HABER MERKEZİ –
Yeni katılmış olmanın heyecanı hala ilk günkü gibi bende duruyordu. Sadece bende değil…
Kürdistan’ın en yüksek ve ulu dağlarının olduğu, kışların uzun baharların kısa olduğu Serhat eyaletinde gerillacılık yapıyordum. 1994 yılıydı. Daha yeni bir gerilla sayılırdım. 94 yılının aylar süren operasyonlarının başladığı günlerdi. Operasyon 94 yılında başlasa da aynı yıl bitmedi, bir sonraki yıla yani 95 yılına kadar devam etti. Operasyonda yaşadıklarımdan, yaşadıklarımızdan bir kesittir anlattıklarım.
Serhatta operasyon başladığı zaman Tendürek’te iki tane kampımız vardı. Bu kamplardan birinin adı Şehit Doğan diğerinin adı da şehit Delil kampıydı. Aslında üç kamptı ama operasyondan ötürü sayısı ikiye düşürüldü. Operasyon Şubat ayında Ağrı dağında başlamıştı. 20 Mart’a geldiğimizde ise Tendürek’in etrafını sardılar. Her yerde hala kar vardı. Yani 21 Mart Newroz bayramını da o yöre halkı ve biz gerillalar kar altında kutluyorduk. Bizim bulunduğumuz Tendürek dağları da hala karlarla kaplıydı. 21 Mart’ta operasyon bizim bulunduğumuz Tendürek dağlarında da başladı. Savaş tarihimizde 94 operasyonları diye geçse de Serhat’ta bu operasyonlar 1994 kışında başladı. O operasyon süreci 94 pratiğinde bitmedi. Yani normal başlayıp sona eren bir operasyon değildi. Bu operasyon sonbahara kadar sürdü. Bizim kampta dört yüz yetmiş arkadaştık ve bir şıkeftte kalıyorduk. Bir de diğer kampta olan arkadaşlar vardı. Yani o zaman Serhat gücü olarak benim bildiğim kadarıyla genel güç dokuz yüz arkadaşa yakındı. Oradaki arkadaşlardan biri de bendim. Ama henüz yeni bir gerilla sayılırdım.
Yeni katılmış olmanın heyecanı hala ilk günkü gibi bende duruyordu. Sadece bende değil, hemen hemen bütün arkadaşlarda aynı heyecan vardı. Ve olması gerekendi de. Çünkü burada hayat başka türlü yaşanıyordu. Buradan hayata başka bakılıyordu. Buradaki hayat gerçek olandı. O yüzden de heyecanlıydık. Bu yüzden bir şeyler yaparken, artık bu işin içinde ben de varım, ben de yapabiliyorum gibi bir duyguyu en içten ve derinden yaşıyordum, yaşıyorduk. Bende de o duygu çok çok fazla ön plandaydı. Mesela arkadaşlar beni bir göreve gönderdiklerinde müthiş bir gurur duyuyordum kendi kendimle. Diyordum ki parti bana güveniyor, beni göreve gönderiyor, beni bu arkadaşlarla gönderiyor, böyle bir his vardı her zaman içimde. Operasyonlar döneminde yani kış üstlenmesinden hemen sonra operasyonun başladığı dönemde manga komutan yardımcısı görevini aldım. Yani ben de komutan oldum. Bir kere komutan oldun mu; artık bu büyük bir onur, büyük bir gururdu. Öyle basit bir olay değil. Yani artık birinci basamağa ayak basmışsın anlamına geliyordu. Bu şu demektir sen bu örgütte artık güvenilerek büyük bir gururla çalışacaksın ve daha yararlı hizmetlerde bulunacaksın. Tabii komutanlaşma yönünde gelişmeye karar vereceksin. Savaş dönemlerinin temel hedefi komutanlaşmaktır. Büyük bir komutan olmaktır.
Bizdeki de düşmana darbe vuracak ve arkadaşlarını koruyup savaştıracak bir komutan olma iddiasıydı. Kaldı ki bu konuda örnek ve ölçü alınan arkadaşlar da vardı. Başta Agit arkadaş olmak üzere ilk sürecin komutan arkadaşlarının düzeyine ulaşma hedefi konurdu önümüze. Ve bizde o düzeye ulaşmanın çabasın içine girerdik. Aldığım görev çok fazla bir şey ifade etmiyordu ama partinin göreviydi. Ve bundan sonraki gelişmemin işaretleriydi. Bu da bende her zaman için bir heyecana neden oluyordu. O yüzden ben de her zaman daha fazla bir şeyler yaparak arkadaşların sevgisini, güvenini daha fazla kazanmaya çalışıyordum. İçimdeki böyle bir hisle hareket ediyordum.
Operasyon başlayınca yani Tendüreklere de sıçrayıp düşman tarafından Tendürekler kuşatılmaya başlayınca çatışmalara göre mevzilenmeye başladık. Bekleyiş kadar kötü bir şey olmasa gerek. Birilerini beklemek, bir yere gitmek için beklemek, durakta otobüs beklemek, sofrada yemek beklemek; sivil toplum yaşamında bunların zor şeyler olduğu söylenirdi. Ama şimdi burada, Kürdistan dağlarında etrafın düşman tarafından sarılmış bir halde savaşın başlamasını beklemenin daha kötü bir şey olduğunu yaşayarak görüyorum. Düşman da bize saldırmanın yerine, bulunduğumuz yerleri kuşatarak beklemeye başladı. Bu kuşatmada amaç bizi yıpratmak, arkadaşları inançsız düşürmek ve böylelikle de sonuç almaktı. Bu kuşatmadan dolayı ciddi zorlanmalar yaşandı. Erzak yoktu. Ateş yakamıyorduk. O yüzden büyük bir yıpranma yaşandı. Yüreği ve iradesi bu duruma güç getirmeyip de etkilenerek kaçanlar da oldu. Ancak buna rağmen moralimizi yüksek tutmaya çalışıyorduk.
Yıpranma genel güçte yaşanan bir durumdu. Düşman kuşatmasını yirmi bir gün sürdürdü. Bu yirmi bir gün karşı karşıya mevzilenme ile geçti. Dokuzuncu günden sonra yavaş yavaş kendilerini kaldıkları yerlerden bırakarak üzerimize gelmeye başladılar. Biz zaten mevzilerimizde bekliyorduk. Geldikleri gibi bizim sert direnişimizle karşılaştılar. Böylelikle kuşatmanın dokuzuncu gününden itibaren bu kez çatışmalar başladı. On iki gün boyunca aralıksız süren çatışmalardı yaşadığımız. Günler geceleri, geceler günleri kovalıyordu. Biz de mevzilerde gelecek düşmanı bekliyor ve onu ülkemizden sürüp çıkarmanın bekleyişi içindeydik. Dağlar, vadiler silah sesleriyle yankılanıyordu. Savaş bütün hızıyla sürüyordu.
