HABER MERKEZİ
PKK, tarihin en kadim halkı olan Kürt halkının toplum olmaktan çıkarılmasına karşı durma, Kürt varlığını sadece savunma değil yeniden yaratma hareketi olarak kurulmuştur. Bu anlamıyla PKK tarihi özü itibariyle Kürt halkının uluslaşma tarihidir.
Kürt halkı için 1970’li yıllar var oluş ve yok oluş ikileminin en derinliğine yaşandığı bir zaman dilimini ifade eder. Kürt halkının tarihinde 1970 öncesi ve 1970 sonrası diye bir bölümlemeye gitmek her bakımdan kaçınılmazdır zira bu yıllar Kürt halkının tarihinde bir nirengi noktasını oluşturur. Bu dünyanın ve Türkiye’nin yaşadığı konjonktürle doğrudan bağlantılıdır. Çünkü bu süreç sadece Kürt halkı için değil, bölgesel ve küresel güçler için de önemli değişikliklerin ve stratejik adımların gündeme geldiği bir süreçtir. Bu sürecin tüm bileşenleriyle anlaşılması Türkiye’nin ve bölgenin çözmek zorunda olduğu Kürt sorunsalının temel özelliklerini anlamak açısından son derece önemlidir. Kürt halkının bugün derinliğine yaşadığı demokratik uluslaşmanın hangi koşullarda nasıl başlatıldığını, buna öncülük eden PKK gerçeğinin referans aldığı bilinç, eylem ve örgüt biçimlerini, yine esas aldığı ideolojik, kültürel hareket noktalarını anlamak bu süreci anlamak açısından zorunludur.
1970’lerin dünyasına damgasını vuran iki devrimsel gelişme söz konusudur. Bunlardan birincisi 1968 Gençlik Hareketi’nin yol açtığı gelişmelerdir. İkincisi ise sistemsel krizinde doruğu yaşayan kapitalist modernitenin bu sistemsel krizden çıkma temelinde attığı adımlardır. Gençliğin öncülük ettiği 1968 Devrimi kapitalist modernitenin partneri reel sosyalizmle birlikte en köklü sorgulandığı süreci ifade eder. İnsanlık 68 Gençlik Hareketi’yle kendisine giydirilmek istenen deli gömleğini adeta yırtıp atmış, en büyük isyanını gerçekleştirmiştir. Kapitalist modernitenin topluma, doğaya, kadına, bilime ve sanata yani insanı insan kılan tüm özelliklerine nasıl bir saldırı sistemi olduğu ilk kez bu devrimle ortaya konulmuştur. Kapitalist modernitenin zihni, kültürel kalıpları ve ideolojik hâkimiyeti en kapsamlı sorgulamaya bu devrimle tabi tutulmuştur. Sonuçları dalga dalga tüm dünya gençliğinin antikapitalist ve antiemperyalist temelde ayağa kalkmasına ve büyük ulusal ve toplumsal mücadelelere girişmesine yol açmıştır. Küflenen düşünce dünyası büyük bir yenilenmeyi yaşamış, toplumsal dinamikler birer birer yatırıldıkları ölüm uykusundan uyanmaya başlamışlardır.
Kendisi bir kriz sistemi olan kapitalist modernite bu gelişmenin de etkisiyle mevcut krizli yapısını kaldıramaz duruma gelmiş ve karşı devrim sayılabilecek adımlarla kendini yeniden yapılandırmaya girişmiştir. Etrafında ördüğü sis perdeleri bir bir aralanan ve mezhebi haline getirdiği reel sosyalizmle birlikte teşhiri gerçekleşen sistem öncelikle antikapitalist temelde gelişen ideolojik ve politik mücadeleleri etkisizleştirmek, kendini yeniden örgütlemek ve küresel bazda yeni hegemonyasının ayaklarını oluşturmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır.
Devrim-karşı devrim ikileminin damgasını vurduğu bu süreçte bölgemiz Ortadoğu sahip olduğu direniş potansiyeli yine siyasi-ekonomik ve askeri açılardan taşıdığı stratejik önemi nedeniyle öncelikli olarak ele alınmıştır. Zira hem 1968 Gençlik Hareketi hem kapitalist modernitenin krizi bölgede sırtını ona vererek ayakta duran tüm rejimlere yansımış başta Türkiye olmak üzere işbirlikçi ulus devletler dağılmanın eşiğine gelmişlerdir. Sovyet yayılması büyük bir tehlike olarak görülmektedir. Ortadoğu’da Birinci Dünya Savaşından sonra kurulan ulus devletçi sistem dağılmakla yüz yüzedir. 1968 dalgası zihniyet dünyasında yarattığı hareketlenme ile birlikte Ortadoğu’da da gömüldü sanılan birçok dinamiğin yeniden ayağa kalkışına vesile olmuştur. İşbirlikçi ulus devletler ‘yok ettik’ dedikleri toplumsal dinamiklerin patlak veren direnişleriyle çatırdamaya başlamışlardır. Bunu en derinliğine yaşayan ise Türkiye olmuştur.
