HABER MERKEZİ –
“Kendinize biraz saygınız varsa, mutlaka anlamalısınız ve sapmadan yaşamalısınız. Aslında başka mümkünü yok, böyle yaşamalısınız. Başka türlü ne düşman aman tanır ne de biz ciddiye alabiliriz. Yanılmayın. Anladık, çok kötü büyütüldünüz, çok yanlışlıklarla örülü bir yaşamınız var ama artık aşalım. Başka türlü size yanıt olamayız, sizi taşıyamayız. Çare olamazsak çürürüz, kokuşuruz, yani konulacak bir mezarımız bile olmaz. Yaşam büyük sorumluluk olduğu için çok büyük ciddiyet gerektiriyor.”
“Arabistan’da İslamiyet ilk çıktığında, oldukça da çığrından çıkan, karanlıklara gömülen ve cehaleti iliklerine kadar yaşayan çöl Araplarına, o zamanki bütün böyle insanlara, Kur’an, “Oku” adıyla indirilmiştir. Diğer bir deyişle Kur’an, “Oku” kelimesiyle başlar. Şimdi bizdeki durum buna benziyor. Biz “Anla” diyoruz. Biraz okuyorsunuz ama anlama yeteneği çok zayıf. Anlamak derken de; işin esasını, özünü anlayın. Hiç olmazsa bunu kutsal amaçlar doğrultusunda bir yaşama, bir inanca ve bir çabaya dönüştürün.
Günlük raporlara baktığımızda, mücadele gerçeğimizde, delilerin bile içine giremeyeceği saptırmalar var. Bunun en temel nedeni kendini doğru dürüst terbiye bile edememektir. Hatalarınızı, çektiklerinizi ve yaşama kıymanızı hiçbir ulusunkiyle kıyaslayamazsınız.
Çok kof bir gurur, kupkuru bir inat, hiçbir şey bilmediği halde bildiğinde bile bile ısrar, imha olacağını bildiği halde bile bile bu yanlış adımda diretme, basit bir tutku uğruna en yüce değerlere ters düşme durumu aslında ne köylülük ne de küçük-burjuvalıkla izah edilebilir. Düşkünlükte sınır tanımama, kendini yitirişte her türlü kuralsızlığa girme, her türlü kaybetmeye doğru götüren yaşama takılıp gitme, hazırlanmayı aklına getirmeme, muazzam yanlışlarla yürüme, bunun dayandığı her türlü kaybedilmiş kişilik özelliklerinin farkına varmayan bir gafil yaşama durumu söz konusudur.
Bile bile bu kadar talimat-perspektif niye özümsenmiyor, neden layıkıyla bağlı kalınmıyor? Ne derdiniz var? Çok zengin misiniz, çok akıllı mısınız? Değil. Peki halen kendini bir çocuktan daha şımarıkça ateşe atmaktan tutalım işleri bozmaya kadarki tutum nedir? Bu, neyle izah edilecek? İyi ki benim fırsatım var, kendimi biraz böyle gözden geçiriyorum. Bu temelde biraz sözünüzü kesmeye, bu korkunç gafletin veya gidişatın önünü almaya çalışıyorum. Aksi halde bırakalım ulusal kurtuluşu veya devrimi, bakıyorum bu halinizle bir şey kurtaramazsınız. Kendi gücünü bu kadar anlamayan, kendi gerçeğini bu kadar farketmeyen kişi neyi yaşayabilir? Gözünüzün önünde o kadar hatalar işlenirken, o kadar yapabileceğiniz işler varken, ‘Ben insanım, bazı insani yeteneklerim var, harekete geçirmeliyim’ diyen bir tekiniz çıktı mı? Çok kaba çaba, çok kendini beğenmişlik dışında bunları söylüyorum. Bir işe düzen vermeyi, bir işin gidişatını belirlemeyi ve bunun sağlıklı gelişmesine göz-kulak olmayı acaba kaç kişi aklına getirdi? Düşünüyorum, bu kişiler başıma niye bela? Soruyorum, neden böylesiniz? Ne yapmak istiyorsunuz? Anladık, terbiye görmediniz; anladık saptırıldınız; anladık, bilmem ne hale getirildiniz. Ama biz de insanız, öğrenmeye çalışıyoruz. Niye bu kadar öğrenmeye ve anlamaya karşı tepkili olacağız?