Biz dağların çocukları olarak ülkemizi bekliyorduk. Ama düşman gelip bizi ülkemizden çıkarmak istiyordu. O yüzden hepimiz o on iki gün boyunca ölümüne bir direniş içine girdik. Yapmamız gerekeni yapıyorduk. Çok fazla bir şey de yapmıyorduk. Çünkü biz ülkemizi korumak, halkımızın özgürlüğünü sağlamak için çıkmıştık dağlara. Bunu yapmanın yolu da savaştan geçiyordu. Bizim de yaptığımız oydu. Savaşmaktan başka çaremiz yoktu. Biz de hiç tereddüt etmeden, ikirciliğe düşmeden kapıya gelen savaşın sonuna kadar en onurlu biçimde başarıya ulaştırmaya çalışıyorduk.
Açlık, soğuk, uykusuzluk, yorgunluk ve çatışmalarla geçen on iki günün sonunda nokta değiştirmeye karar verdik. Gideceğimiz yer Gorde noktası olarak bilinen yerdi.
Gorde alanında kurtuluş noktası diye bilinen bir noktamız vardı oraya gidecektik. Oraya doğru gitmeye karar vermişti yönetimdeki arkadaşlar. Kurtuluş noktasının bir de kısa hikâyesi var. Serhat’ta Tendüreklerde kalıp şu an yaşayan arkadaşların hepsi bu noktanın hikâyesini bilirler. Bu noktanın hikâyesi en iyi bilen arkadaşlardan yaşayan iki kişi Zuhat ve Sabri Başkele arkadaşlardır. Sabri arkadaş o dönemdeki bölük komutanlarından biriydi. Aynı zamanda bizi kurtaran arkadaşlardan biriydi. Yine komutan “sis ve yağmur” vardı bizi kurtaran. En az komutanlarımız kadar onların da çok büyük etkisi oldu. Hiç beklenmedik bir anda ve yerde gelip kurtarıcılarımız oldu yağmurla sis. On iki gün boyunca çatıştığımız yeri bıraktık. Ama gidebilecek tek bir yer vardı. Oda Çaldıran’a doğruydu. Bizde o yöne doğru gidiyorduk. Çaldırana doğru giderken Cehennem Deresi kükürt kokan ve üstünde bir tepeciği olan derin bir yerdir. Cehennem Deresi’nin içindeki tepeciğin altından geçerken askerlerde tutukları sırtlardan kendilerinin bırakarak tepeciğin üstüne geldiler. Cehennem Deresi derin çok sarp uçurumlarla dolu bir yerdir.
Bıraktığımız yerler askerler tarafından doldurulmuş gideceğimiz yer de yol boyunca tutulmuştu. Çaldırana doğru Pra Binerdê diye bir yer vardı. Orada da karakol bulunuyordu. Gidebileceğimiz tek açık yol olarak orası kalmıştı. Saat dokuz buçuk on civarı birden sislerin açılmasıyla güneş açıldı. Bembeyaz karların üstünde siyah noktalar noktalar gibi ortaya çıktık. O sırada iki kobra kalktı. O kadar güç karın üzerindeydik ve kalkan kobralar bize doğru geliyorlardı.
Bu durumda yapabileceğimiz iki şey vardı. Birincisi onları vurmaktı. Ama bunu yapamazdık; çünkü hem güç çoktu hem de onları vuracak ağır silahlarımız yoktu. İkinci şey ise olduğumuz yerde oturup görüntü kaybetmeye çalışmaktı. Bu çok riskli bir şeydi. Ama bunu yapmak zorundaydık. O yüzden olduğumuz yerde grup grup oturarak üzerimizi yağmurluklarla örttük. Serhat’ta Keloşk adı verilen siyah ve küçük kayalıklar vardı. Bizimde üstümüzü yağmurluklarla örtüp karın üzerine grup grup oturmamızın amacı da onların görüntüsünü oluşturmaktı. Kendimizce o görüntüyü de oluşturduk ve beklemeye başladık. Kobralar geldi üstümüzde birkaç tur attı. Ama fark edemedi. Zaten düşman o zaman teknik olarak da o kadar çok gelişmemişti. O yüzden de bizi göremedi. Kobralar gider gitmez, oturduğumuz yerden kalkıp kendimizi aşağıya doğru yani karakola doğru bıraktık. Karakol cihazları bir birliğimiz bize doğru intikal etmektedir diye anons yapıyordu. Bizi kendi birlikleri olarak görmeye başlıyorlar. Yani o kadar insan gün ortası dağınık bir şekilde aşağıya doğru iniyorduk. Düşman da o yüzden bizi kendi askerleri sanmıştı. O yüzden o noktamızın adı kurtuluş noktası olmuştu.
Uzun bir süreydi yemek yememiştik. Günlerdir midemize sıcak bir şey girmemişti. Zaten normal koşullarda da gerillada sıcak yemek hazırlama imkânı çok fazla yoktu. En azından o dönemde öyleydi. Çünkü sert savaş yıllarıydı. Ekmek bulunmuyordu; günlerce görmediğimiz oluyordu. Bulgur vb. şeylerle ekmeğin açığını kapatmaya çalışıyorduk ama onlar da bulunmuyordu. Bizi ayakta tutan daha çok inancımızdı.
Düşman bize tek bir çıkış kapısı bırakmıştı. O kapıdan çıkan yol bizi bir karakola götürüyordu. Düşmanın orayı açık bırakmasının nedeni bizi oraya sürükleyerek imha etmekti.
Başka çıkış kapısı olmadığı için oradan gitmek zorundaydık. Açık bırakılan yol bizi karakola doğru götürüyordu. Zaten o yol karakola çıkacağı için açık bırakılmıştı. Ancak oradan giderken bir de erzak bulabileceğimiz tek yer de orasıydı. Çünkü erzak sıkıntısı eskisinden daha fazla zorluyordu. Savaşın olmadığı zamanlarda erzaksızlık çekilebilirdi. Ama her gün yeni bir çatışma yaşayarak erzaksız olmuyordu. Depo ya da gömme bulup bulmayacağımızı da bilmiyorduk. Bulsak bile içinde bir şeylerin olup olmadığı da belli değildi. Kobralar gittikten sonra kendimizi bırakınca düşman önce kendi gücü sansa da arazideki operasyon gücü, biz olduğumuzu bildiği için mevzilenmesini sıklaştırdı. Biz de o yüzden oradan biraz uzaklaşınca Cehennem Deresi’nin içinde mevzilenecek bir yer aradık. Akşama doğru askerler kendilerini bizim bulunduğumuz yere doğru Cehennem Deresi’nden aşağıya doğru bırakmaya başladılar. Bizim takım komutanımız Zerdeştê Panikê adındaki arkadaştı. Panikê, köyünün adıydı. Takım komutanımız kendini bırakan askerlerin yolunu tutmak için mevzilenmemiz gerektiğini söyleyerek o tarafa doğru gitmemiz gerektiğini söyledi. Biraz ilerledikten sonra mevzilenecek bir sırt bulduk. Mevzilendiğimiz sırta elli metre kadar yakınlıktaki sırttan da askerler iniyordu. Manga komutan yardımcısı olduğum için en uçtaki mevzide BKC kullanan bir arkadaşla birlikte mevzilendirildik. Takım komutanı arkadaş en baştaki mevzide, ondan sonraki mevzide birinci manga komutanı, ondan sonra ikinci manga komutanı en son yani en uçtaki mevzide de ben ve BKC kullanan arkadaş vardık. Mevzilenmemiz sırt boyunca uzayıp gidiyordu.
