HABER MERKEZİ
Bizler her evde olabilir ve o evlerdeki herhangi bir pencere ya da çatışma deliğinden düşmana isabetli bir mermi sıkabiliriz! O zaman böyle düşünüldüğünde, yani düşman açısından olaya bakıldığında her ev hatta düşmanın açısına giren her yer bir hedef halini alır. Demek ki düşmanımızın da işi pek kolay değilmiş.
Sûr Direnişi Günlüğü – 2
* Ayrıştırmayı kolaylaştırmak adına yaptığımız açıklamaları italikle gösterdik; bunlar dışındaki bütün cümleler, direnişçilere aittir.
2 Aralık tarihine kadar Sur’a rahat girmenin mümkün olamayacağını anlayan AKP rejimi, sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte öz yönetim alanlarına büyük çaplı operasyona başlayacaktı. Bu tarihle birlikte Sur direnişçileri amansız bir çatışmaya girişecek, Özel Harekat güçlerine ve DAİŞ’li çete gruplarına ağır darbe vurdurmayı sürdürecekti. Oldukça kısıtlı imkanlar, az sayıda cephane ile Sur sokaklarında bir avuç Kürt gencinin yiğitçe sergilediği direnişe çarpan Özel Harekat güçleri, işlerin sanıldığı gibi olmadığını anlayacaktı.
Saldırının başlatılacağının istihbaratını az çok almış ve bekliyorduk. 1 Aralık gece 12 sıralarında Kurşunlu Camii’nin meydanında daha önceden döşemiş olduğumuz devreli mayın infilak etti ve arkadaşlar şans eseri yara almadan kurtuldular. Meydanın ortasında oluşan dev çukurun mayın sonucu açıldığı anlaşılmasın diye patlamanın hemen ardından kamuflesi yapılıp üzerine beyaz bir branda çekildi. Çatışmaların 4. ya da 5. günü bu brandanın altında ne olduğunu bir türlü çözemeyen düşman, brandanın altındaki sır perdesini aralamak için birçok girişimde bulundu ama her defasında gizemi çözmesi yeni mayın ve roketlerle engellendi.
İlk saldırı Kurşunlu Camii’ye
Ayın 2’sinde sabah saat 6’da düşmanın ilk saldırısı da Kurşunlu Camii’ne gerçekleşti. Kullandığı ilk silah da düşman için vazgeçilmez olan bombaatardı.
Peki düşman bu kadar cephaneliği kime karşı kullanıyor? Adeta düşmanın duvarlara, pencerelere, camilere, binalara ve çatılara karşı savaştığını belirtmek abartı sayılmaz. Çünkü her taraftan kendisine saldırı gelebilir ve bunu engellemesinin tek yolu savaştaki atış üstünlüğünü kullanmaktır. Bizler her evde olabilir ve o evlerdeki herhangi bir pencere ya da çatışma deliğinden düşmana isabetli bir mermi sıkabiliriz! O zaman böyle düşünüldüğünde, yani düşman açısından olaya bakıldığında her ev hatta düşmanın açısına giren her yer bir hedef halini alır. Demek ki düşmanımızın da işi pek kolay değilmiş. 🙂 🙂
Rûken ve Zinar…
İlk gün zor geçiyordu. Alipaşa taraflarında olması gereken Rûken arkadaş, Dağkapı Meydanı’nda düşmanla girdiği çatışmada şehit düştü. Rûken arkadaş alana kısa bir süre önce gelmiş, gizliliğe ve deşifre olmamaya çok dikkat eden bir arkadaştı. Canlılığıyla bulunduğu ortama hemen kısa bir sürede kendi rengini yansıtmayı bilen bir arkadaştı. Şehadetiyle birlikte düşman Dağkapı Meydanı’nı da yasaklı bölge kapsamına almak zorunda kaldı.
Direnişin 2. gününde düşmanın saldırısı daha da artarken Zinar (Mehmet Demirel) arkadaş da şehadete ulaştı. Alan içerisinde yaşanan her iki şehadetin de sebebi mermilerin nereden gelebileceğini tam bilememekten ve dikkatsizlikten kaynaklanmaktaydı. Sıcak çatışmaların yaşandığı yerlerde şehadetler henüz yaşanmamıştı.
Kurşunlu Camii’nin yakılmasının faili belli!
Sur Direnişi günlüğü, direniş süreci boyunca gündeme gelen Kurşunlu Camii’nin yakılması olayına da ışık tutuyordu. YPS direnişçilerine göre AKP’nin sıklıkla din istismarı adı altında kullandığı Kurşunlu Camii’nin yakılması olayının faili belliydi: IŞİD-TC-AKP terör örgütü.