İç düşmanlık özelliklerini konuşturtmayacağız
Doğru bir şeyi kavramak kötü mü? Yaşam için güç-kuvvet sahibi olmak kötü mü? Çalışmalarımıza bakın; kimler kimleri nasıl daraltıyor ve kimler kimi adeta yaşamdan nasıl çekip koparıyor? Bu, düşmanın yaptığı iş değil midir? Ülkeyi yaşanamaz hale getiren, toplumu darmadağın eden ve herkesi böyle birbirine karşı kışkırtan, bölüp yöneten düşman değil midir? Biz bunları nasıl yutacağız? Tamam alçakgönüllüyüz, tamam sosyalist yöntemi uyguluyoruz fakat düşmanı bu kadar konuşturmak da ne kurnazlıktır ne de bizim aptallığımıza veya şöyle böyle yaklaşımlarımıza yorumlanabilir. Sizi anladık; bu dünyada kendinizi her şeye layık görüyorsunuz veya her türlü yola düşürüyorsunuz. Fakat biz buna karşı parti adına bir adım attığımızda, bir şeyler kavrayacaktınız. Bu gevezelik, bu sağırlık, bu dilsizlik, bazen öyle, bazen böyle olmak nedir? Hala doğru dürüst bir toplantı yaptıramıyoruz, doğru dürüst bir tartışmayı geliştiremiyoruz. Hepsi neredeyse birbirinin gözünü çıkarma ve yer kapma savaşımındadır. Başkaları için vezirlikten tutalım hamallığa kadar her işin en iyisini yapabiliyoruz veya içimizdeki hainler, gafiller bunu yapabiliyor. Kendi işlerimize gelince hiç yakışmayan bir tarzda tekme atıyoruz.
Şu anda ben büyük bir kısmında bunu görüyorum. Doğru yol, doğru iş diyorum, o, aynen böyle bir tekmeyi, hem de inanılmaz bir uyuzlukla atıyor. Tabii buna karşı çatlar insan. Biraz sabır ve direnç gücümüz olmazsa, Önderlik olayında her şey allak bulak olur. Bu kadar yılların kadrosu olacaksın ama bir işe saygıdeğer bir yaklaşım göstermeyeceksin! Üstelik bütün bu haltlar şimdi bizim adımıza karıştırılıyor. Kendi başlarına yapsalar, neyse. Yetkiyi, imkan ve fırsatı bizden alarak, hatta kendilerini bize bağlayarak yapıyorlar bunu. Mecburen sorumluluk duyacağız.
Yıllardır ben en gelişkin PKK’lilere sağlıklı bir toplantı yaptıramadım. Biz bir merkez oluşturalım dedik. Ama orada da en söylenmesi gereken sözleri söylemezler. Rolü, yetkisi nedir, bazı hususlar mutlaka nasıl açılmalıdır konusunda ağızlarını tutarlar. Ama en olmadık yerde, gerekmediği ve kurallara da uygun olmadığı halde bir bakarsın her şeyi konuştururlar. En temel ilkeleri ağza almazken, diğer taraftan en tartışılmaması gereken hususları dile getirmekten tutalım en gayri ciddi konulara kadar seviyesizce bir alışkanlık tarzını ise konuştururlar. En layık olunmayan yerde en layık olmayan kişiliklerle her türlü yaşamı götürebilirler. Ama en yüce kişiliklerle çok tarihi diyebileceğimiz bir ihtiyaç için, ‘Bir şeyler yap, yürüt, bir araya getir’ dediğimizde gözlerini kapatıyorlar.
