HABER MERKEZİ – Ekim ayının son günlerinde artık Sur alanına birçok arkadaş geldi. Yüzü kapalı, hepsi illegal arkadaşlar ama birçoğunu daha önceden tanıyorduk. Ne ev sorunu var ne de maliye. Zaten herkes tutulan alanlarda yatıyordu, kalkıyordu. Savaş öyle bir evreye geldi ki düşman yüzü kapalı geziyordu. Hiçbir polis yüzü açık dolaşmıyordu artık. Polis ve memur ailelerin hepsi evlerini taşıyordu Kürdistan’ dan. Artık sadece askerler var alanlarda, onların da yüzleri kapalı. Savaştı işte. Halkımızın özgürlük davasıydı bu. Bundan kaçan bir kişi gafletteydi bana göre. On yaşında çocuklar öldürüldü, on yedi yaşındaki gençler mevzilerde bizler için savaşıyor, küçük çocuklar Cizre’de buz dolaplarda saklanılıyor analar tarafından, hiç mi farkında değilsin; baksana kadınlarımızı sokaklara atıyorlar çırılçıplak, nasıl yatacaksın o kadar şey gördükten sonra, devrime inanmayan biri mücadele edemez ki, peki ya şehitlerin intikamı, devrim olduğunda nasıl bakacaksın halkının yüzüne, kulaklarını nasıl kapatırsın çocukların “özgürlük” istemlerine…
Eee, bu seste neydi. Dışardan sesler geliyordu. Çatışma mı oldu acaba? Hasret ve Yağmur, hemen pencereye koştular. Yağmur Ümit’i çağırdı, “Bak, burası Kürdistan!” dedi. Tomadan ve akreplerden “mehter marşı” çalınıyordu. O gün ilk defa çaldı ve bundan sonra her sabah devam etti. “Hep kahraman Türk milleti” çalıyordu her sabah.
Akşam olmadan Zınar ile beraber Sur’a gittik. Dört Ayaklı Minare’nin orada Heval Mazlum’u görünce durdu. Heval Mazlum’u çok seviyor ve sayıyordu. Mazlum Heval( İsa Oran) onu görünce, “Hani can yeleği” dedi. Ben de güldüm. Zınar, Mazlum arkadaş için can yeleği getirecekti. Zınar’da, “Düşmanı vurup üstünden alalım” diyordu. Ben yine güldüm. Remziye Ananın evinin oraya doğru döndüm, Heval Serhıldan’ı görmek istediğimi söyledim, yürüdüm. Kurşunlu mevzisinin oraya kadar gittim. Dört günlük süreçte mermilerden her yer delik deşik olmuştu.
Yüzünü kapatmıştı tüm arkadaşlar. Biz arkadaşların fotoğraflarını çekiyorduk. Dört Ayaklı Minareden yukarı gidiyorduk ki sokakta birçok arkadaş vardı. Ama dikkatimi o ara başka bir şey çekmişti. Sokağın biraz kenarında kendinden emin adımlarla ilerleyen, sırtında M-16 taşıyan, başında yeşil bir agal, raxlarını takmış, uzun ve ince bir arkadaş yürüyordu. O kadar hayran kalmıştım ki, “Şu güzelliğe bak, gerilla işte” dedim kendi kendime. Kimdir, nedir, hiçbir fikrim yoktu. Ben de tam arkasındaydım. Boynumdaki fotoğraf makinasıyla atış pozisyonu alır gibi köşede durdum ve çektim. Gözümü fotoğraf makinasından hiç ayırmadım. Hemen arkasını döndü ve bana baktı, tam o ara bir kere daha çektim. Hiç beklemediğim bir şey söyledi, “Çek tabi” dedi. Herkes, “çekme” diyordu, “o çek” dedi. Raxtının sol üst cebinde küçük tabanca vardı. Sonra merhabalaştık. O silahta takılı kaldı gözlerim, ne de güzel duruyordu onun omuzlarında. Herkes yüzünü bağlamıştı, onun