HABER MERKEZİ – 21’inci yüz yılın ilk çeyreği bütün dünya insanlığı için çok zorlu geçiyor. Aslında savaşların, sömürünün, sınıfların ve sınırların olduğu bir dünya gerçekliği insanlık için epey zoylayıcıdır. İnsanın kendi doğallığından koptuğu, kendi düşmanı haline geldiği kapitalist sistem gerçekliği, insanı ve doğayı tahrip etme noktasına kadar gelmiş bulunmaktadır. Karl Marks’ın ” mevki makam peşinde koşma, başarma tutkusu, sahip olma arzusu ekonomik etkinlikleri insan yaşamının tek amacı haline getirip insanı her türlü insani değerden koparır ” diyor. Marks, böyle söylemekle tamda günümüz insanının almış olduğu son şekli-şekilsizliği tarif ediyor. Yada insanın geldiği durumu izah ediyor. İnsan, doğallığın dışına çıkarsa kendinden uzaklaşır. Yani insan, insani özden koparsa kendi zıttına döner ve tanınmaz hale gelir. Duygusuz ve ruhsuz olmak insani erdemlerden uzaklaşmaktır. İnsanı, insan yapan bazı temel ölçü ve özellikler var, duygu, düşünce, acıma hissi, sevgi, merhamet ve vicdan gibi. Bu ölçüler ve erdemler olmadan insandan geriye et ve kemik yığını kalır.
Sermayenin, iktidar ve güç olmanın, ve maddiyatın çok belirleyici olduğu birkaç bin yılda ortaya çıkan gelişmeler insanın hep aleyhine oldu. Savaşlar ve sömürü insanın adeta kaderi olarak insanlara kabul ettirildi. İnsanın doğal toplum-yaşam sistemi olarak bilinen komünal ve köy-tarım sisteminin insanlık için gün yüzüne çıkarmış olduğu bütün maddi manevi, insani değerler, sınıflı-sermaye-iktidarcı sistemlere kurban edildi. Bu süreçten sonra, insanlık ne yaptıysa belini doğrultamadı ve büyük bir kamburlaşma yaşadı. Kendi eliyle kendisini hiçleştiren bir insan gerçekliğini yaşıyoruz. İnsanın kendisi, kendi eliyle yarattığı sistemin çarkları içinde ezile ezile adeta posası çıktı, bütün özünü yitirdi. Bu, insanın aslında doğal bir gelişim süreci değildi. Bu, insanın kendi eliyle kendisini tutsak etmesiydi. İnsan kendi özünde olmayan şeyleri yaşadı-yaşıyor. İnsan kendisini bulanıklaşmış bir suya dönüştürdü. İnsandaki hırslar insandaki duygulara baskın geldi. Bakın, insanda hırsta var duyguda var. Hangisi baskın gelirse insan onu yaşar. Buda insan aklının ve beyninin yeterince gelişmediğini gösterir.
Yani insan beyni ve aklı aslında gelişmiştir ama bu gelişmişlik insan karşıtlığı üzerine kendisini var eden sistemlerin hizmetindedir. İnsanın kendi tasarımı olan kapitalizm ve maddiyatçılık, insanı yutmuş durumdadır. Yani kendi eliyle yarattığı canavarla başa çıkamıyor misali. Sınıflı ve toplumun egemenliği üzerine inşa olan iktidarcı sistemlerin getirmiş olduğu modernliğin hepsi insana zarar veriyor. Kullaşmaya ve putlaşmaya dayalı sistemler insan karşıtıdırlar. İnsanlığın binlerce-onbinlerce yılda yarattığı bütün maddi-manevi değerler son birkaç bin yıldır sınıflı-iktidarcı sistemlerce heba edildi-ediliyor. İşte insanın özü olan komünalizm bu kötü gidişata dur demek için, insanın yüzbinlerce yıl yaşadığı sistemi tekrar insanın doğal yaşamı olarak yaşanılır kılmak ve insanı kendi hakikatiyle buluşturmak için var. Kapitalizm sonradan, insanın kendi hırslarına ve doyumsuzluğuna yenik düşmesiyle insanın yaşamına bir zehir gibi girdi. İnsanın özünde bu yoktur. Aslında insanın özünde hırs ve doyumsuzlukta yoktur ama güç olma, otorite kurma, sahip olma tutkusu insanı kendi doyumsuzluğunun ve hırsının kurbanı etti.
Bakın, hayvanlarda hırs ve doyumsuzluk yoktur. Bir aslan bir av yakalar yer ve karnı doyar ama yiyecek peşinde koşmaz, yiyecek biriktirmez, mal-mülk sahibi olmak istemez, birileri üzerinde egemenlik kurmak istemez. Ama insanda bu olumsuzlukların hepsi var ve insanı iflasa sürükleyen işte bu olumsuzluklardır. İnsanın bu durumda olması sadece hırs ve doyumsuzlukla açıklanmaz. İnsanın tür olarak duygusal boyutuyla yeterince insanlaşamadığını düşünüyorum . Aksi halde, insan kendi türüne bu kadar kötülük yapamaz. İnsanın iyisi kötülük yapmaz ama kötüsü de kötülüğün her çeşidini yapar. Demek ki insanın insanlaşması iyi olmasıyla ilgilidir. İyi insan olmakla ancak kötülüklerden kurtulabiliriz. İyi olmayan insan her zaman kendi bünyesinde kötülükler barındırır ve insanlığa aykırı olan her kötülüğü yapar. Demek ki insanın iyisine ve aynı zamanda yeteneklisine ihtiyaç var. İnsanı var eden duygu ve sevgidir ama insana maddi imkanlarda gereklidir. Ve insan doğadan kopmamaya da dikkat edecek. Doğanın doğallığında yaşamak insanı her zaman her yönden temiz ve berrak yapar.
