HABER MERKEZİ-
Dün gece bir çiçeği yalnızlığa bıraktım
Dedim ki, belki dünya değişmek isteyebilir
Dedim belki hiç ölümler olmamış
Gitmeler hiç bilinmemiştir
Dedim ki belki hiç gitmemişsindir
Belki ben şaşırmışımdır yaşam ve ölümün yerini.
“Sesimi sana getirsinler diye ben dağ suları ile konuştum. Ateş hatlarında bir vedaya kanmazsın, su kalbimi kırmaz sanmıştım. Senin için niyetlenince laleler derlemeye, gölgesiz vadilerde, uçurum kıyılarında, tanımadığım çiçekler gösterdi kendini bana. Dünya bu kadar kötü olabilirken, nasıl bu kadar iyi niyetli kaldığımızı anlattılar bana. Ben sana onlardan hikâyeler topladım, en çokta uzun uzun dağ lalesini anlatacaktım. Çiçekler bu defa ellerimi bırakmaz sanmıştım…
Geçtiğim pusuları, gittiğim uzak yolları, bombardımanları anlatacaktım; o sıra iki kelebeği saatlerce seyrederken farkına vardıklarımı, bir devedikenini avuçladığımda neden ellerimin acımadığını, bir pezkovi ile subaşında karşılaşmamı anlatacaktım. En çok da, o sırada nerdeyse duracak kalbimi anlatacaktım. Bu defa uzaklar beni üzmez sanmıştım…
Sensiz kalmışız arkadaş
Ben seni nasıl düşündüğümü anlatmayı düşünüyordum. Hayatı duydum, atların rüyalarını, kuşların uçma hissini, yaprağın düşüşünü. Ben seni düşünürken dünyada her ne varsa sana benzedi.
Karanlıkta baykuş öterken, köşe başlarında namlular, gökte uzun menzilli savaş kodları, devrime beş on kala, aslında hiçbir şeyi uzun uzun anlatamayacağımı biliyordum. Ama seni bir daha göremeyeceğimi düşünmedim. Düşüncelerim bu defa beni yanıltmaz sanmıştım…
Bir dağ başında, bir su kenarında ve bir meşe ağacının altında oturdum her gün ve sana seslendim “Seni öldürmelerine izin verme’’ dedim. Seni nasıl düşünürsem başına gelir diye, bir güvercini bir zeytin ağacı ile karıştırırdım aklımda. Seni ve hayatı barıştırırdım aklımda. Seni dünyaya karıştırırdım. Madem aklımda olan başına gelecekti, ölüm seni unutur düşüncesini çizdim aklıma.
Ama çekilmiş güneş, yıldızlar dökülmüş üstüne, kadim zamanlar uyanmış, incir ağacını bir sancı tutmuş, sensiz kalmışız…
Sensiz kalmışız arkadaş!
İdrak edememe halidir belki…
Vurulmuşsun bir Haziran akşamüstü ve ben sana hiçbir şey anlatamadım. Ben senin yüzüne baktım. Eline yüzüne bulaştırmışsın hayatı. Hüznün baştan sona bir eyvah. Ben senin gözlerine baktım. Huma kuşu kanadın yanarmış diye ağladım. Huma kuşu yanarmış…
Bilmez kimse nasıl getiririz Kaf dağının ardını, kışın ardını, serabın ardını, günün ardını. Bilmezler nasıl taşırsın göğsünde zafer nişanını. Saklarız süt buğdaylar ve zeytin dalı ile acılarımızı. Bilmezler arkadaş, sensiz bu dünyanın nasıl ıssız olduğunu. Bir savaşın barışı gitmiş gibi. Kurdistan’da yiğitliğin görkemi ve ihtişamıydın. Adımların göksel savaş tanrılarının sesi gibiydi. Sana en çok Hektor mu, Akhilleus mu benziyordu diye çok düşünürdüm. İkisini de sana benzetemezdim; ancak savaşçılık da ikisi birlikte sana benzeyebilirdi. Ama anlam olarak, Troya için Hektor neydi ise Efrîn için de sen oydun. Bir savaşın barışı gitmiş gibisin… Bir haritanın kalbini kırmış da gitmişsin…
“Bir şey olursa bilmelisin ben her zaman var olacağım ve yazmalısın’’ demiştin. Sen gittikten sonra anladım ki artık şehadete yol aldığını biliyormuşsun ve seni yaşatacığımı, buralarda kalacağımı da biliyormuşsun. Senin bu sonsuzluğa çağıran hallerini aslında sen daha gitmeden ben de anlamıştım. Hatta sana hep gidiyormuşsun gibi bakardım. Yine de bir yıl oldu şu kısa yazıyı yazmaya çalışıyorum. Bir yıldır bu sayfa üzerinde dönüp duruyorum. Bir yıldır gidişinin gerçek mi bir kötü rüyamı olduğunu anlamaya çalışıyorum. Gerçeklik duygusunu kaybediyoruz bazen, gerçeği kabullenmek bana vazgeçmek gibi geliyor. Bu yüzde yazamadım. Şimdiye kadar sadece gittiğini idrak etmem gerekiyordu. İdrak edemiyorum ama anlıyorum ki idrak etmeme gerek yok, belki de bu idrak edememe hali yaşadıklarımızın ta kendisidir ve seni anlatmamıza da ancak bu sebep olacaktır.