Mesela ben, yüzde bir şey yaptırılabilecek bir kişiyi bile değerlendiriyorsam, sen en iyi mücadele arkadaşlarını değerlendiremezsen, senin sosyal-siyasal mücadelen nerede kalır? Tarihte bir şey daha söylenir: Hz. Musa’nın meselesi vardır; Beni-İsrail, yani bugünkü Yahudi toplumunun en eski hali söz konusu olduğunda, bunlar da oldukça ‘lanetlidir’ deniliyor. Artık neye benziyorlar, bize benzerlikleri var mı, bilemiyorum ama ‘lanetli’ deniliyor. Veya Hz. Musa bir türlü bunlarla başedemiyor. O zaman haklarında alınan kararlar var; buna göre dünyanın dört bir tarafına dağılıyorlar. Buna ‘Yahudi diasporası-dağıtılması’ denilir. Aslında hayli çarpıcı! Büyük ihtimalle uygarlaşma sürecine girecekler fakat çeşitli nedenlerle bu sağlanamıyor. İmparatorluklarla anlaşmazlıkları da oluyor. Sonuçta, 2.500 yıldır dünyanın her tarafını bir Yahudi sorunu dolduruyor. Yahudilik şimdi, dünyayı yöneten bir akıl gücü, bir ekonomik güç, bir siyasal güç, bir bilimsel güç.
Yetersiz söz ve eylem düşmana hizmettir
Tabii PKK’nin dile getirmek istediği gerçekleri herkes layıkıyla özümseseydi, çok akıllı eylem adamları olmanız zor olmayacaktı. Siz temel hatayı; PKK’yi tarihi anlam, önemi ve de zorunluluğu biçiminde anlamak yerine, parti adına her şeyi kendine yakıştırmakla yaşanacağını, bize çok kötü yutturulmuş alışkanlık ve yetersizliklerle yürünebileceğini sanmakla yaptınız. İşte parti içinde sosyal-siyasal mücadele dediğimiz olay budur. Düşmanın dayattığı özelliklerle mücadelede saf bağlamak çokça ve yaygınca görüldüğü gibi ya gafilce imhalara ya da haince sonuçlara yol açıyor; bu arada çok ucuzca ölümlere götürüyor. Düşmanın direkt-dolaylı etkileri olmazsa, bu, böyle oluşur mu, gelişir mi? Bu anlamda kendinizi anlamaya çalışın diyoruz. Düşmanı mı konuşturuyoruz, kendi özgür yaşam gerçeğimizi mi? Kendi parti programımızı mı yaşıyoruz, yoksa ne idüğü belirsiz dayatılan özellikleri mi yaşıyoruz? Biraz derinlikli düşünmeniz gerekecek. Düşmanla ayrım çizgilerimizi çizeceğiz. Eylemimizin ne kadar halkın eylemi, ne kadar işbirlikçilerin ve düşmanın eylemi olduğunu ayırt edeceğiz. Bunun için gerekirse çok konuşacağız, gerekirse çok eylem yapacağız. Böylelikle bir devrimci, bir eylem adamı, bir iyilik adamı için çok gerekli olan doğru yolun yolcusu, eylemcisi olmayı başarırız. Şimdi benim sözüm ve eylemimin niçin düşmana bir hizmeti olsun, niçin düşman benden yararlansın, bir yetersizliğimi, bir yanlışlığımı niye kötü kullansın, niye bana karşı kullansın? Ben o zaman kendimle uğraşır ve kendimi hizaya getiririm. Kendisini düşmana karşı ayarlamayan bir adam bir halkı nasıl düşmana karşı ayağa kaldırabilir? Şimdi bizim bazı arkadaşlar bir demagoji geliştirmiş; her türlü lafazanlık, her türlü davranış bozukluğu, her türlü eylem, örgüt ve çaba yetersizliği içinde dolanıp duruyorlar. Ağzına biraz sözcük yerleştirildi, şimdi eveleyip geveliyor. Biz buna fazla tahammül edemeyiz çünkü, kendimize zarar veriyoruz. Sözü ve eylemi bu kadar çarpık ve yetersiz olan kişi, düşmana hizmettedir.
Evet bunu çok iyi bileceğiz. Verilen söze layık olmanın biricik yolu şudur: Söz, eylem ve yaşamın düşmana darbe olması. Eylem adamı dediğin, ‘Konuşacağım her söz düşman için bir darbedir, bir eylemdir, bir yerinden vurmaktır; diğer bütün hareketlerim öyledir; ve özellikle yetkim-sorumluluğum varsa, bir komutansam, bir öndersem sen gör düşmana günleri nasıl zehir edeceğimi veya hakkıma-hukukuma nasıl sahip çıkacağımı; bunun için savaşıyor ve örgütleniyorum, bunun için eğitim veriyorum’ diyen kişidir. Doğru tarz böyle olur.