İnsan doğada yaşadıkça temiz kalır. Ama insan şehrin egemenlik ve maddiyatçılık-çıkarcılık kokan ortamına girdiği andan itibaren bir sistemsel ve ahlaki kirlenme içine girer ama bunun farkında olamaz. Şehre gitmekle medeniyete ulaştığını düşünür. Şehir insanı ile köy-kırsal insanını yan yana getirin köy-kırsal insanının şehir insanından daha doğal ve daha insancıl olduğunu görürsünüz. Çünkü köy-kırsal insanı doğanın doğallığı içinde yaşadığı için kirlenmemiştir, doğallığını korumuştur. Doğada maddiyatçılık, iktidarcılık, sermayecilik, çıkarcılık yoktur. Ama şehir ise aslında iktidarın/devletin ve ticaretin gerçekleştiği ilk alanlardır ve bu alanlara sadece maddi ilişkiler hakimdir. Maddi ilişkilerin hakim olduğu ortamda insanlar insani kimlik ve özlerini bir süre sonra kaybederler. Kürt Halk Önderi, Öcalan’ın ekolojiye ve doğaya çok önem vermesi sadece doğanın coğrafik olarak daha temiz ve yaşanılır olmasıyla ilgili değil, doğanın insanı insan olarak daha insancıl kıldığı içindir. İnsan doğada doğal ortamda kalırsa doğayla uyum içinde olur ve kötülükten uzak durur. Doğa insanı kötülükten uzak tutar. Sağlık boyutuyla bile incelendiğinde, köy-kırsal insanının şehir insanına göre daha sağlıklı olduğu gözlemlenmiştir. Yani doğa insanı hastalıklardan da uzak tutar. Köyde-kırsalda yaşayan insanların daha uzun yaşadıklarını da ayrıca belirtelim. Köylerde-kırsalda depresyona giren insan pek görülmemiştir ama şehir, psikolojisi bozulmuş insan yığınlarıyla doludur. Köy ortamı zaten doğal hastane ortamıdır, doğa insana ihtiyaç duyduğu her şeyi veriyor. Şehir ise her türlü değerin çalındığı kirletilmiş mikroplu yerlerdir. İktidarın ve egemenliğin olduğu yerde hırsızlık büyükten başla küçüğe doğru gider. İktidar olmak aslında idari hırsızlıktır. Yani toplum üzerinde egemenlik kurmak hırsızlıktır. Bundan dolayı, Kürt Halk önderi, devletin gereksizliğinden bahsediyor. İşte öz yönetim, toplumun devletin boyundurluğundan uzak kalması ve özgürlüğü için olmazsa olmazdır. Toplumun doğal yaşamının olduğu yerde zaten devlet olmayacaktır.
Maddiyatçı olmadan ama maddiyatı yaşamak için kullanmak suretiyle ele almalıyız. İnsan yemek için yaşamıyor ama yaşayabilmesi için yemesi gerekiyor. İnsan çalışmak için yaşamıyor ama yaşayabilmesi için çalışması ve faaliyette bulunması gerekiyor. Doğal hayatın kendisi olan komünalizmde aslında insan isteyerek, doğayla bir uyum ve ahenk içerisinde çalışıyor ve yaşıyor. Burada bir zorlama ve baskı yoktur. Burada, insan ile doğa arasında doğal bir yaşamsal varoluş ilişkisi vardır. İnsanın bugün ucubeleşmesi ve doğanında düşmanı olması, insan ile doğa arasındaki doğal varoluş ilişkisinin bitmesinden kaynaklanıyor. Yani insan kendi kendisine yabacılaştıkça doğaya da yabancılaştı ve kendi kendisinin kasaplığını yaptıkça doğayı da kırımdan geçirdi. İşte insanın doğallıktan çıkması budur. Bütün bunlar insanın kendi yapısında olmayanı yaşadığı içindir. İnsan kendi yapısında olmayanı yaşadıkça kendisi olmaktan çıktı. İnsanın kendi hakikatini yaşaması, ancak maddiyatçılıktan, egemenlik kurmaktan, mevki-makam sahibi olmaktan, bencillikten vazgeçmesiyle mümkündür. Her insanın içinde biraz benlik duygusu olabilir ama bunda aşırıya gitmek insanı toplum karşıtı yapar, toplumsal değerlerden ve emekten koparır ve toplum için bir virüs haline getirir. Günümüzde insanın gelmiş olduğu nokta, tamda bir virüs olma durumudur. Bundan kurtulmak ve toplumu oluşturan sağlıklı-iyi bir özgür birey olmak gerekiyor. İyi bir özgür birey olmakla iyi ve özgür bir yaşamın hakkını vermiş oluruz. Aksi halde insanlık ve gezegenimiz büyük bir tehlike altındadır. Hırs ve doyumsuzluk insanın içine gizlenmiş en büyük düşman ve tehlikedir…
Kemal Söbe