Kurşunlu Camii, 500 yıllık tarihinde böylesini görmemişti. Tüm silahlar kendisine çevrilmiş ve delik deşik olan duvarlarının yanında cayır cayır yanıp kül olmaktaydı. Tarihi yapısı sayesinde yıkılmadı ama büyük bir tahribata uğramaktan da kurtulamadı. Kurşunlu Camii’ne düşmanın yerleşmemesi oldukça önemliydi. Çünkü minaresi 10 katlı bir binanın yüksekliğindeydi ve birçok sokağa hakim olabilecek temelde keskin nişancılar yerleşebilirdi. Ama her zaman için bizi rahatlatan bir durum vardı; o da Mustafa arkadaşın Kurşunlu’da olmasıydı. Her düşman girişimini darbelemesini bilip Kurşunlu’yu düşürmüyordu. Kurşunlu Camii’ne tek bir mermi dahi sıkmamamıza rağmen düşman tarafından özel savaş malzemesi olarak kullanılıp tüm dünyaya böyle lanse ediliyordu. Gerçi teröristlerin camiyi vurduğunu söylüyorlardı, bu anlamıyla söylenenler doğruydu. Camiyi IŞİD-TC-AKP terör örgütü vuruyordu.
İlerleyemeyen düşmanın kırılacağını ve geri çekileceğini ama daha sonra tekrardan saldırıya geçeceğini tahmin ediyorduk. İlk 9 gün verdiği ağır kayıpların yanında ilerleme kaydedemeyen düşman, yasağın 17 saatlik kalktığını ilan ediyordu. Abluka kaldırılmamış, sadece 100 metre geri çekilinip sivillerin giriş-çıkışları denetimli bir şekilde sağlanmıştı. 10 Aralık’taki bu uygulamada alanımıza binlerce sivilin giriş-çıkışı gerçekleşti ve sivillerin kalan büyük bölümü de alandan çıkmıştı.
Özel Harekât, ‘abilerine’ haber verdi
AKP’nin övüne övüne sahaya sürdüğü JÖH-PÖH güçleri Sur Direnişi karşısında ağır darbeler yerken çeşitli DAİŞ gruplarının da kullanılması, istenen sonucu alamamıştı. Bunun üzerine Erdoğan yeni bir plan devreye koyarak Ergenekon operasyonlarıyla tutuklu bulunan askerleri serbest bırakıp itibarlarını ve güçlerini iade ederek orduyla anlaşmıştı. Bunun karşısında orduya öz yönetim alanlarında her türlü yöntemin kullanılması temelinde saldırı emri verilmişti. Bu aynı zamanda aslında Türkiye’de yaşanan çatışmalı sürecin bir iç savaş düzeyine çoktan ulaştığını gösteriyordu. Kürdistan’ın birçok bölgesinde asker ve tank artık devredeydi.
Akşam saat 4 olduğunda alan önce büyük bir sessizliğe büründü ve ardından çatışmalara kalınan yerden devam edildi. Bu seferki saldırının boyutu, çeşidi çok farklı olacaktı. Bize güç getiremeyen Özel Harekat, abilerine haber vermiş ve abileri tankla, topla, havanla ve askerle beraber desteğine gelmişti. “Hele bir gelsinler” sözümüzden oldukça alınmışa benziyorlardı.
Hele bir gelsinler dedik ama böyle de olmaz ki ayıptır! Bu kadar az sayımıza karşılık böyle bir teknik ve binlerce askerle geliyorsun. Madem ki sen böyle bir güçle saldırıyorsun, o zaman birkaç gün aç yolu, biz de biraz takviye alalım. O zaman gel de görelim, el mi yaman bey mi? Tabii tarih eski tarih değil; mertlik kalmamış, tek bir iğnenin dahi içeri girmesine izin verilmiyor. Aklınca içeride sadece bizim askeri gücümüzü değil aynı zamanda açlığa, susuzluğa, sigarasızlığa ve elektriksizliğe ne kadar dayanabileceğimizi, irademizi ve psikolojik gücümüzü de test ediyorlardı. Amaçlarının bir bütünen bizim irademizi kırmak olduğunu biliyoruz. Bundan dolayı ne kadar kayıp verirsek verelim tek bir insan sağ kalıncaya kadar bu savaşın, bu direnişin devam etmesi gerektiğinin bilincindeydik.
Tank ile tanışma
Ordunun da savaşa dahil olmasıyla beraber düşmanın Kurşunlu tarafından gerçekleşen saldırıları oldukça yavaşlamış ve saldırının yönü Keçi Burcu’ndan Yenikapı’ya doğru gerçekleşmeye başlamıştı. Hebûn arkadaşın mevzisine gerçekleşen saldırılardan yönelimin yön değiştirdiğini anlamıştık.