Kapitalist modernitenin ulus devlet temelinde kurguladığı dünya hegemonyasının Ortadoğu’daki ilk yapı taşı T.C.dir. Bu modelin bölgeye başarıyla uygulanması için başta İngiltere olmak üzere kapitalist modernist sistem elinden gelen her şeyi yapmıştır. Kısa bir süre içinde cumhuriyetin kurucuları olan Kürtler, İslamcılar ve sosyalistlerin tasfiyesi sağlanarak Cumhuriyetin yönetimi hızla İngiltere’nin yönlendirmesi ve denetimi altına alınmıştır. Ulus devletçilik temelinde düzenlenmek istenen bölge açısından çok uluslu, kendi içinde farklılıkların bir arada demokratik bir iklimde varlığını amaçlayan bir cumhuriyet yaklaşımı olabilecek en büyük tehlike addedilmiştir. Bu çerçevede M. Kemal kuşatılıp etkisizleştirilerek Kazım Karabekir ve İnönü’nün temsil ettiği çizgi hâkim kılınmıştır.
Kürt halkının kurucu unsur olmaktan çıkarılıp Türk uluslaşması içinde eritilmesi 1925’ten itibaren arkasında kapitalist modernitenin yer aldığı bir devlet politikası olarak uygulamaya konulmuştur. Ardından dört parçaya ayrılan Kürt coğrafyası üzerinde sisteme göbekten bağlı ulus devletlerin oluşturulmasına gidilmiştir. Dikkat edilirse bu ulus devletler dünyanın farklı bölgelerindeki gibi ulusal kurtuluş mücadeleleri sonucu kurulmuş devletler değildir. Kapitalist modernist sistem tarafından kurulmuş ve bölgenin sistem adına fethedilerek sömürgeleştirilmesi göreviyle yükümlü kılınmışlardır. Bu konuda sağlanan başarı sistemin küresellik kazanmasını da beraberinde getirmiştir.
Kürtlerin imha ve inkârı temelinde kurulan Ortadoğu denkleminde Türk, Arap, Fars egemenleri ulus devlet sahibi kılınırken, Kürtlerin dışlanması ve bu ulus devletler tarafından her türlü soykırıma tabi tutulmasına izin verilmiştir. Böylelikle günümüze kadar uzanan ve temelini tekçi ulus devlet politikasından alan Kürt sorunu yaratılmıştır. Ulus devletçilik temelinde sisteme bağlanan Türk, Arap, Fars ulus devletleri kendilerine pay edilen Kürtler eliyle terbiye edilmekten, gerektiğinde bu Kürt sopasıyla dövülmekten kurtulamamışlardır.
Kürtlere yöneltilen fiziksel soykırım ve eritme politikaları Şeyh Sait İsyanı provoke edilerek resmen başlatılmış ve ardından buna karşı gelişen isyanlar zincirinin ezilmesiyle sürdürülmüştür. Dersim isyanının büyük bir katliam temelinde bastırılmasıyla bu süreç tamamlanmış, Kürtlerin fiziki direniş iradeleri kırılmış, “yapısallıkları” dağıtılmıştır. 1940’lara gelindiğinde katliamlar, sürgünler ve mecburi iskânlarla dağıtılan Kürt toplumsallığının kültürel soykırım cenderesine alınması ve asimilasyon sürecinin derinleştirilerek sürdürülmesi önünde hiçbir engel kalmamıştır. Şeyh Sait isyanı ile başlayan tek ulusa dayalı cumhuriyet oluşturma yaklaşımı esasında ulus devletçiliğin gereğidir. Bu modelin gereği yerine getirilmektedir. Sistem güçleri bu konuda T.C. ye her türlü desteği ve yardımı yapmıştır
1940-1960 arasını II. Dünya Savaşının gölgesinde geçiren Türkiye, savaş sonrası dünyada gelişen demokrasi rüzgârının etkisiyle çok partili siyasi yaşama geçişini de yine ulus devlete halel getirmeyecek biçimde dizayn etti. 1950’li yıllardan itibaren ortaya çıkan iki kutuplu dünyada, kapitalist sistemin tahkim edilmesi ve Sovyet bloğunun sınırlandırılması için tesis edilen NATO ve bağlı örgütlenmeleri, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın her tarafında ulus devlet modelini adeta Hitler Almanya’sında olduğu gibi tanrısal düzeye çıkarmak, muhalif güçleri ve örgütlenmeleri dağıtmak üzere mantar gibi geliştirildi. Türkiye açısından bu daha fazla böyle oldu. 1950’lerden sonra Türkiye’nin tüm önemli süreçlerine bizzat bu yapılar yön verdi. Reel sosyalizmin yıkılması sonrasında dünyanın birçok ülkesinde lağvedilen bu yapılar Türkiye’de devlet üstü bir konum kazanarak varlıklarını günümüze kadar sürdürdüler.