Kendinizden ne anladınız? Siz şimdi bunu cehalete yorumlayamazsınız ki? Biz size anlatıyoruz. Hep, ‘Cahil kaldım, dar kaldım ve tıkandım’ demek ayıp değil mi? Bu laflarla kendinizi aldatmanız ayıp değil mi? Bu yaşa gelmişsin, daha doğru dürüst kavrayamazsan, ben nasıl seni akıllı adam yerine koyarım? Saygıdeğer bir tavrın olmazsa, ben sana nasıl değer biçerim? Zamanınız vardı, öyle fazla yorulmuş, yıpranmış da değilsiniz. Öyleyse kendinizi hizaya getirin.
Şuna yanıyorum: Söz vererek ülkeye gittiler ama halkın da başına bela oldular, kendilerini de mahvettiler, ayrıca birçok değerimizi de gömdüler. Yüzde yetmiş beşi belki öyledir, bizden görev-yetki alanların yaptığı budur. Ben de söz verdim, neden ben sözüme karşı tutarlıyım? Mademki kendini bile koruyamıyorsan, kendini mantık ölçüleriyle yaşatmıyorsan, o zaman ne diye kendini de, bizi de aldatıyorsun? Ama bütün bunların hepsi sevdalı bir yaşam serserisi. Nasıl yaşayacağını bilmiyor. Gözü bir paraya, bir yiyeceğe, bir içeceğe takılıyor veya yaramazlığı sonuna kadar reva görüyor. Canı uyku istiyor, uykuya yatıyor, hiç uyanmıyor. Şimdi büyük bir kısmı böyle; gözü rahatta, gözü düşkünlükte, gözü yaramazlıkta, gözü sahtelikte. Hatta habire de bizi aldatıyor. Zorlu olana göz dikmiyor, mutlaka bir imkanı-fırsatı değerlendirmiyor veya hazırlamıyor, hatta çok sınırlı olandan başlayıp geliştirmeyi hiç aklına bile getirmiyor. Ve böylece karşımıza da çıkıp yalan söylüyorlar. Yani tüm bunlar adeta bize bir hastalık gibi, bir mikrop gibi etkide bulunuyor.
Tabii uyarıyorum, böyle yapmayın, belaysanız gidin belanızı başka yerde arayın diyorum. Yetki ve görevlerle bu kadar oynamak, hiçbirimize yarar sağlamıyor. Ben zorla sana gel eyleme katıl demedim. İlle beni kullanmak istiyorsan, ben de devrimin kendini savunacağını hatırlatıyorum. O zaman da, ‘Kendimi yere atarım, şöyle engel yaptırırım, zarar veririm’ dersen, bu, bir iç tehdit, bir iç engel durumunu oluşturur. Yani o belalılar gibi güya bizden taviz koparacak!
Ben de sizin gibi kendimi aldatamam ya!
Hayret! Biz alnımızı biraz dik tutmak için buraya mücadeleye geldik, onlar habire eski alışkanlıklarını, utanmazlıklarını bize dayatacaklar. Biliyorsunuz insan için şeref, onur çok önemli; olmadı mı hayvanlardan betersin. Ben halkın üzerine fazla gitmiyorum çünkü, şimdilik partimizi terbiye etmeye çalışıyoruz. Dünyanın yüzkarası bir Kürt gerçeği olduğunu biliyorsun. Senin için büyük bir hedefe ulaşma, büyük bir utanmazlıktan kurtulma sorunu var. Bu ayarsızlıkla, bu ölçüsüzlükle kimse seni kabul etmek istemiyor. Düşman yüzde yüz haksız olduğu halde dünyayı başına kaldırmış, sen bunlardan hiçbir sonuç çıkarmayacak mısın? Ben bütün gelişmemi neye borçluyum? Bu utanmaz duruma, bu büyük haksızlığa, bu insanın nefes alamayacağı ortama son vermeye. Bu, hepiniz için geçerlidir.
