HABER MERKEZİ
Avrupalılar henüz Kuzey Amerika’ya ayak basmadan önce, orada başka insanlar yaşıyordu. Sayıları 20 milyon civarında olan bu insanlar yaşamlarından memnundu. Tıpkı dünyanın geri kalanında olduğu gibi, bir kültürel çeşitlilik ortamında hayatlarını devam ettiriyorlardı. O zamanlar bölgedeki birçok kabilenin ismi “halk” sözcüğüyle tercüme ediliyordu. Şimdilerde yapıldığı gibi topluca “Kızılderililer” olarak isimlendirilmek yerine Inhanktonman, Meskwaki ya da Tohono O’odham şeklinde değişik adlarla tanımlanıyorlardı.
Ama kurdukları toplumsal yapı, Kolomb’un 1492’de Amerika kıtasını keşfiyle bozulmaya başladı. Yağmacı Avrupa sömürgecilerinin gelişiyle birlikte yerli kabilelerin yaşam alanları, diğer kabilelerce işgale uğratıldı. Bu durum onları birbirine düşürerek kabileler arası çatışmalara yol açtı. Bunun sonucunda özgün kültür alanlarındaki yaşam şekilleri parçalanmaya başladı. Sığınma kamplarında izole edilerek çevrelerinden yalıtılan yerliler, ihlal edilen anlaşmalar, Hıristiyan dönmelerin misyonerlik faaliyetleri, asıl dinlerinin baskı altına alınması ve ülkelerinin altüst edilerek kültürlerine sürekli bir saldırı tehdidi altında 1970’li yıllara kadar geldiler.
Yerliler, Avrupalı ilk sömürgeciler için tam bir bilmece gibiydi. Nereden gelmişti bu halk? Oysa İncil’de onlardan hiç bahsedilmiyordu. Kendileri gibi bunların da ruhları var mıydı acaba? Gerçekten insan mıydılar yoksa başka birşey mi? 1537 yılında kilise, onları “Tanrı’nın çocukları” olarak açıklasa da, yine de süregiden şekilde yaşam tarzlarına saldırılmasından kurtulamadılar. Ülkelerini işgal eden yabancılarla temasları çoğaldıkça, o güne kadar bağışık olmadıkları birçok hastalığa yakalandılar. Gözü dönmüş sömürgeciler birçok kez onların soyunu kurutmak için girişimlerde bulundu. Sağ kalanlarını ise asimile edeceklerdi. Bütün bu hengamelerde, Kanada’nın kıyı bölgesinde yaşayan Beothuk kabilesi gibi kiminin soyu tamamen ortadan kalkarken, büyük bir kısmı ise her şeye rağmen soyunu sürdürmeyi başardı.
Göçebe olarak yaşayan ve geçimini yiyecek toplayarak sağlayan yerliler dışında, köylerde yerleşik hayata geçmiş ve tarımla uğraşanlar kabileler de vardı. Tarıma bağlı olan yoğun yerleşim yerlerindeki kültürlerden bir kısmı yüksek uygarlık düzeyine sahip olup, kimi halkların animist bir inancı ve eşitlikçi bir sosyal yapısı vardı. Diğerleri ise aşağı yukarı bugünkü anlamda tanrısal inanç sahibi olup, hiyerarşik bir toplumsal organizasyon kurmuşlardı. Binlerce yıl, geniş topraklar boyunca yer değiştiren halklar, bu esnada başka yerlerde yaşayan diğer halkların kültürlerinden etkilenip değişime uğruyor; onların da kendi kültürlerinden etkilenip değişmelerine neden oluyorlardı.
Kızılderili kabilelerine esin kaynağı olarak onları birbirine bağlayan en önemli şey, dünyayı kutsal sırrın bir imgelemi olarak görmeleriydi. Dünya ile olan ilişkilerini, ülkelerine duydukları saygıda kökleştirmişlerdi. Toprak-ana ile gök-baba her şeyi sağlayan olmakla birlikte, insana meydan okuyandı da. İnsan, yeryüzünde yaradılışın hakimi değildi ama dünyayla arasında saygı dolu ve dengeli bir ilişki yaratmak zorundaydı. Kuzey Amerika yerlilerinin düşünce esasları, temel olarak bu fikirlere dayanıyordu.
