HABER MERKEZİ –
“Fanon’a göre, sömürge ile sömürgeci, birbirine zıttır ve uzlaşması imkânsızdır. Dolayısıyla ikisinden biri fazladır.”
“Devamında, “Sömürge insanı hapsedilmiş bir insandır” der, Fanon. Bu hapislik içerisinde iki yol tanınmaktadır, sömürgeye: ya kapatıldığı hapishanede “kaderine” razı olacak ya da gardiyanlarına başkaldırıp kuyudan çıkmaya çalışacaktır, ikisinin arasında bir orta yol yoktur ve olamaz.
Kürt ülkesi ve halkı, öncesi olsa da özellikle son 100 yılda Türk-Arap ve Fars sömürgeciliğinin çok yoğun imha saldırılarına maruz kalarak; ağzı kapalı ve hiçbir taraftan ışık almayan bir kuyu misali hapishane içerisinde, türlü şiddet pratikleri uygulanarak nefessiz bırakılıp boğulmak istendi. Uygulanan bu fiziki, ideolojik-sosyal ve siyasal şiddet pratiklerinin en önemli sonucu ise Kürd’ün kimyasının bozulması ile sonuçlanmasıydı: görenler, anlayanlar için bir başkalaşım haliydi, bu bozulma ve sürekli üretilirdi sömürgecilik tarafından.
15 Ağustos, “ilk kurşun” olma babında bunu tersine çevirme, başkalaşımı durdurma başlangıcı idi esasında; önemi ve yaratmış sonuçlar bugün daha iyi anlaşılıyor. “İlk kurşun”’un “efendilerin” cenahında nasıl karşılandığı herkesin malumu; ama daha önemlisi, “Kimyası bozulan” kişi ve kesimlerin yaklaşımı oldu; başkalaşım sürecine girenlerin ilk şaşkınlık sonrası “öfkeli” saldırıları bizlere önemli ipuçları vermiş-vermeye devam etmektedir. Bunların büyük bir kısmı tarihin çöplüğüne atılmış, bir kısmı doğal olmayan “doğallık” içerisinde “mutasyona” uğrayarak!!! Efendi ile bütünleşmiş olsa da, halen ortalıkta dolaşan kimi tipler “varlıklarını” korumaya devam etmektedirler. KDP-Barzani zihniyeti-pratiği buna önemli bir örnek. Efendilere (sömürgecilik) yönelik gelişen itirazlara, onlardan önce davranarak karşı çıkışları en önemli marifetleridir bunların. Sade bu değil, tabi: toplum içerisinde ortaya çıkan değerleri ve değer yaratanları edindikleri “görev” gereği manipüle etmek, bunun mümkün olmadığı durumlarda değersizleştirmek gibi misyonla yüklenmişlerdir, efendileri tarafından.
Her gün her an tanıklık ediyor, Kürt halkı bu misyon sahiplerine; kimi zaman, Kürd’ün ters yüz edilmiş tarihini ayakları üstüne oturtarak yeni bir tarih yaratanlara tarih öğretmeye, kimi zaman ise direnci yaşam bellemiş olanlara “direniş” nutukları atmaya kalkıyorlar, utanmadan, arlanmadan. Eskicinin de eskisi bu kişilerin kimler tarafından ortalığa salınıp konuşturulduğu; önlerine gelen metinleri çeşitli “mecralar” aracılığıyla yayınlayarak kendilerine verilen lanetli ve uğursuz görevlerini nasıl yerine getirdikleri bir sır olmaktan çıkalı çok oldu. Bu nedenle işin bu boyutunu şimdilik bir kenara bırakalım.
Değinmek istediğimiz konu sömürgecinin, sömürgeleştirilen toplumun kimyasını nasıl bozduğudur: Biliniyor ki, sömürgecinin kendini yüksek, yüce ve değerli görmesinin yolu sömürgeleştirdiği toplumu ve kültürü değersiz görmek ve göstermekten geçmektedir. Fanon okuyanlar bilir: Sömürgecinin “Efendi” olarak kodlanıp “değerli” olarak zihinlerde imgelenmesinin en önemli yolu, sömürgeleştirilenin kendisini “değersiz” görmesidir. Bundandır ki sömürgeci, gerçekleştirdiği katliamlar sonrası, geride kalanların zihnine oynar; bütün şartlar ve koşullar sömürgeci bir bilinci belirleyecek şekilde oluşturulur. Sömürgecinin gömleği, sömürgenin bilinci ve kimliği haline getirilmeye çalışılır. Kendini “efendi” addeden sömürgeci, sömürge kişiliğinin oluşumu ve inşası için ilk iş olarak sömürgeleştirdiği yere “uygarlık ve medeniyet” götürdüğünü, bundan ötürü kendisine minnet duyulması gerektiğini, zira “geri” bir toplumu “aydınlattığını” temel argüman haline getirir. Sömürgeleştirilerek kimyası bozulan toplum ve bireyi bir kez sömürge haline gelmeye görsün; özünü kaybeder ve asla eski haline kavuşamaz, artık.