Hebûn arkadaş: Bizim en öndeki mevzilerimiz var ya…
A: Eee.
Hebûn: Onlar artık yok.
A: Nasıl yani yok?
Hebûn: Düşman bir şey ile vuruyor.
A: Hadi gidip bir bakalım.
Gidilip bakıldığında gerçekten de mevzi adına hiç bir şey kalmamıştı. Henüz gözle tank görülmemiş olduğundan ilk başta neyle vurulduğu anlaşılmıyor fakat tankın güllesinin bir parçasının bulunmasıyla durum anlaşılıyordu. Ayın 12’sinden itibaren tank ile tanışılmış oluyordu. Mevzilerin dağılmış olması pek bir şeyi değiştirmiyordu çünkü her mevzimizin önünde büyük tüplere doldurulmuş mayınımız bulunuyordu. Bundan dolayı tankın gelişinin etkileyebileceğini zannetmiyorduk.
Düşmanı durduracak, zırhlı kepçesine etki edebilecek iki silahımız bulunuyordu: Biri B-7, diğeri Zagros silahı. Her iki silahı da oldukça kullandık ama darbe yiyen araçlar götürülüyor ve yerine yenisi getiriliyordu. B-7 güllelerimiz de sayılı olduğuna göre dikkatli kullanmalıydık. Düşmanımız NATO’nun bilmem kaçıncı büyük ordusuydu. Tankını vuruyorsun hemen yenisini getiriyor, zırhlı kepçesini vuruyorsun ertesi gün daha da zırhlısını getiriyor. Askeri piyade birliğini vuruyorsun, ertesi gün yeni bir birlik getiriyor. Askerinin psikolojisi bozulmuş, hemen Bolu ve Kayseri’den çeşit çeşit renklerde bereleri olan askerlerini getirtiyor. Getirmesi yetmiyor, bir de medyada bas bas bağırıp askerinin propagandasını yapıyor. Görenler, duyanlar bu askerlerin hemen gidip meseleyi çözeceğini, her bir askerin dünyaya falan bedel olduğunu zannedecek. Oysaki altlarını pisleterek kaçtıklarını kimse bilmiyor. Biz biliyoruz.
Varsın, kudursunlar…
Gerillayı ya da bir direnişçiyi savaşı anlatırken dinlemek gerekiyor. Onlara göre savaş bir tanımın karşılığı olamaz. Savaş gerçekten çok çarpıcı bir konu. Tüm olgular tüm gerçekleşmeler ve bunlara dair tüm duygular tüm keskinliği ile ve en uçta cereyan ediyor. Olağanüstü şartların, olağanüstü niyet ve hedeflerin, olağanüstü davranış ve tavırlarla karşılandığı, böylelikle insanoğlu adına bilinebilenlerin çok ötesinde, alışılmamışlıklarla dolu hikayeler peşi sıra bırakan bambaşka bir evren gibi. Bu yüzden bu evrenin insanı olmadan savaş adına yapılabilecek tanımlama ve anlamlandırmaların yanılgı ve yetersizlik payı büyük. Bu yüzden savaş çemberi içinde gelişenleri bilinen verilerle mukayese edip tanımlamak, aklın klasik denklemleriyle sonuca ulaşmak, duyguların en basit ve en zayıf haliyle anlamaya çalışmak yetmiyor. Bu yüzden savaşın kazananı ve kaybedenine dair söz söylemek basit değil. Her yenilgi yenilgi olmadığı gibi her zafer bildiğimiz anlamda zafer de değil. Bunu en çok tarihi Sur Direnişi’yle anladık sonunda. Örneğin Sur’daki mesele, çarpışan iki güç ardından bir gücün, bir başka gücün denetimi altındaki bölgeyi ele geçirmesi değil. Ya da matematiksel olarak savaşın son sabahında arkada kalanların hangi taraf ve kaç kişi olduğu değil. Kaybetmek kayıpların çokluğu ile de izah edilemiyor artık.