Kavuşmak denilen mekân…
Arkadaş, canım arkadaş
Sadece bilim ve felsefe dediği için değil, içimde bir his var, yaşamın ve evrenin bu kadar bir şey olmadığını söylüyor. Tam anlatamayız ama sezeriz, duyumsarız ve hissederiz; gerçek, görünmeden önce bir ışık kökü gibi bir inanç gönderir kalbimize. O uzun tarih zerreleri depreşir durur her acı içinde. Seninle kuantum üzerine neden çok konuşurduk şimdi daha çok anlıyorum. Mevlana’nın “Başka bir hayat lazım bize ölümümüzden sonra’’ dediği gibi bir acı gerçeğin arayışıdır bu. En çok dolanıklık teorisini sevmiştik; birbirine dolanmış bir atomu ikiye ayırdığında ve iki parçayı evrenin iki ayrı ucuna da koysan, eğer birinde bir değişiklik olursa, diğer parçanın aynı şekilde etkileniyor olması bizi büyülemişti. Buna hayalet etki de diyordular ve kanıtlanmış bir teoriydi. Dolanıklık teorisi ölümümüzden sonra bir şeyler olduğunu anlatıyordu. Ki bilim ve felsefe yokluk olmadığını ve yokluğun doğaya aykırı olduğunu söylüyor; o zaman sonsuz ayrılık da evrene aykırıdır. Demek ki ayrılık gibi, kavuşmak denen mekân da canımızda saklıdır.
Canım arkadaş;
İçimde bir his, ilk insanlar gerçek ile ilgili ne demişse hakikatin o olduğunu söylüyor. Acaba denizlere giden ırmaklar, bir birine değen çiçekler, evrendeki sonsuz toz zerreleri, kuşlara şiirler okuyan Feqiyé Teyran, yıldızların ölümü ve doğumu, ayrılıp buluşan yağmur ve bulutlar, ateşe koşan kelebek, durmadan yanıp tutuşan Simurg, düşünen insan ve sürekli bir birine dolanan bu evren neyi anlatır bize?
Yıldız gibi aktı geçti
Hatırlarsan bir iğne ucu kadar küçük bir zerrenin patlaması ile oluşan evreni, ilk bir saniyede evrenimizi şekillendiren kuvvetleri ve o zerrenin içinden dağılan duygulu ve akıllı canlı zerrelerin insan biçimine gelinceye kadar kat ettiği milyarlarca yıllık tarihsel serüvenini tartışırken ne çok heyecanlanmıştık. Bu serüven bu Dünya’da son bulamazdı, sürüyordu mutlaka, dünya bu sonsuz evren içinde ne olabilirdi ki? Dünya belki de bu sonsuz serüven için çok kısa bir buluşma ya da ayrılık mekânı olabilir. Bu sonsuzluğun sürdüğünü bilmek ve bu umut muhteşemdir canım arkadaşım. “Biz yıldızlardan geliyoruz, yıldızlara gideceğiz yine’’ demiştin. “Yıldız gibi aktı geçti’’ türkü sözlerini de bu nedenle çok severdin. İlk insanların hafızası daha berrak olduğu için mi hakikati daha doğru anlamıştılar? Onların on binlerce yıl önce söylediklerini bilim daha yeni keşfediyor. Ve biz ancak bu dünya için bir sonsuz ayrılık olan ayrılığa düşünce anlıyoruz. Gerçek değil mi ki “14 bin yıl gezdim pervanelikte’’ sözlerini dile getiren ozan. Demem o ki gerçekten ayrılık yoktur; biz milyarlarca yıldır beraberiz, on binlerce yıldır tanışıyoruz, başlangıçtan beri tanışıyoruz ve sonsuzca bir birimizin parçasıyız. Bundan sonra da gövdesinde bir can olduğumuz bu evrenin başka bir yerinde ve biçiminde buluşacağız. Bu yüzden derim ki sonsuz tüm yaşamlarda seni arayacağım ve bulacağım arkadaş. “Geniş zaman, sonsuz zaman seviyorum ben’’ demiştin ya, işte öyle bir geniş zaman içinde tüm sonsuz olasılıkları farz ediyorum ve sana sesleniyorum:
Farz et göç yolunu şaşırmış kuşum
Sana sığınmaya gelmişim
Bir yurt dilemişim mor sarı kırmızı renklerden
Yollarını bahçelerden yapmışsın
Farz et göç etmekten vazgeçmiş
Derya dibinde medeniyet kurmak isteyen bir balığım
Seninle dostluk muhabbetine gelmişim
Madenin cevherini sormaya gelmişim
Cevher kutusunu vermişsin
Farzet bir meşe ağacıyım
Sırtını gövdeme dayayacağın günü bekliyorum
Kollarında müzik ile geliyorsun
İçinde bir keman çırpınıyor, alnıma bir şarkı tırmanıyor
Ayrılığın bir zaman yanılgısı olduğundan bahsediyor
Sonsuz olan kavuşmakmış diyor
Farzet sonsuz olana gelmişiz
Susmuşuz, susmuşuz…”
Kaynak: Yeni Özgür Politika