Askerlerin bir bölümü de mevzilendi. Ama bir bölümü de ilerlemeye devam ediyordu. Yani bize doğru gelmeye devam ediyordu. Takım komutanımız Zerdeşt arkadaş, askerleri iyice içimize aldıktan ve ilk vuruşu o yaptıktan sonra vurabileceğimizi söyledikten sonra mevzilerimize girip beklemeye başladık. Yani askerler hepimizin oluşturduğu ateş hattına girdikten sonra vurmamız gerekiyordu. Bu da etkili bir darbe vurmak içindi. Yani asker benim yanıma kadar geldikten sonra önce takım komutanı arkadaş vuracak ondan sonra da biz vuracaktık. Talimat buydu biz de bu talimata uyacaktık. Saat üçe kadar mevzide düşmanın hepimizin ateş hattına girmesi için bekledik. Saat üç demek, artık yavaş yavaş akşam olması demektir. Akşam yani karanlık ise hep gerillanın işine gelmiştir. Karanlık ve akşam gerillanın saatleridir. Bütün zamanın gerillanın lehine aktığı andır. O yüzden gerilla hep öğleden sonraki çatışmalara göre kendini ayarlamıştır. Kendi inisiyatifinde gelişen çatışmaların hepsi öğleden sonraki çatışmalar olmuştur. Çünkü o saatlerdeki çatışmalar gerilla için hep avantaj olmuştur. Askerler benim bulunduğum mevziiye kadar gelmeye başladılar. Hatta bazıları da geçmeye başladı. Ama ilk mevzide bulunan takım komutanımız vurmadan hiç birimiz vurmayacaktık. Öyle anlaşmıştık. O yüzden hepimiz onun açacağı ateşle ateş serbest işaretini vermesini bekliyorduk. O sırada bende kendi kendime düşünüyordum. O zamanlar çok da hayalperest biriydim. Bir de yeni olmamdan ötürü henüz fazla geçmişten kopmamıştım. Özlemlerim vardı, evde bıraktıklarım vardı, onlarla yaşıyordum, onları kendi içimde tartışıyordum. Geldikten sonra geride bıraktığım sevdiklerimi düşünüyordum. Kendi kendime tartışırken geceleri özellikle de yürüyüşlerde hep onları düşünüyordum. Ve şu an Kürdistan dağlarında neler neler yapıyorum, hangi zorluklara göğüs gerebiliyorum, ne yağmurlar altında yürüyorum, hangi fırtınalardan geçiyorum bir bilseler benimle nasıl gururlanırlar diye düşünüyordum. Yaptıklarımdan, yaşadıklarımdan dolayı çok da gururlanıyordum. Şair değildim ama her hayal edişim bir şiir kadar güzel geçiyordu. Mevzide yine böyle derin hayallere dalmıştım ki, silah sesiyle kendime geldim. O an çatışmanın başladığını anladım. Tabii ben de o ateşe hemen kendimi kaptırdım. Yaklaşık bir saat kadar yoğun bir çatışma yaşadık. O bir saatlik çatışmada altmış tane asker vuruldu. Altmış asker sadece bizim takımın bilançosuydu. Helikopter geldi. Ama cenazeleri götüremedi. Çünkü götürmesine izin vermiyorduk. Operasyonun bir koluna ağır bir darbe vurmuştuk ve cenaze sayısı çok daha fazlaydı. Tam istediğimiz bir çatışma oldu. Ortalık yavaş yavaş sakinleşti. Tek tük silah sesleri geliyordu artık. Kısa bir süreden sonra onlar da kesildi. Birden o açlık duygusu beni yine sardı beni esareti altına almaya çalıştı. Çünkü uzun zamandı bir şey yememiştik. O da çok önemli değildi. Asıl önemli olan sigarasızlıktı. Beni de en çok etkileyen oydu. Şimdi bir sigara olsa da içsem diyordum kendi kendime. Bu dürtüler beni yiyecek bir şeyler ve içecek bir sigara bulma arayışına sürükledi. Yerimden kalkıp birkaç metre ilerideki BKC kullanan arkadaşın yanına gelerek sende sigara var mı diye sordum. Aslında onda sigara olmadığını da adım gibi biliyordum. Ama yine de sordum. Gülerek, hayır Heval Piro bende sigara yok dedi. Bu cevabı aldıktan sonra geri mevziime döndüm. Benim mevziim en uçtaki ve askerlere en yakın mevziiydi. Mevzilendiğimiz yer düşmana göre doğuya düşüyordu. Yerime döndükten sonra sigarasızlık daha fazla başımı döndürmeye başladı. Aslında bu büyük bir zafiyetti. Kötü bir alışkanlıktı. Ama bir türlü bırakmıyordum. Sağıma, soluma karşıma bakınıyordum. O sırada sol tarafıma doğru aşağıya, düşmanı vurduğumuz mevziilere baktım. Saat dörde doğruydu. O yüzden güneş ışınları gözlerimizi alacak şekilde gelmeye başlamıştı. O nedenle askerlerin olduğu yerde kimsenin olup olmadığı da seçilemiyordu. Solumdan aşağıya doğru bakınca mevzilerden birini gördüm. Ve içinde de bazı poşetlerin olduğunu seçebiliyordum artık.
İçimden bir ses o mevziiye gidersen mutlaka bir şeyler bulursun demeye başladı yeniden. Tabii bu düşüncemi bir de uzun zamandır aç ve sigarasız olan arkadaşlara bir şeyler bulursam beni bu durumu çok olumlu karşılarlar gibisinden bir şeylerle süsledim. Bütün bunları düşünüp evirip çevirdikten sonra kendimi tutamadım. Ve mevziiye gitmek için kendimi aşağıya doğru bıraktım. Mevziiye ulaşır ulaşmaz orada bir sürü konserve buldum. Ayrıca iki tane büyük siyah naylon torbada ekmek buldum. Sağa sola dağılmış konserveleri bir yere topladım. Ekmek torbalarını da getirip yanına bıraktım. Tabii bu arada açık olan sarma konservelerinden de yemeye başladım.