Buraya ilk gelen Avrupalılar, bu insanların başka bir yerden geldikleri konusunda hemfikirdi. Ama nereden?.. Kendi dinsel öğretilerinin de etkisiyle, önce bunların İsrail’in kayıp kabilelerine ait insanlar olduğunu düşündüler. Ancak 19. yüzyılın sonlarından itibaren arkeolojide yaşanan gelişmeler, bilim insanlarına bunu doğrulayan bir kanıt sağlamadı. Çünkü Kızılderililerin büyük bir kısmının kökeni, yapılan arkeolojik analizlere tümüyle olumsuz yanıt veriyordu.
1926 yılına gelindiğinde arkeologlar, Buzul döneminde Kuzey Amerika’da kızılderililerin yaşamış olduğu yönünde kanıtlar bulduklarını bildirdi. Buldukları kanıtlar, bizon ve mamutları avlamak için kullanılan mızraklara ait taş bıçaklardı. Avcıların, hayvan sürülerini kovalarken, Bering boğazı yoluyla Sibirya’dan Alaska’ya geçmiş insanlar oldukları tahmin ediliyordu. Bu şekilde kıtanın güneyine kadar yayılıp 10.000 yıl boyunca daha çok Kuzey Amerika’da yerleşmiş oldukları hesap ediliyordu. Buzullar eriyip kıtalar arasındaki geçiş yolları deniz tarafından yutulduğunda bile göç dalgaları gelmeye devam etmişti. En son göç dalgası ise Asya’daki denizci kutup insanlarına ait olanıydı. Bunlar bugünkü Eskimolar’ın atalarıydı. 4500 yıl kadar önce gelip Kanada ile Alaska’nın kuzey kıyılarına yerleşmişlerdi. 1960’lı yıllarda da insanların sandallarla Sibirya’dan güneydeki Pasifik bölgesine geçtiklerini gösteren pek çok kanıt bulunmuştu.
“Beyazların gerçekliği, bankaların, dükkanların, neon ışıkları ile arabaların bulunduğu caddeler ile polisin, fahişelerin ve hüzünle bakan insanların zamanla yarışından ibarettir. Ama aslında bütün bunlar sahtedir. Çünkü asıl gerçeklik bütün bunların temelindedir.”
Kızılderililer, Avrupa ve Amerikalılar tarafından o kadar çok saldırıya uğrayıp sindirilmek istendiler ki artık hayatta kalmak için kimliklerine sıkı sıkıya sarılmaktan başka bir alternatifleri yoktu. Kabilelerin kimisi, kendi toprakları üzerindeki haklarından vazgeçmeye zorlanırken, diğerleri ise kendileri için tamamen yabancı olan başka alanlara göç ettirildi. Bu esnada yaşanan kötü muamele, hastalıklar ve çarpışmalar nedeniyle sayısız insan hayatını kaybetti. Bu da yetmedi, aynı zamanda bilimsel incelemelerin kurbanı oldular. Savaş alanlarında ve mezarlıklarda bulunan yerli kemikleri, güya bilimsel araştırmalar yapmak üzere toplanarak müsadere edildi. Asimilasyon kurallarına uymamakta direnen yerliler, diğer yurttaşlar için “görünmez” kılındılar. 1960’lı yılların sonundan itibaren Yurttaş Hakları Hareketi, Kızılderili halkların sorunlarını da gündeme getirmeye başladı. Uyulmayan anlaşmalar nedeniyle toprakların bir kısmının iade edilmesi ya da uğranan zararın tazmin edilmesi yönünde çabalar için mahkeme kapıları aşındırıldı. Lakota, Nakota ve Dakota yerlileri kendilerine ait kutsal topraklar olan ve “kara tepeler” anlamına gelen Paha Sapa’nın iadesi için hala uğraşmaya devam ediyor. 1990’da Yerlilerin Mezarlarını Koruma ve Geri Kazandırma Anlaşması ile ceset kalıntıları ve mezar eşyaları ile kutsal sayılan hatıraların ulusal kurumlardan geri alınarak sahiplerine iade edilmesi konusunda umut ışığı belirdi. Toprak ve kültürel haklar üzerindeki bahsedilen türde anlaşmazlıklar, Kanada’da yargı konusu oldu. 1990’da Eskimoların yönettiği ve “bizim ülkemiz” anlamına gelen Nunavut bölgesi oluşturuldu. Bugün hem Birleşik Devletler hem de Kanada’da kadim halklar, çoktan kaybolmaya başlamış olan dillerini kurtarmak için hararetle çabalıyorlar. Kurdukları yerel okullarda orjinal dil ve kültürlerini öğrenmek suretiyle bunu başarmaya çalışıyorlar.