Ben çok erkenden şunu söyledim, “Biz de bu tip insanız, bu tip adamız” diyenlere büyük bir öfkeniz olmazsa siz Kürdistan’da namuslu eylem adamları olamazsınız. Ben yürürken, görürken aslında her şeye karşı savaş halindeyim. Fırsatım olsa, örgütü daha güçlü yaratsaydım, insanların kötü yanlarını daha sert kılıçtan geçirirdim. Neden bu duyguyla yüklüyüm? Çünkü kötülükler var. Tabii kılıçtan geçireyim derken, kaba anlamda söylemiyorum; yapılması gereken, büyük bir kısmını eğitime almak, örgütlülüğe almak, savaşa çekmek ve böylece ıslah etmek anlamında söylüyorum. Ülkeye ve halka yüzümü çevirdiğimde halen de böyle yürüyorum. Siz, halkın içinde yaşarken, ülkeye yerleşirken, neden öfkeniz azaldı veya öfkenizi niye doğru yönlendirmediniz? Neden büyük bir inatla bu utanmaz durumlara son vermenin büyük çabasına girişmediniz? Ben ruhunuzun ne olduğunu anlamak istiyorum. Halkın içindesiniz, ülkenin şu parçasındasınız. Bizim buralarda bile içimiz içimize sığmıyor, kafamızda, ruhumuzda her gün vurduğumuzu vuruyoruz, yaşattığımızı yaşatmaya çalışıyoruz. Senin derdin büyük, senin neyle karşı karşıya olduğun belli. Ben buna dayanarak söylüyorum: Neden siz o zaman akıllı olmadınız ve halen yapımızın büyük bir kesimi niye yaramazlık ölçüleri dahilinde hareket ediyor? Bir başına bırakıldığında düşmanın her türlü imhasına açık bir durumu niye yaşıyorlar?
İşte politika dediğimiz olay, buna çare bulma sanatı oluyor. Politikanın ABC’si, bunu hiçbir gerekçeyle yaşamamak, kabul edilemez bu duruma çare olmaktır. Neden çok engin, çok derin yürüyen bir kişilik gelişmiyor? Bu durumları görememekten, bunun politikasına ulaşamamaktan dolayıdır. Böyle oldunuz mu iyi asker olamazsınız, hele iyi komutan hiç olamazsınız. Sırf bu durumlara bir çare olmak için ben gerçekten nasıl yaşadığımı iyi biliyorum. Sizlere çok gerekli olan hususları zamanında yetiştirmek için bu büyük tempoya kendimi nasıl mecbur ettiğimi iyi biliyorum. Bunu kendi keyfim için yaptığımı mı sanıyorsunuz? Hayır, mutlak anlamda özgürlüğe ihtiyacı olan, ölüm-kalım sürecinde bulunan bir halkın kurtuluşuna önderlik edecek bir öncü güce verilmesi gerekeni vermek için yapıyorum.
Ben de sizin gibi kendimi aldatamam ya! İkiyüzlülük etsem, zaten yaşamam mümkün değil. Her türlü yetersizliği ben kendime layık görsem, bu iş çok erkenden biter. Kendini ıslah edemeyen, kendisini hiç olmazsa düşmanına karşı biraz yaşatabilecek bir plana, bir anlayışa kavuşturamayan kişinin sonu ne olur? Böyle birinin varlığı acaba neye hizmet ediyor? Bu soruyu herkes kendine sormalı. Düşünün ki, ben her gün bu açmazlarla karşı karşıyayım. Bir türlü durumu kendi kişiliklerinde çözmeyenleri, çözmeye yanaşmayanları, her türlü sıradanlığı, her türlü yetersizliği çok normal karşılayıp ‘yaşayabiliriz’ diyenleri gördükçe soruyorum, diğer işlere nasıl el atarız?
Tüketici kadro tipine göz açtırmayacağız!
Dedim ya, işte anlama ve özümseme konusunda çok yüzeysel ve sığ geliştiğiniz için sizce de kabul edilmeyen ve sizi de zor duruma düşüren her şey ortaya çıktı. Evet, bizi de anlayamama büyük bir suçunuz, yetmezliğiniz olarak ortaya çıktı. Çünkü ben, ilk andan günümüze kadar işin gerekleri üzerinde büyük bir ciddiyetle durduğum gibi her an ne yapılması gerektiği sorusuna aklım yettiğince, çabam elverdiğince karşılık verdim. Bunu yanımdakilere de bin defa tekrarladım. Aydınlatma görevimi, uyarma görevimi ve imkanlar oranında destekleme görevimi kesinlikle bir saniye bile ertelemedim. Bir yoldaşlıkta ne biterse onu fazlasıyla vermeye çalıştım.