Tendürek volkanik bir dağdır. Ondan dolayı kayaları, taşları bıçak gibi keskindir. Aralarında boşluklar var. Yarı mağara gibi yerler de vardır. Bir şeyler bulmak için girdiğim mevzi de öyle yerlerden biriydi. Mevziinin içinden kayanın yarığından aşağıya doğru baktım. Baktığım yerde bir paket sigara vardı. Ama dolu ya da boş olduğu belli değildi. Ama yine içimdeki bu kötü ses bu sefer doludur diyordu. Sigara paketini almaya doğru giderken bir tanede yağmurluk buldum. Daha önce topladığım konserveler ile bulduğum ekmeği onun içine koydum. Bu arada yağmurluğun bulunduğu yerde henüz açılmamış bir koli balık konservesi de buldum. Bir tane de henüz giyilmemiş atlet ve çorap da buldum.
O koşullar içerisinde bulduklarım ganimet gibi bir şeydi. Tabii o sırada çatışma falan hepsi kafamdan uçup gitmişti. Sanki orada çatışmaya giren biz değilmişiz gibi. Orada hala düşmanın bulanabileceğini ise hiç düşünmüyordum. Topladıklarımı arkadaşlarıma ulaştırırsam bunun bir başarı olacağını sanıyordum. En azından böyle düşünüyordum. On beş yirmi gündü kimse bir şey yememişti. İki tane de yaralı arkadaş vardı. İkisini kaldığımız yerin tarafında bırakmıştık ve onlara verilecek bir şeyimiz yoktu. Bizde azıcık un var onunla yapılan un çorbasıyla yaralı arkadaşlara bakılmaya çalışılıyor. Açlıktan arkadaşlarda yürüyecek takat kalmamıştı. Bu erzakı götürürsem arkadaşlar iki gün daha hiç durmadan yürüyebilirler diyordum kendi kendime. Tabii bunu başaran insan kahraman ilan edilir diyorum. Kendi kendime bu tür hayaller kuruyordum. Bu hayallerle sigarayı çıkarmaya gittim. Ama o sigarayı çıkarmam için, o kayalıkların arka tarafından dolanmam gerekiyordu. Dolanmam gereken yerin hemen karşısında ise askerlerin mevzileri var. Tabii ben bunları o an düşünmüyorum.
Kayanın etrafını dolandım. Gireceğim yerin ağız tarafına geldiğimde arkamdan teslim ol diyen bir ses gelmeye başladı. Sesler giderek çoğaldı. Çok sayıda kişinin çıkaracağı seslere teslim sesleri karıştı. O an arkamdan gelen seslerin askerlerin sesleri olduğu farkına vardım. Kendi kendime ya ben neden bu kadar yakınlaştım diye söylenmeye başladım ama iş işten geçmişti. Dönüp şöyle hafiften arkama baktım. Arkamda on beş kişilik bir asker gurubu duruyordu. Aramızda da çok fazla bir mesafe yoktu. Aramızdaki mesafe yüz metre kadar ancak vardı. Askerlerden birinin elinde ise bana doğrultulmuş bir lav silahı vardı. Hızla kayanın altına doğru gitmeye çalıştım. Askerlerden biri o sırada lav silahını kullanan askere kayanın altına doğru, kayanın altına doğru diyerek yer tarif ediyordu.
Gerillada giyilen elbisem yoktu; hala evden getirdiğim Levis marka bir kot gömlek ile sarı bir askeri pantolon vardı. Gömlek o kadar kirlenmiş ki, bir çadır bezinden farkı kalmamıştı. Askerleri gördüğümde kendimi yukarıya doğru vermeye çalıştım. Kafamda sadece o var. Kendimi yukarı vermeyi başarırsam o lav silahından kurtulacağımı düşünüyordum. Ama ne yaptıysam kendimi yukarıya doğru kaldıramadım. Bir türlü kendimi kaldıramıyordum. Bir şeyler beni aşağıya doğru çekiyordu. Dönüp baktığımda ne göreyim, şütüğüm küçük bir taş parçasına takılmıştı ve bu benim kendimi yukarıya doğru kaldırmama engel oluyordu. Bu arada Lav silahının ateşlendiğini gördüm. Onunla birlikte kendimi nasıl zıplatıp yukarıya attığımı bilmiyorum. O şütük parçasının nasıl koptuğunu, nasıl yukarı tarafa ulaştığımı bilmiyorum. O an korkunç bir patlamanın sesini duydum sadece. Bu anlattıklarım birkaç saniyelik bir zaman dilimi içinde gerçekleşti. Böyle anlara ölümle yaşam arasındaki çizgi deniyor. O çizginin ölüm tarafında olan bölümüne de düşebilirsin, yaşam denilen yerinde de kalabilirsin. Büyük bir hışımla kendimi yukarıya atmıştım. Kafam yukarıdaki taşa değdi. Ama hiçbir acı his etmedim. Yani acı his edecek bir zamanım olmadı. Çünkü hala ölümle yaşam arasındaki çizgide seyir ediyordum. Patlamayla birlikte her yeri bir barut kokusu sardı. Kapkara bir duman yükselmeye başladı. O korkunç patlamanın sesinden sonra kulaklarım hiçbir ses duymadı. Toz duman içinde kalmıştım. Sadece bu toz ve dumandan yararlanarak buradan çıkarsam çıkarım, çıkmasam öleceğim diye düşünüyordum. Düşündüğüm tek şey oydu. Bunu sadece düşünmekle bırakmadım, o dumandan yararlanarak içine girdiğim oyuktan çıkarak etrafını döndüğüm taşı geçtim. Taşı geçer geçmez son hızla yukarıya yani arkadaşların yanına çıkmaya başladım. O an kulaklarımın hiç bir şey duymadığını anladım. Zaman zaman yürüyerek, zaman zaman sürünerek yukarıya doğru çıkmaya çalışıyorum. Yukarıya doğru baktığımda takım komutanımın bizim mevziide olduğunu gördüm. Ve durmadan bana bir şeyler söylüyordu. Ama ben hiçbir şey duymuyordum tabii.