Kızılderililer bir zamanlar “doğaya yakın insanlar” ya da “soylu yabaniler” olarak isimlendirilmiş olsa da günümüzde artık “ilk çevreciler” olarak tanımlanmaktadır. Onların kültüründe toprağın ve ülkenin korunması, günlük yaşamın en önemli parçası ve hiç bitmeyen sorumluluklarından biridir. Onlar kelimenin gerçek anlamında doğacılar olup tabiatın döngü ve sınırlarını çok iyi bilirler. Varlıklarını ülkelerinin bir parçası olarak gören yerliler, aynı zamanda kendilerini, orada yaşayan diğer yaratıklardan üstün görmezler. Onlar için ekoloji, bir denge ve saygı meselesidir.
Kaynakların, kendi yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayıp karşılayamayacağını sürekli gözönünde tutarak buna dikkat eden yerliler, bu kaynakların yetersiz olduğu bölgelerde nüfuslarını düşük tutmalarının gerekli olduğunu da çözmüşlerdi. Bu yüzden çoğalma oranını sürekli yüzde on gibi bir rakama endekslemişlerdi. Avcı kabileler, avladıkları hayvanların sayısının çok azalmamasına özen gösterir, bulundukları bölgelerden uzun süre avlanılmamış başka yerlere taşınarak, hayvan popülasyonunun kendini yeniden dengelemesini sağlamaya çalışırlardı. Yine tarımla uğraşan kabileler birkaç sezon ürün aldıktan sonra toprağı bir yıl boyunca nadasa bırakırlardı. Ritüellerinin önemli bir malzemesi olan kartal tüylerini kullanma konusunda da son derece hassas davranır, kendileri için kutsal olan ve az bulunan kartalın soyunun korunması için ellerinden gelen özeni gösterirlerdi. Kartal yakalamak için özel kulübeler inşa edilir; yakalanan hayvanlar kendilerinden birkaç tüy alındıktan sonra derhal doğaya bırakılırdı.
İnsan ve doğa arasındaki bu uyum, Avrupalılar’ın gelip Kuzey Amerika’da yerleşmesiyle birlikte köklü biçimde sarsıldı. Öyle ki 19. yüzyıl sonlarına doğru bizon soyu nerdeyse tümden kurutulmuştu. Kabilelerin yaşadığı topraklarda ormanlar büyük ölçüde yokedilmiş ve sular kirletilmişti. Kızılderililerin önemli bir kısmı bütün bu olumsuzluklara karşı çıkarak isyan etmiş, bugün yaşadığımız çevresel sorunları ta o zamanlar dile getirerek bu sorunların bugün geldiği yer hakkında ilk öngörüde bulunan insanlar olmuşlardır.
“Birgün sizin atalarınız büyük suyu geçerek bizim ülkemize girdi. Sayıları
azdı. Onlara düşmanlık etmedik, dostça karşıladık. Buraya kötü insanlardan kaçarak özgürce yaşamak için geldiklerini söylediler. Bizden bir parça toprak istediler. Dertlerine yoldaş olduk, isteklerini karşıladık. İçimizde yerleştiler. Onlara mısır ve et sunduk. Karşılığında bize zehir (alkollü içecek) sundular. Ama sonra beyaz adam, ülkemizi keşfetti. Haber denizaşırı ülkelere ulaştı ve her seferinde daha çok geldiler. Ama onlardan korkmadık. Çünkü onları hep dost gördük. Onlar da bize ‘kardeş’ dedi. Onlara inanarak daha fazla toprak verdik. Sonunda gittikçe çoğaldılar. Daha çok toprak istediler. Bizim ülkemizi de istediler. Gözümüz açıldı, ruhumuz yaralanmıştı. Savaşlar başladı. Yerliler para karşılığında diğer yerlilere karşı savaştırıldılar. Halkımızdan çok insan öldü. Onlar güçlü ve hakimdiler. Binlerce insanımızı öldürdüler.”