Mahirler, Denizler, İbrahimler…
Sosyalistlerin, İslamcıların ve Kürtlerin sistemden dışlanmalarıyla ulus devletçiliğin tekçi yapılanmasını tesis ettiğini düşünen Beyaz Türk faşizmi 1970’lere gelindiğinde durumun hiçte öyle olmadığını kısa sürede gördü. Gençlik rüzgârının ortaya çıkardığı çalkalanma temelinde başta sosyalistler olmak üzere İslamcı güçler ve ardından Kürtlerde baş gösteren ideolojik kıpırdanışlar kısa sürede kendini pratikleştirmeye koyuldu. Dolayısıyla kısa sürede Türkiye’nin durumu uluslararası hegemonik güçler nezdinde öncelikle ele alınması ve hal yoluna konulması gereken bir düzeye çıktı.
Toplumsal muhalefetin sistemi zorlar biçimde geliştiği Türkiye’de gençlik hareketleri hızla dernekleşme aşamasından silahlı direniş hareketlerine dönüşüyordu. Dünyanın birçok yerinde patlak veren ulusal kurtuluş mücadeleleri bu hareketleri esinliyor, antiemperyalist, anti sömürgeci dalga yükseliyordu. Ne var ki sosyalistler siyasete müdahil olmaya çalışır ve İslamcılar legal siyasal yapılar temelinde sistemde yerlerini almaya koyulurken Kürtler açısından aynı tempoda bir gelişme söz konusu değildi.
İsyanlar sonrası iradesi kırılan ve teslim alınan Kürt egemenleri açısından Türk devletinin asimilasyon ve soykırım sistemine dâhil olmak ve devletle bu temelde hareket etmek temel var oluş biçimi haline gelmişti. Orta sınıflar için ise yok edilmeye çalışılan Kürt gerçekliğini ve kimliğini esas alma yerine bir takım ekonomik sosyal haklar talep etmenin ötesi hayal bile edilmiyordu. Kürt toplumsallığı ve onun haklarından bahsetmek her türlü devlet gazabıyla karşı karşıya gelmekti. Dolayısıyla bu “ölümcül gerçeği” layıkıyla dillendirmek bile söz konusu değildi. Lafızda bunu dillendirenler ise bunun gerektirdiği ciddiyetin çok uzağındaydı. Bu söylemin gerektirdiği örgütsel ve ideolojik çabanın esamisi bile okunmamaktaydı. DDKO ve türevi kimi örgütlenmeler Kürt ve Kürdistan kavramlarını kullanma cesaretinden uzaktı. 1970’li yılların başlarında Kürdistan ve Kürt kavramlarını en yüreklice dile getirenler ise Türkiye Devrimci Hareketinin önderleriydi.
Kürt halkı için dostları ve düşmanlarının en iyimser yaklaşımla öngördüğü geri dönülmez bir yola girdiği ve artık bir halk olarak varlığından bahsedilemeyeceğiydi. Halk olarak varlığından bahsetmek her türlü devlet şiddetiyle karşı karşıya kalmakla özdeşti. Hiçbir ortamda hiçbir biçimde Kürt varlığından bahsedilemezdi. Kürtlerin kendisi için Kürtlük bir yük, kaçılması, uzak durulması gereken lanetli bir olgu haline getirilmişti. İnsan olarak kabul edilmek, bir iş sahibi olabilmek, diploma alabilmek, Türk toplumsallığı içinde kabul görebilmek Kürtlüğünden kaçışla, Kürt olduğunu gizlemekle dahası Kürtlüğü yok etme politikalarına hizmetle mümkündü. Dünyada ve bölgede birçok halk varlığını siyasal, sosyal, kültürel kurumlaşmalar temelinde belli bir gelişme yoluna koymuşken Kürtler için kendi yok oluşu için çalışmak tek yaşam seçeneği haline getirilmişti.