Gittiğimde takım komutanım orada yoktu. Meğer ben mevziiye gidip ardından askerler beni Lav silahıyla vurduktan sonra o da yardımıma gelmiş. Durmadan bir şeyler söylüyordu. Ama tek bir kelimesini bile anlamıyordum. Şoktan sadece gülüyordum. Bu durum karşısında takım komutanı arkadaş çok kızmıştı. Kendi kendine söylenip duruyordu. Ama söylediklerini bağırarak da söylese yine de duyamazdım. O yüzden kızgınlığına da, söylendiklerine de gülmüştüm sadece. Bu arada yaptığımın doğru olup olmadığını da düşünmeye başlamıştım. Bu durumu düşünmeye başladığım ana kadar doğru ve güzel bir şey yaptığımı düşünmüştüm. Oysa şu an yaptıklarımın doğru olmadığını, neredeyse bir sigara için kendimi ve kendimle birlikte arkadaşları tehlikeye attığımı daha iyi anlıyorum.
Ben o sırada bile yaptığım her şey bir başarıdır, erzakı da götürsem daha büyük bir başarı olur diye düşünüyorum. Takım komutanımın söylediklerini, hepsini topla getir şeklinde anlıyordum. O denli kendimi kaptırmışım. En son acele et şeklinde elini salladığını gördüm sadece. O sırada orada topladıklarımın hepsini sırtlayıp yukarıya doğru yeniden tırmanmaya başladım. O pis koku beynimi zonklatıyor, başım dönüyordu. Askerler durmadan ateş ediyorlarmış ama ben seslerini duymuyorum. Tek düşündüğüm şey toplayıp sırtladığım erzakın hepsini yukarıya sağlam bir şekilde götürmekti. Kendimi yamaca verdim oradan gelmeye başladım.
Bana birkaç yıl kadar gelen birkaç dakika içinde yukarıya çıktığımda kimsenin olmadığını gördüm. Bunlar nereye gitti diye etrafa bakınıyorum. Bir de benden habersiz gittiler, diyorum kendi kendime. Takım komutanım aşağıya indiğini gördüm. Üstten askerlerin bir başka kolları geldiği için meğer orayı bırakıyormuşuz. Bir de takım komutanımızın tuttuğu uç düşmüş ama benim bunların hiç birinden haberim yok. Uç taraftaki mevziilerin düşmesi durumumuzu kritikleştirmiş. Birkaç dakika içinde kendimizi sırttan bırakarak arka taraftaki arkadaşların yanına ulaştırmasak çembere alınacağız. Bunların hiç birinden haberim yok çünkü duymuyorum, onun söylediklerini de duymuyorum, ne olup bittiğini de ne duyabiliyorum, ne de görebiliyorum. Mermilerin içinden sekerek gelmiştim. Ama hiç biri de bana isabet etmemişti. Neden etmediğini de bilmiyorum. Hiç durmadan o arkadaşı takip ettim. Bir kayanın arkasına geçip durdu. Yanına geldim. Yukarı doğru dönüp baktığımda her yerin askerler tarafından tutulduğunu gördüm. O an korkmaya başladım. Ama diğer yandan da buraya gelene kadar, bu askerler nasıl beni görmedi ve vuramadı diye düşünmeye başladım. Kulaklarım duymuyor ama gözlerimle ilk defa her tarafımızı saran askerleri görünce şok geçirmeye başladım. Şok geçirmeye başladım ama aslında öyle değil. Daha önce geçirdiğim şoka yeni bir halkası ekleniyordu. Çünkü o ana kadar ve oraya kadar beni getiren geçirdiğim şoktu.
Arkadaşın yanına varır varmaz kendini yeniden küçük bir derecikten aşağıya doğru bırakmaya başladı. Bende peşi sıra o derecikten kendimi bırakmaya başladım. Ne kadar yürüdüğümüzü bilmiyorum. Hava yavaş yavaş kararmaya başladı. Ama yükün hepsi hala sırtımda ve ellerimde de ekmek poşetleri var. Takım komutanımız önde, ben arkasında durmadan yürüyoruz. Hava tam kararınca arkadaşların toplandığı yere ulaştık. Hepsi çantaları sırtında bekliyordu. Biz de arkadaşlara ulaşınca takım komutanımız da dâhil yönetimimiz ayaküstü toplanmaya başladı. O zaman bizim bölük komutanımız Metin Kiçê adındaki arkadaştı. Daha sonra şehit düştü. Yönetimde Aslan arkadaş, Newal arkadaş Rahmetli Dılager arkadaş da vardı. Bu arkadaşların hepsi o operasyonda şehit düştü. Dılager arkadaş Patnos’luydu. Onu çok seviyordum bir de ailemi de tanıdığı için ona daha fazla yakınlık duyuyordum. O şehit düştükten sonra adını soy isim olarak aldım. Arkadaşların hepsi ayakta, hareket edeceğimiz anı bekliyorlar ama yönetimimiz de toplanmış bir şeyler konuşuyordu. Ama kulaklarım duymadığı için hangi arkadaşın ne konuştuğu ve yönetimin ne konuştuğunu duymuyor ve anlamıyordum.
Yönetimdeki arkadaşların yanından geçerken kafamı gururla kaldırdım. Erzak getirmenin gururunu yaşıyordum. Fakat yönetimdeki arkadaşlar da ayakta tekmil alıyorlardı. Ama neyin tekmilidir bilmiyorum. Belki de yol için bir planlama yapıyorlardır diyorum kendi kendime. Meğer tekmilin konusu benmişim. Sonradan duyduğum tekmilin içeriğinde bu arkadaş izinsiz, kendi başına iş yapmaya çalışmış, kuralsızlık yapmış biçiminde değerlendirmeler olmuş ve bunun için silahsızlandırılmam için karar alınmış. Bazı arkadaşlar silahımın hemen alınması bazıları da bu akşamki yürüyüşten sonra alınması düşüncesini belirtmiş. Sonunda o akşam değil de bir sonraki gün silahımın alınmasına karar alınmış. Böyle bir karar alınıyor. Çünkü askeri disiplinde böyle bir karar gerekiyor. Böyle bir kuralsızlığa böyle bir ceza verilir. Ama bazı arkadaşlar şimdilik dursun sonra veririz diyorlar. O mantıkla bana yaklaşıyorlar, tabi bunları bilmiyorum. Zaten hiçbir şey de duymuyorum.
Tekmilin bana ilişkin olduğunu sezinliyorum; ama ben bunu gösterdiğim başarıdan olduğunu düşünüyorum. Kendi kendime öyle hesaplıyorum. Bütün arkadaşlara yetecek kadar erzak ve sigara getirdim diyorum kendi kendime. Dılager arkadaşa bir sigara verdim yaktı. Dumanlarını gökyüzüne doğru savurdu. Bütün arkadaşlar birer ekmek ve konserve aldılar. Yemekler yendikten sonra yola çıktık. O dönemlerde bizim takım her akşam öncüydü. Bizim takımda da en önde yer alanlardan biri bendim. Ama o akşam artçıyla bir grup arkadaşın arasında yürüdüm. Sabaha kadar yürüdük ama attığım her adımda kafamda o lav silahı patladı. Bir süreden sonra o sesin bende yarattığı etkiden midem bulanmaya başladı. Karın üzerine kart diye düşen her adımın çıkardığı ses beynimde güm diye patladı. Kırt diye çıkan ses benim kulağımda güm diye patlıyor. Bir yerden sonra artık neredeyse bayılacaktım.