ki açıktı. Kendi kendime “HPG’ den gelmiş herhalde” dedim. Varto’lu olduğunu söylediğinde ona Varto’da gördüklerimizi anlattım. O da Varto’da olanlardan etkilenmişti. Gitmek istediğini, intikamlarının alınacağını dile getiriyordu. Varto deyince aklıma saat sabahın dördü ve gördüklerimiz geliyordu. Düşman, Varto’da ne kadar vahşi ve insan dışı olduğunu tekrar herkese gösterdi. Bu düşmana karış savaşmayacaksın da ne yapacaksın ki. Bu savaş, bu dava dünyanın en meşru davasıydı. Özerklik ilanları da, bir halkın geleceğine karar vermesindeki en önemli adımdı. Özerklik ilanlarının ilk bedellerini ödemeye başlamıştık. Devrim ve özgürlük uğruna verilen bedeller her zaman için güzeldir. Sabahın dördünde güzel olan tek şey, yoldaşların yüzüydü ve toprağın üstündeydi. O, Vartolu olduğunu söylediğinde bir çok şey aktardım. İsmini söylerken bile bir havası vardı, “Nawe mîn Rébere” dedi. O konuşmaya başlayınca Serhat’lı erkeklerin özeliklerini kafamda sayıyordum o ara. “Eee, senin de işin bu, çekeceksin tabi, düşman görsün heybetimizi” diyordu. “Kurtarılmış alan” diyorduk bu sokaklara. Kadınlar güvenle yürüyebilirdi, sloganlar atılabilirdi, çocuklar vurulmadan oyun oynayabilirlerdi, halkla beraber kimseler müdahale etmeden istediğin kadar halay çekip özgürlük şarkılarını söylenebilirdin, bu kadar güzel kadın ve erkek, bu kutsal toprakta yoldaşça yaşayabiliyordu. Sanki Kürdistan’ın en güzelleri şu anda buradaydı. Evlerin duvarları mermi izleriyle doluydu, birçok ev boşalmıştı ama moralli olmak ilk görevdi. Kürdistan’a özgürlük ne de yakışıyordu!
Mevzide bekleyen birkaç arkadaş vardı. Tam fotoğraflarını çekiyordum. Remziye Anaların oraya geldim. Karanlık çöküyordu gittikçe. Surlara karanlık çökünce insan çok korkuyordu. Etrafının hepsi kapalı, küçük, dar bir sürü sokak vardı. Düşman burada felç edilirdi, teknik olmasaydı! Düşman tek başına asla Sur’a giremezdi. Kaybolurdu ya da öldürülürdü. Bu sokakların köşelerinde daha önce uyuşturucu satıcıları, kovaya vuranlar yani eroin çekenler, baliciler, Hizbullahçılar, fuhuşçular, ajanlar vardı. Ama şu anda sadece özgürlük savaşçıları var! Artık en küçük bir detay bile ilgimizi çekiyordu, çünkü her şey tarihe kalacaktı. Diğer kalanlar da yüreğimize ve düşüncelerimize dağılacaktı.
Kurşun izlerine dalmıştım. Benim daldığımı Zınar Heval görünce, “Ya! Bu da böyle Cîne” dedi. Ben de çok üzgün baktım sanırım. Bana baktı ve “Tu kês ne wek Heval Çiyagerê!” dedi. Bana baktı güldü. O güldüğünde kesin bana bir şeyler söyleyeceğine işaretti. Bana baktı ve eline telefonunu alarak, telefona bir şey yazdı, bana uzattı. Telefonda yazdığı şeyi okuyunca, soğukkanlı olmaya çalışsam da tutamıyordum kendimi mutluluktan. Çünkü Zınar, sürekli ondan söz ederdi, Amed’de kaldığım hemen hemen tüm evler onu tanıyordu ve onun ziyaretine gidiyorlardı Lice’ye. Telefona, “Heval Çiyager Sur’ da” diye yazmıştı.
Laleş Rênas