Sur’da kazanan Kürt gençleri, örneğin öldürdüklerinin sayısı ile kazandıklarını iddia etmediler. Onlar amansız bir yok etme saldırısına, tarihi bir tehdide, bir rest çekmeye ve zulme karşı gösterdikleri tavırla kazandılar. Özgür yaşam adına karar kıldıkları öz yönetim davasının haklılığı, Sur sokaklarında soludukları havayı, içtikleri suyu kutsal kıldı. Kendi toprakları üzerindeki istilaya karşı aldıkları direnme kararının büyüklüğü, o genç yürekleri tarihi ve büyük kişilikler haline getirdi. Zalim ve bir o kadar amansız bir düşmanın tarihte görülmemiş büyük imkanlarına rağmen direnme kararından bir adım geri adım atmayarak ve aylarca destansı bir biçimde direnerek kazandılar. En önemlisi, kendilerinden sonrakilere direnilirse kazanılacağını anlatan ve insan olan herkesin iliklerine kadar işleyecek bir kahramanlık hikayesi bırakarak kazandılar. Kendilerinden sonrakilere kim olduklarını hatırlatarak… Düşmanlarının aklında ve yüreğinde özgürlüğe ölümüne düşkün insanların neler yapabileceğine dair korkular yaratarak ve kaçınılmaz bir sonu halk adına muhteşem kılarak kazandılar.
Şervan’ın direnci hepimize büyük moral oldu
Ayın 17’sinde düşman, Mardinkapı Okulu’nu denetimine aldı ve okulu (3 katlı) karakol olarak kullanmaya başladı. Aynı gün yoğun çatışmalar yaşanmış ve Şervan arkadaş başından ağır yaralanmıştı. Yaşama şansı neredeyse hiç görünmüyordu. Kafasının sağ tarafına isabet eden mermi 2 cm derinliğinde bir kanal oluşturmuş ve beyni olduğu gibi görünmekteydi. Ameliyatı yapabilecek kimse yoktu. Nasıl müdahale edileceği konusunda da doğru dürüst bir fikrimiz bulunmuyordu. Sağlıktan az çok anlayan (Bazı arkadaşlarımız artık buradaki pratikleri ile oldukça tecrübe kazanmışlardı) doktorlarımızın müdahalesi gerçekleşti fakat acilen hastaneye ulaştırılması gerektiğini belirtiyorlardı. Bu temelde aynı günün gecesi Şervan arkadaş bir tabuta (kafasının sallanmaması gerektiğinden dolayı tabuta konuldu) konularak dışarıya ulaştırılmak istendi. Fakat ulaştırılamayarak tekrardan geri getirildi. Şervan arkadaşın o yaralı haliyle gece boyu soğukta kalmasının yanında götürülememesi ve düşmanın eline geçme ihtimalinin yaşandığı gecenin bir romanı dahi yazılabilir. Şervan arkadaş direndi ve yaşama tutunmayı başardı. Gerçekleşen ancak bir mucize olabilirdi. Doğru dürüst bir tıbbi müdahale (serum ve iğneler dışında) yapılmamasına rağmen Şervan arkadaşın direnci tüm arkadaşlara büyük bir moral oluyordu. Bilinci açık, hafızası yerinde, kararlılığı hepimizden daha ileri düzeydeydi.
Çiyager arkadaşın aktif müdahalesi etkili oldu
Düşmanın Mardinkapı Okulu’na yerleşmesi bazı eksikliklerimizden ve tecrübesizliğimizden kaynaklanmaktaydı. Tank vuruşundan dolayı 6-7 ev geri gelinebiliyordu. Zırhlı araç bir evin karşısına geçmişse artık orada kalınmaz sanılıyordu. Ama Çiyager arkadaşın bu dönemdeki aktif müdahalesi bu durumun değiştirilmesinde oldukça etkili oldu.
Emniyet Fırını, Dört Ayaklı Minare, Yoğurt Pazarı ve özgün mevzide (Yenikapı) ilk 20 gün düşmanın yönelimi neredeyse hiç gelişmemişti. Bombaatarlar sürekli atılıyor ama gerekli tedbirler tüm evlerin kapıları açık tutularak ve tüneller kullanılarak yaralanmaların önüne geçiliyordu. Okulun düşmanın eline geçmesiyle birlikte saldırı yönü Yenikapı’ya doğru gelişmeye devam etti. Afat (Piling) arkadaşın sorumlu olduğu mevzi geniş bir alanı kapsıyor ve geniş caddeden düşmanın ilerleyişi daha kolay oluyordu. Tank bilinçli bir şekilde evleri hedef alıp vurmaya başlamıştı. Kurşunlu’da arkadaşların nöbet tuttuğu ev vurulmuş ve tankın güllesi tavanda patlamıştı. Heci, Agir ve Çiyager (genç) arkadaşlar birkaç sıyrıkla bu saldırıyı atlatmışlardı. Tankın vuruşuyla yaralanan ilk arkadaşlardı. Her üç arkadaş da pansumanlarının ardından tekrardan mevzilerine dönüp moralli katılımlarına devam etmişlerdi.
YARIN:
* Mazlum ve Delil: En ağır kayıplar
* Ararat arkadaşın ısrarı
* Kaçan düşmandan arta kalanlar
* Rozerîn (Sarya), Yılmaz ve Rojhat’ın şehadeti