Bunun bir halkın karşılaşabileceği en ağır, en kritik, en ölümcül durum olduğu açıktır. Ontolojik sorunun bundan daha büyüğü olamaz. Kürt halkı varlık ve yokluk gibi iki seçeneğe mahkûm olmuş durumdadır ve arkasına kapitalist barbarlığı almış olan Beyaz Türk faşizminin Kürtler için görüşü ölü hükmündedir. Bir daha dirilebileceğine bırakalım Türk sömürgeci güçlerini Kürtlerin kendileri bile inanmamaktadır. PKK Kürt halkının bu koşullarda ortaya çıkan son direniş hareketidir. PKK’nin doğduğu koşulları, dünya, bölge ve Kürdistan açısından doğruya yakın okuması, Kürdistan’ın toplumsal doğasını çözümlemeye girişmesi, öz kimliğe dayalı olması yine söz ve eylem birlikteliğini esas alması Kürtlerin toplumsal olarak kendi farkına vardıkları, toplumsal güçlenmeyi yaşadıkları, öz bilinç ve öz iradeye kavuştukları yeni bir isyan sürecine girmesini beraberinde getirmiştir. Adeta diğer isyanların tersine bu son isyan can veren, ayağa kaldıran, imar eden, oluşturan ve yaratan özellikleriyle Kürdün dumura uğratılan, parçalanan uluslaşma sürecini yeniden yaratmıştır. Yenilmeyen en büyük ve en uzun süreli isyan olması bu gerçeklerle bağlantılıdır. Kürt halkının yatırıldığı ölüm çukurundan doğrulup yaşama tutunması, varlığının bilincine ulaşması bu direnişin içinde gerçekleşmiştir.
Ölümcül gerçeği dile getirmek
Başlangıç başarıya giden yolun yarısıdır denir. Bu anlamda PKK’nin başlangıcını doğru okumak bugün hiçbir engelin durduramadığı demokratik Kürt uluslaşmasını anlamak için elzemdir. Bakıldığında diğer tüm Kürdistan’i örgütlerden yine Türkiye sosyalist hareketlerinden büyük farklılıklar içerdiği görülecektir. Daha ilk adımlarında bile adeta tüm yenilmiş Kürt isyanlarının ve önderleri imha edilerek büyük bir karmaşaya sevk edilen Türkiye sosyalist hareketinin pratiğinden çıkarılmış derslerle hareket ediyor gibidir.
Kürt halkının ve vatanının durumunu ifade eden “Kürdistan sömürgedir” tespiti büyük sancılanmalar ve yoğunlaşmalar temelinde yapılmıştır. Bu Kürt zihniyetinde büyük bir gelişmedir. Önder Apo bu durumu “Kavramsal Diriliş” olarak tanımlamaktadır. Bununla Kürt gerçekliği ortaya konulmakla kalmamış, içine sürüklendiği ve dile getirenin kellesine mal olacak statüsü de açık edilmiştir.
Bu iki sözcük üzerinden PKK’nin temelleri atılmıştır. Sorun bu tespiti yapmakta değil bunun getireceği riskleri göze alma, yüklediği sorumluluklara hazır olma ve gereğini yerine getirmededir. Kürdistan sömürge ise Kürtler ayrı bir halk, Kürdistan ayrı bir ülkedir. O zaman işgal altında olan, işgal altında olduğu bile inkâr edilen bu anlamda benzeri bulunmayan bir yok etme tarzıyla karşı karşıya bulunan bir toplum, bir kültür, bir tarih, bir coğrafya söz konusudur. Dolayısıyla öncelikle bunu ifadelendirmek, bu toplumsal gerçekliğin içinde bulunduğu durumu tanımlamak ve ardından buna karşı mücadeleye girişmek gerekir. Kürdistan ve Kürt toplumuna ait ne varsa imha etmeyi esas alan, Kürt insanına tek seçenek olarak kendini inkâr etmeyi, beyaz Türklüğü her yönüyle yaşamayı dayatanlar, bunun için sadece hakareti, aşağılamayı, katliamı, işkenceyi, tutuklamayı, sürgünü, asimilasyonu layık görenler karşısında duruşun kesinlikle büyük olması gerekmektedir. Bu hem ahlaki hem insani hem politik bir görev olarak belirmektedir. Eğer böyle bir yönelim varsa o zaman buna denk düşen bir ideolojik, politik, örgütsel ve ahlaki yaklaşımla karşılık geliştirmek gerekir. İşte yapılan bu olmuştur.
Abdullah ÖCALAN Sosyal Bilimler Akademisi