dedim. Ve can yoldaşımın anlıma kondurduğu öpücükle vedalaştık…
Şehit Avaşin Dicle/Arkadaşın Günlüğü’nden