Hava aydınlanmaya başlayınca üslenebileceğimizi düşündüğümüz bir yere ulaştık. Meğer geldiğimiz yer Xarêk diye bilinen korucu köyünün üstü tarafındaki mezranın üstüdür. Ama oraya geldiğimizi bilmiyoruz. Arkadaşların hepsi geldi küçücük bir çukurun içine girip yerleştik. Geldiğimiz gibi herkes olduğu yerde yere yığıldı. Günlerin yorgunluğu ve uykusuzluğu vardı. Kulaklarım hala tam duymuyor. Duyduğu sesleri de çok fazla seçemiyor. Saat dokuz gibi Metin arkadaşın Piro Piro diye bir yandan seslenerek, bir yandan da beni dürtmesiyle uyandım. Ne var diye sorduğumda, kalk yine asker geldi dedi.
Bu durum bizde artık bir alışkanlık halini almıştı. Her gün çatışmaya giriyor, akşam geri çekiliyorduk ertesi gün peşimizden düşman geliyor ve biz yeniden bir çatışmaya giriyorduk. Bu durum bizim için çok anormal bir şey değildi artık. Bir şey demeden manga komutanımız Bedran ve Çekdar arkadaşlarla tepeye gitmek için yola çıktık.
Tepeyi diyorum ama aslında tepeye benzer bir yanı da yoktu. Küçücük bir tepecikti. Ama ona rağmen oraya çıkana kadar çok zorlandık. Çünkü yorgunluk, uykusuzluk yakamızı bırakmıyordu. Bir de yeni doğan güneşin ışınları bizi uyuşturuyordu. Ayrıca yaklaşan bahar havası zaten tümden bizi halsiz düşürüyordu.
Bu arada tepede araziye bakmamız ve çevreyi tanımamız gerekiyordu. Nerede olduğumuzu, olası bir çatışmada araziyi nasıl değerlendirebileceğimiz konusunda bilgiler gerekliydi. O yüzden araziyi keşfetmeye başladık. Araziye bakınca bir de ne görelim. Ovanın ortasında bir yerdeydik. Ovanın ortasındaki azılı korucuları olan Xarêk köyünün üstündeki mezranın üzerinde olduğumuzu, geceyi köyün hemen üst tarafındaki çukurda geçirdiğimizi, köyün beş yüz metre kadar altından Çaldıran Doğubayazıt asfaltının geçtiğini görünce biraz tedirginleştim. Tabii bu durum büyük bir risk demekti. Orada imha olmak da vardı işin içinde. O yüzden çok dikkatli olmamız gerekiyordu. Ve bizle köy arasında kalan arkadaşları iyi savunmamız gerektiğini birbirimize söyledikten sonra, hemen alt tarafımızda silahlı birilerinin olduğunu gördük. Gelenler korucuydu. Meğer onlar da bizden önce tepeyi tutmak için çıkıyorlar; ama onlardan önce ulaştığımız için inisiyatifin bize geçtiğini anladık. Zaten onlar biraz daha gelir gelmez onları vurmaya başladık.
Çatışma başladı. Ama çatışmaya giren biz sadece üç kişiydik. O ovanın ortasında sadece üçümüz çatışıyorduk. Arkadaşların hepsi her türlü çatışmaya hazırdı. Zaten çatışarak buraya kadar gelmiştik. Ama çatışacak arazi yoktu. Mevzilenebileceğimiz bir sırt bile yoktu. O yüzden sadece üçümüz çatışacaktık. Öğle saatlerine kadar korucularla çatıştık. Asker çevreyi olduğu gibi sarmıştı. Çatışma alanına henüz gelmemişti. Öğle saatlerine kadar yedi korucu vuruldu. İlk silah sesiyle birlikte köylüler köyü terk etmeye başladı. Kadın, çoluk, çocuk yaşlı demeden hepsi asfalta doğru kaçmaya başladı. Yükselen ağlama sesleriyle asfalta doğru gidiyorlardı. Onların köyü terk etmeleri güzel olurdu. Ama köy boşalırsa bu kez tank bizi daha etkili ve rahat vurmak için köye gelirdi. O yüzden de içinde büyük bir tehlikeyi de barındırıyordu. Köylülerin bir kısmı köyü terk ettikten kısa bir süre sonra tank geldi. Ama köye kadar çıkmadı. Asfaltta durdu ve oradan bizi vurmaya çalıştı. Ama vuramıyordu. Çünkü bizi vurması için köyü de vurması gerekiyordu. Kaldığımız tepe köyle aynı hizadaydı. Öğle saatlerine kadar tank bütün uğraşlara rağmen bir türlü bizi vurmadı. Tank vurmayı başaramayınca Zurava köyünde bulunan askerler tek sıra halinde ve asfaltın üzerinden bize doğru gelmeye başladılar. Zurava köyü Çaldıran ile Doğubeyazit asfaltı üzerindeki bir köydür. Bizde Karnas vardı. Askerler asfaltın üzerinden tek sıra halinde bize doğru gelirken Karnasla birini vurduk. Önlerindeki askerlerden birinin vurulduğunu gören asfalttaki askerler arkalarını dönüp geriye doğru kaçmaya başladılar. Daha doğrusu ölmek istemeyenler kaçıyordu. Hiç biri de ölmek istemediği için hepsi birden kaçıyordu. Vurduğumuz korucuların bazıları alt tarafımızda yaralı ve ölüleriyle uğraşıyor, askerler kaçışıyor, tank bize isabet ettiremiyor bu durum moral veriyordu. Çok geçmeden Doğubeyazit’tan bir ambulans ölü ve yaralıları almak için geldi. Ambulansın siren sesleri ortalığı inletiyordu. Biz ambulansa da bir, iki mermi sıktık o da geldiği gibi geri dönüş yapıp kaçmaya başladı. Öğleden sonrasına kadar durum böyle devam etti. Yani inisiyatif bizde, adeta düşman ve korucularla oyun oynarcasına çatışıyorduk. Bu durumdan büyük bir moral aldık. Çatışma başladıktan sonra köyün hayvanlarının büyük bir bölümü köyün önündeki meraya dağılmıştı. Öğleden sonra çatışma artık tam hafifledi. Zaten o saate kadar sürdürdüğümüz çok şiddetli bir çatışma da değildi. Ama yine de öğleden sonra tam hafifledi. Yani neredeyse durma noktasına geldi. Korucu ve askerler kendi kendileriyle meşgul oluyorlardı. O yüzden bize arada sırada bir iki mermi atıyorlardı o kadar. Ama her şeye rağmen biz duyarlı olmalıydık. Çünkü böyle durumlarda genelde sızmalar olur. O yüzden çevremizi iyi bir şekilde denetime almamız gerekiyordu. Bundan dolayı durmadan çevreyi gözetliyorduk.