Sömürü fiilinin nesnesi olan toplum ve birey, kendine yabancılaşarak, Nevrotik bir tip haline dönüşür; kendine yabancılaşma, kendini aşağılama ve kendine karşı tiksinti kolektif bilince yerleşir. Bu aşağılık kompleksi, kendi türünün varoluşunu yadsımaya dek ilerler. Bu yadsıma o derece güçlü bir nefret duygusuyla eşgüdüm halinde çalışır ki, sömürgeleştirilen toplumun bireyi, dilini-kültürünü-ait olduğu ulus ve halkı yok saymaya, kendini egemen ulusun dili ve kültürüne ait olarak düşlemeye, yapılandırmaya dönüştürür eylemini. (BKNZ Barzani ailesinin Türk hayranlığı) Kendi ulusal değerlerine karşı gelişen nefret, hiçleşme ve düşkünleşme yükselen değer olur, bu kişilerde. Kendine dair bu kökleşmiş nefret sömürgeleştirilenin kendi varlık ve tarihini mutlak bir inkâra dönüşür.
İçerisinde doğduğu toplumunu “çirkinlik” ve “değersizlik” ile işaretleyen sömürge kişiliği tarihini-kültürünü inkâr etmekle kalmaz, ötesinde, berisinde hiçbir pozitif etkiye de rastlamaz; baktığı, duyduğu her şeyde negatif ve toksik kötücüllükler görür. Kendinden olanı değersiz bulmaya ve efendiyi sorgusuz-sualsiz değerli bulmaya başlar. Bu andan sonra sömürgeleştirilenin zihninde, sömürgeci egemende kodladığı “güzel, baskın, yüce ve değerli” olma imgesinin yıkıcı etkileri her an ve her saniye kendisini göstermeye başlar.
Sömürge kişiliğinin maruz kaldığı yıkım, bozulma, acı ve şiddet öylesi bir boyuta varır ki, nedenleri konuşmak, onların üzerinde düşünmek, buna maruz kalan için katlanılması imkânsız bir yük olur. Bu yükün altına girmeden “saklanmak” peşi sıra “kaçmak” bir çare olarak düşünülür. Kaçışın en temel yolu ise, sömürgeciye yönelik olarak ortaya çıkan itiraz seslerine sömürgeci egemenle birlik olarak aynı dalga boyunda karşı çıkmak, karalamak, o sesi değersizleştirmektir. Sömürgecilik tarafından sınırları çizilen ve sömürgeleştirilen toplum tarafından kabul edilmiş olunan “efendi-köle” diyalektiği, bu diyalektik tarafından belirlenen “mutlu” düzen yıkılmakla yüz yüze geldikçe, sömürgeleştirilen birey şaşkın, öfkesi sınır tanımaz, edep bilmez olur.
Özgürlük talebi, sömürgeciden daha fazla, sömürgeciyi mutlak hakikat olarak gören iğdiş edilmiş birey ve kesimler arasında hoşnutsuzluğa neden olur; bu talep onları çılgına çevirip, deliye döndürür. Talebin gerçeğe dönüşmesi ihtimali uykularının kaçmasına, kalan hayatlarının alt-üst olup, cüzzama kapılmışçasına acılar içerisinde kıvranmalarına neden olur.
İşte şimdilerde bu acı kıvranmaları yaşıyor kimyaları bozulan bu tipler; zira efendinin sınırlarını çizdiği “mutlu-mesut” günler ve hayat sona ermiştir. Yapa yalnız bir biçimde en yakın çevreleri-aileleri tarafından dahi terk edilmiş, karanlık bir mahzen de böcekleşmiş bir halde bir gün birilerinin üzerlerine basacağı korkusuyla “yaşam” sürmektedirler. Bir böceğin halk-toplum ve tarih nazarında beş para etmez değersizliğini ise anlatmaya gerek yoktur, bu saatten sonra…”
Doğan Amed