HABER MERKEZİ
Mahsum Gürkan vuruldu.
Yamaçlardan kayalar yuvarlandı. Doruklarda ayak izleri yandı. Tutuştu. Kentlerin kuytularında yalnız arkadaşlar yutkundu, gözleri yandı.
Mahsum Gürkan vuruldu. Ama ölmedi. Ölmez. İnce Memed gibi “imi timi belirsiz” oldu. Bozê Rewan’ın sırtına binip uzaklaştı. Özgürlük ülkesine gitti. Gördük. Ölmediğini, ölmeyeceğini, öldürülemeyeceğini gördük. O büyük direniş ruhu, büyük eylem yıldızı, büyük yaşam ustası. Kürdistan gençliğinin kızıl yıldızı 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu şehidi Ali Çiçek’in izdüşümü, sesi, soluğu, onun namluya sürülmüş mermisi oldu Mahsum.
Sapla samanın, akla karanın, dolu ile boşun birbirine karıştırıldığı, toz dumandan gözün gözü görmez olduğu zamanlardan geçtik, geçiyoruz. Hemen her şeye, her devrimci gelişmeye komplo teorileri ile güvensizlik zehri ile, bilinçli bilinçsiz kara çalmalarla yakalaşanların mantar gibi çoğaldığı zamanlardayız. Böyle olduğu içindir ki Mahsum ve yoldaşı o kirli pusudan yüreklice kurtulduklarında, pusular içinde pusulara düştüklerinde, canlarını dişlerine dişlerini Sur’un o kara taşlarının tenine takarak o dar sokaktan bütün dünyanın gözleri önünde koşarak geçtiklerinde de o komplo teorileri, o karaçamlalar, o ahlaksız saldırılar alıp başını gitmişti. O sokakta sevgili Tahir Elçi’nin katledilmesi ile sonuçlanan birkaç dakikalık olayın bir “kurmaca” olduğu, oradan koşarak geçenlerin bu cinayet “oyunu” nun parçaları olduğu dillendirildi çokça. Hatta o kadar ileri gidildi ki akıl ve izan sınırları zorlandı, bilmezliğin içine kurnazlık, düşmanca tutumlar sızdı, aldı yürüdü, ur gibi kapladı ortalığı, hastalığa dönüştü. Günler sonra “sokaktan koşarak çıkanların yoldaşları” olduğuna dair devrimci gençlik açıklaması biraz olsun bu saldırıları dindirdi, sis perdesini dağıttı, ama yine de her köşe başında Özgürlük Hareketi’ne saldırmak için avuçlarını ovuşturarak fırsat bekleyen içten pazarlıklı şahsiyet ve çevreler durmadı. Kara çalma bu olay üzerinden devam etti. Mahsum Gürkan’ın Sur’un karnından vurulup düşmesi ardından bütün bu komplocular, güvensizler, bilinçsizler, saflar derin sessizliğe büründüler. Mahsum’un kurşunlara hedef olan bedeni bütün o algı operasyonunu, özel savaş gayretine dönüşmüş kara çalmaları tuzla buz etti. O kadar ki, o kadar ki, bir bütün olarak direnişlere dil uzatanların dilleri karınlarına kaçtı. Mahsum Gürkan’ın şahadeti işte kahramanlığının yanı sıra bu yüzden de büyüktür. Bu yüzden de anlaşılmalı, saygıyla karşılanmalıdır. O olaydan aylar sonra bile Sur’dan çıkmayan, ki, eminiz bunun için olanakları olmasına rağmen, orada o kara taşların arasında, aç susuz, yorgun, yalnız, kan revan içinde direnen yoldaşlarının yanında kalmayı seçmiş, büyük bir özgürlük destanının kahraman emekçisi olmayı seçmiştir. Şiirsel ölümler çağından kalma şiirsel bir yaşam ve şahadet. Tarih bunu daha yazacak, daha anlatacak, daha bağıracak biliyoruz.
O sokak, o Mahsumlar’ın vuruşarak geçtiği sokak, o sokaklar bir gün konuşacaktır. Anlatacaktır bize, bütün dünyaya onları, onların neler yaşadıklarını, nasıl direndiklerini anlatacaktır. Bu talazok zamanları geçecek, göreceğiz, dalga geçenler kıyıya vuracaklar, saygısızlar saygıya muhtaç olacaklar. Göreceğiz. Onlar o sokaktan kızılca fırtına olup esip geçtiklerinde biliyoruz yalnızca, eski yeni, genç yaşlı yoldaşları dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar sadece yoldaşları çenelerini sıvazlayıp “bunlar bizimkiler” dediler. Çünkü onlar birbirlerini özgürlük tutkusundan o tutkuyu aşılayan çizgiden, o çizginin tavrından tanırlar. Tanıdılar. İçleri rahat.
Mahsum ve yoldaşları Kürdistan Devrimi’nin en güzel yüz metresini koştular, ne mutlu onlara. Ne mutlu onlara Ali Çiçek’in, Mazlum Doğan’ın yoldaşları oldular. Muhteşem İlya Ehrenburg’un Dipten Gelen Dalga adlı romanında Sergey “siz hiç bir komünisti ölürken gördünüz mü” diye sorar. Mahsum’da tüm dünyaya sordu “siz hiç bir Kürt özgürlük savaşçısını ölürken gördünüz mü?” Dünya lâl. Lâl. Şimdilik. Karlar eriyecek çözülecek dili dünyanın da. Notalar seğirecek gözlerinin önünden. Özgürlük notaları.