Bütün bunlar sizin de bu yolun sağlam bir yolcusu olmanız içindi. Yani ‘inşallah’la, ‘maşallah’la olmaz ama belki bu sefer doğru anlarsınız. Ben hiçbir zaman hiçbir adımımda ve hatta ilk grubumuzun oluşumunda, ardı sıra yetmezliklerin bu kadar çıkabileceğini düşünmemiştim. Halen de attığım her adımımda; yoldaşlar en iyisini düşünür, yapar ve buna göre yaşarlar derim. Bu anlayışı kesin benimsemelisiniz çünkü, sahtelik yaraşmaz, büyütmez ve herhangi bir yere de götürmez. Alışkanlıklarınızın hepsi düşmandan kalmadır, hepsi köhnemiş, içinde hiçbir şey, özellikle güç geliştirmeyen, doğruluk ve güzellik sağlamayan çirkinliklerle, yanlışlarla doludur; atın bunları gitsin.
Tüketici kadro tipi diyoruz; tüketici kadro tipi nedir? Yoldaşını öldürüyor, tüketiyor, iflasa götürüyor. Hiç böyle kadro-komutan olur mu? Gözümüzün içine baka baka, bunlar yanımızda oluyor. Sizin ciddiyetiniz, eleştiri gücünüz, uyarı gücünüz, ilkelere-kurallara bağlı olma gücünüz nerede kaldı? En önemlisi de bu yetmezlerle, bu serserilerle birlikte yaşamaya nasıl razı oluyorsunuz? Çaresizsiniz.
Ben açık söyleyeyim: Tamam, her yere gücüm ulaşmaz ama benim sahamda, partimizde, halkımızın tüm iş, yaşam alanlarında bu tipe göz açtırmayacağız. Ağlamaya, sızlamaya hiç gerek yok. Tüketecekmiş, kendini şöyle abartılı dayatacakmış! Bunun olmayacağını niye kestiremediniz veya bu baylara biz niye anlatamadık? Kaldı ki biz aksini de, neden çaresiz, zavallı olunduğunu da kabul etmiyoruz. Bu da bize yakışmaz çünkü, biz her yerde çareyiz. Artık bunu ispatlayan hareket, ‘gücüm yetmedi aldandım, çaresiz kaldım’ demeyi kabul etmez.
Başta dağdakiler olmak üzere, hemen herkes bizim sahip olduğumuz imkanlardan daha fazlasıyla işin içindedir. Beynini, o bedenini herkes bu işe doğru verecek. Kendini doğru dürüst düşünceye vermeden bir davayı kazanmak nerede görülmüştür? Siz tarihte bunu nerede gördünüz? Doğru dürüst kendini yetiştirmeden, terbiye etmeden bir davanın kazanıldığını nerede gördünüz? Türk gerçeğine bile bakalım, adamlar Ortadoğu’ya gelirken İslamiyeti taklite öyle giriyorlar ki, bir Arap’tan on kat daha Müslüman kesiliyorlar; halen de büyük bir kısmı böyle. Birkaç yüzyıldır emperyalizmden öğreniyorlar, en sağlam müttefik olmakla övünüyorlar. Yani sırf kendilerini yaşatmak için, kendi egemenlik tarihlerini bin yıldır böyle yazdırıyorlar. Sen yüzde yüz haklısın, sen yaşama mutlak muhtaçsın, öyleyse sen de bir şeyden öğren! “Hamal geldik, hamal gideriz; ancak bize binerler, sağımıza, solumuza sürekli vurur götürürler” diyen yaşamı ben ne yapacağım! Allahın zavallısı, sefili, çaresizi! Siz bu yaşamı ne yapacaksınız?”
Halklar Önderi Abdullah Öcalan’ın 10 Ocak 1994 tarihli çözümlemesinden derlenmiştir.