O sırada köyün önündeki meranın içine dağılmış olan hayvanların içinden birisinin koştuğunu gördük. Eskiden Serhat’ta giydiğimiz gri renkteki parkelerin aynısını korucularda giyiyordu. Hayvanların içinden koşanın üzerinde de o parkeden vardı. Bizde hayvanların içinden koruculardan biri kaçıyor diye birbirimize gösterdik. Çünkü elinde silah da vardı. O da karnasla suikast edilerek vuruldu. Akşama doğru bize göre batıda kalan askerler gelip üst tarafımızdaki sırtların hepsini tuttu. Tuttukları yer bizim geldiğimiz hattı. O hat komple tutulunca artık Tendürek’e geri dönüşümüzün olmayacağını anladık. Geriye, Doğubeyazit ovası kalıyordu bize. Hava kararmak üzereydi. Moralimiz iyiydi. Çünkü hiçbir arkadaşa bir şey olmamıştı. Gücün içinden sadece üç arkadaş çatışmaya girmiştik. Bizim dışımızda noktadaki bazı arkadaşlar alttan köyden gelen asker ve koruculara birkaç el ateş açıp onları püskürtmüşler. Onun dışında noktadaki arkadaşlardan mermi sıkan bile olmamıştı. Güneş battı. Askerler daha farklı yerleri de tutmaya başladılar. Biz de onları izliyorduk. O sırada nereden geldiğini anlayamadığım bir mermi gelip önünde durduğum taşa çarptı. Taştan kopardığı bir parça ve soğuyan çekirdek sağ kaşımın üst tarafına saplandı. Mermi çekirdeği ve taş parçasının saplandığı yerden kan fışkırmaya başladı. Kan o kadar çok aktı ki birkaç dakika içinde gözümü de kapattı. Ben de dönüp arkadaşlara “heval ben yaralandım!” dedim. Manga komutanı arkadaş “ne sen yaralandın mı!?” diye sorarak ayağa kalktı. O ayağa kalkar kalkmaz tank, onun önünde bulunduğu taşa bir gülle salladı. Tank güllesinin isabet ettiği taştan koca bir parça koptu ve manga komutanımızın omzuna çarptı. Arkadaş yere serildi ve biraz da sersemleşti. İkimizin yaralandığını gören diğer arkadaşın, size ne oldu diye sorduğu bir anda başka bir yerden bir mermi gelip koluna isabet etti. Yani üç saniye içinde üçümüz de yaralandık. Ne olduğunu anlayamadık. O mermilerin o anda nasıl gelip bizi bulduklarına şaşırıyorduk. Birkaç saniye içinde üçümüzün de yaralanması çok tuhaf bir şeydi.
Yaşadığımız kısa süreli bir şoktu. Onu atlatmak için on dakika kadar hiç kıpırdaman öylece kaldık. Sabahtan beri gülmekten espri yapmaktan perişan olmuştuk. Ama şu an bizde ağlayacak hal bile kalmamıştı. Bu da neyin nesiydi diye düşünüyorduk. Çok geçmeden takım komutanımız olan Doğubeyazit’li Nurettin arkadaş, kendinizi bırakın hareket edeceğiz diye haber verdi. Nurettin arkadaşa yaralı olduğumuzu, inmemiz için bir iki arkadaş bize yardım etseydi iyi olurdu dedik. Önce inanmadı. Ciddi olduğumuzu görünce bizim birkaç dakika önce yaşadığımız şoku bu sefer onlar yaşamaya başladı. İki arkadaşla birlikte bizi almaya geldiler. Bedran arkadaşın kollarından tuttular, ben ve kolunu bağladığımız Çekdar arkadaş da yanlarında yürüyerek aşağıya indik. Ben de gözümü daha fazla kan akmasın diye bir parça şütük ile bağlamıştım ama kan yine de durmadan akıyordu. Aşağıya arkadaşların yanına ulaştığımızda herkes hareket için hazırdı.
Artık yola çıkma vakti gelmişti. Ve kendimizi Doğubeyazit ovasına vuracaktık. Yolların müdavimleri olan biz gerillalar yeniden yola çıkacaktık. Her gün yeni bir patikadan yol almamız gerekiyordu. O patikalardan geçen bizden önceki arkadaşlarımızın ayak izleri üzerinden ilerleyecektik. Yol alacaktık geceler boyu. Yol alacaktık günler, aylar, yıllar boyu. Güzel yarınlara doğru yol alacaktık. Yapmamız gereken oydu. Çünkü biz acıları, türküleri, dili, sevgisi yasak bir halkın çocuklarıydık.
Tam çıkacağımız sırada takım komutanımız Nurettin arkadaş bir grup arkadaşın şehit düşen bir arkadaşı gömmek için ayrılacağını ve kendisinin de o grupta yer alacağını söyleyince şaşkın şaşkın yüzene baktık. Adeta bakışlarımızla ne şehidi, kim ve ne zaman şehit düştü, bu günkü çatışmada hiçbir arkadaş şehit düşmedi ki demek istiyorduk. Nurettin arkadaş bakışlarımızın yönelttiği soruları cevaplamak istercesine, hayvanların içinde bir arkadaşın şehit düştüğünü söyledi. Beynimizde şimşekler çakmaya başladı. Yaşadığımız şaşkınlık peş peşe gelen artçı şoklar gibiydi. Nasıl, ne zaman ve arkadaşın ne işi vardı orada diyebildik sadece. Nurettin arkadaş korucu olan köylüler hayvanlarını bırakıp kaçmıştı. Hayvanların içindeki bir eşeğin üzerinde ekmek torbası vardı. Arkadaşlara o ekmeği getirmesi için onu göndermiştik ve o sırada vuruldu dedi. Hayvanların içindeki eşeğin üzerindeki ekmeği alıp gelmeye giden arkadaş eşeğe yaklaşınca eşek kaçmaya başlar. Arkadaş da eşeği yakalamak için kovalarken biz bir korucu kaçıyor şeklinde görmüş ve onu suikast ile şehit düşürmüşüz.
O an bizi yüreğimizden sarsan ve bizi kahreden bir acı yaşadık. Ne diyeceğimizi, nasıl diyeceğimizi bilemez olduk. Adeta ruhumuz yaralandı. Çünkü bir arkadaşımızı yanlışlıkla kendi elimizle şehit düşürmüştük. Gün boyu süren sevincimiz, yavaş yavaş bize acı olarak dönüyordu. Bunun yarattığı moral bozukluğu, yarattığı ağır etki ve psikolojik durumla yola çıktık. Ama zar zor yürüyoruz. Çünkü yaşadığımız normal bir şey değildi. Bir arkadaşımızı yanlışlıkla vurmuştuk. O dönemde yaşadığımız bütün çatışmalarda kayıp vermiştik. Ama bütün zorluklarına rağmen son iki günde hiç kayıp vermemiştik. Ama yanlışlıkla şehit düşürdüğümüz arkadaşımız son iki gündeki kayıpsızlık sevincimizi ortadan kaldırmıştı. Yaşadığımız acı, sayı olarak daha fazla kayıp verdiğimiz çatışmalarda yaşadığımız acıdan daha fazlaydı. O korkunç iç çelişki, çatışma ve hesaplaşmayla yürüyorduk. Ovadan Doğubeyazit’te doğru yol alıyorduk. Çift sürülmüş tarlaların arasından geçiyoruz. Çitli ve çamurlu yollardan geçiyoruz. Her birimiz ayrı bir düşünceye dalmış gidiyoruz. Daldığım düşüncelerden ayılınca kendimi ışıkları yanan bir köyün içinde buldum. Serhat’ta her köyde elektrik var. Girdiğimiz köydeki sokak lambalarının hepsi yanıyordu. Evlerin içindeki ışıklar ise söndürülmüştü. Sokak lambalarının ışıkları gözlerimizi alıyordu. Çünkü dağların karanlık gecesinin içinden bir anda kendimizi bir köyün sokak lambalarının altında bulmuştuk. Kapkaranlık gecenin içinden geçerek gelmiştik. Köyde düşman olup olmadığını da bilmiyoruz. O çevrede nerede düşmanın olduğunu ya da olmadığını bilmiyorduk.
Meğer bizden önce yola çıkan gruplar köye ulaşmış, gurup gurup evlere dağılmışlar; evlerin içindeki lambalar da o yüzden söndürülmüş. Çatışan grup olarak bizi yönetimin olduğu eve çağırmışlardı. Tabii bundan da haberimiz yoktu. Bizi ışığı yanmayan bir evin önüne götürerek oraya gideceğimizi söylediler. O heyecan ve karmaşık duygular içinde kapının önünde bekliyorum. Açılan kapıdan içeri girmek için bekliyordum. Birkaç saniyelik bir bekleyişten sonra kapı açıldı. Kapıyı açan kadın beni görür görmez bağırarak yere yığılıp kaldı. Kadın bayılmıştı. Bu kadının neden benden korkarak yere yığıldığını düşünmeye başladım. Psikolojik olarak karma karışık bir durumu yaşıyordum. O kadının baygınlığı beni daha çok etkiledi. Bu kadın neden benden korktu diye düşünerek kafa yoruyordum. Bu arada açılan kapıdan içeri girdim. Evde içerde kim var, kim yok bilmiyorum. Çünkü hiç kimseyi ve evin içindeki hiç bir şeyi o an görmüyorum. Serhat’ta her evin bir odasına büyük bir ayna koymak kültürdür. Salonda ayakkabılarımı çıkarıp içeri geçtim. Yönetimimizin hepsi orada oturuyormuş ama ben hiç kimseyi görmüyorum. O anda gözüme ilk ilişen şeylerden biri ayna oldu. Ben de hiçbir yere gitmeden aynaya doğru gittim.
Bir yıla yakın bir süredir traş olmamıştım. Saçım sakalım bir karış olmuştu. Yine bir yıla yakın bir zamandı banyo yapma fırsatım da olmamıştı. Bunların üzerine bir de yaralanmıştım. Hala kanıyor olan yaramı bir şütük parçasıyla bağlamıştım. Yol boyunca durmadan akan kan şütükte farklı şekiller oluşturmuştu. Yüzümün sağ tarafı boyundan itibaren şişip mosmor hale gelmişti. O halimi görünce kendimi tanıyamaz oldum. Sen de kimsin demek geldi içimden. O halim yaban insanlarını andırıyordu. Zaten her şeyin en güzeli yaban olanda değil miydi? Her şeyin en saf ve temiz hali hiç dokunulmamış yaban olanda değil miydi? O halimi görünce o an içimden bir şeyler koptu sanki. O ana dair hatırladığım tek bir şey var: o da donup kaldığımdır.
Gecenin geç saatlerine kadar o evde kaldık. Yemek yendi, çaylar içildi. Tek bir kelime etmeden arkadaşlarla birlikte yemek yiyerek çay içtim. Dilimi yutmuş gibiydi. Çünkü aylar sonra yüzümü görebilmiştim. Arkadaşların yaklaşımlarından o günü de o civarda geçireceğimiz anlaşıyordu. Çünkü o ovanın ortasında gecenin o saatine kadar köyde kalmak onu gösteriyordu. Zaman biraz daha ilerleyince arkadaşlar kalkmamız gerektiğin söylediler. Ancak çok fazla uzağa da gitmeyecektik. Köyün biraz ilerisindeki hayvan ağıllarının yanındaki boş odalarda kalmaya gidecektik. Yarım saat kadar yürüdükten sonra ağıllara vardık.
Daha önce başka bir çatışmada yaralanan Rençber adında bir arkadaş vardı. Beni onun olduğu bir odaya götürdüler. Beni o halimle gören Rençber arkadaş, “Piro bu alçaklar bize ne yaptılar” diyebildi sadece. Rençber arkadaşın bu söylemi kötü yaralandığımızı gösteriyordu. Oysa yaralarımız çok fazla ağır değildi. Zaman içinde ve tedavisizlikten ötürü kötü bir duruma gelmişlerdi sadece.
Ağıllara vardığımızda sabah olmak üzereydi. Arkadaşlar grup grup kalacakları odalara dağıtıldılar. Kaldığımız damların üzerine nöbetçi ve gözcülerimiz de çıkarıldı. Günü o ağıllarda geçirdik. Akşama doğru yola çıktık. O koca ovanın içindeki köylerin içinden geçerek kendimizi Ağrı dağına attık.
Ben altı ay boyunca kafamdaki o mermi çekirdeğiyle dolaştım. Ama iyileşmişti. Tabii yılsonuna kadar operasyonlar ve çatışmalar devam etti. Operasyonlara karşı büyük direnişler gösterildi. Kahramanlık destanları yaratıldı. Bu destanların çoğunu dağlara, dağların kayalıklarına yazan arkadaşların hepsi birer isimsiz kahraman olarak halkımızın tarihine yazıldı.