HABER MERKEZİ
İçinde yaşadığımız dünya sistemi belli bir tarihsel bağlam içinde ve belli bir anlayış ekseninde şekillenmiş işleyişe sahiptir. Ve bu sistem maddi olduğu “manevi” dayanakları da olan ve bu dayanıkların elden ele güncellendiği bir realiteye sahiptir. Maddi olarak sınırsız sermaye birikimine yani Kapitalist bir temele dayalı olan bu sistemin “manevi -ahlak?” temeli ataerkil ve pederşahi bir anlayışa dayalıdır.
İnsanlık tarihinin bilinen başlangıcından günümüze kadar gelen süreci her çeşit analiz, yorum vb. tarihsel tanımlara tabi tutulmuş birçok konunun ana kaynağına inilmiştir. Neredeyse değinilmedik herhangi bir nokta bırakılmamıştır. En azından yürürlükte olan birçok işleyiş biçimi “nedeni ve nasılı ?” farklı yorum ve yaklaşımlarla da olsa belli bir platform hali almıştır. Ancak bütün kesimlerin değinmediği veya üstenci ötekileştirici ve görmezden gelinen ve özellikle böyle yaklaşılan bir konusu var ki; bunun adına kadın yani Simon de Beauvaire’nin deyimi ile * öteki cins” denir.
Kadın sorunu, her dönem görmezden gelinmiş ve bir sistem sorunu olduğu içinde sistemik bir sansüre maruz bırakılmış çetrefili değinilmek istenmeyen ve söz konusu edildiği zamanlarda bile kadının değil de erkeğin kendince bir lütuf gibi ele aldığı en önemli ve çözümü aciliyet isteyen en temel insan hakkı sorunudur. Uygarlık tarihi gerçekliğinde Duygu Asena’ nın tabiri ile “Kadının Adı Yok !.
Tarih boyunca bireysel kadın çıkışları olmuş ve tarihe mal olmuş birçok tarihsel kişiliklerle kadınlar olsa da, kadının ezilmişlik ve toplumsal sömürü tarihi henüz gerçek anlamda açığa çıkarılabilmiş değildir. Ne yazık ki, bu durum bölgeden bölgeye, batıdan doğuya farklık göstermeyen ve her yerde örtük ya da açık hep bir tahakküm cenderesinde olan ve toplumsal dinamikleri de çelişki içinde bırakan temel insani bir durumdur.
Kadının bütün toplumsal faaliyet alanından dışlanmasının çözülebilmesinin yolu temel toplumsal zihin formları ve dile yansıyan İfade biçimlerinin köklü bir eleştiriye tabi tutulması ile olur. Bu form ve ifade biçimleri basite alınamayacak kadar hayati öneme sahiptir. Öyle ki bu anlayış kadının kendisini bile “erkekçi” bir bakış açısına hapsetmiş ve kabul görmek isteyen kadın cinsini “erkekleşmeye” sürüklemiştir. “Erkek gibi kadın” ve buna benzer halk deyimleri bu gerçekliğe en bariz örnektir. Ve daha trafik olanı ise bunun kanıksanmış, normalleşmiş ve doğal bir durummuş gibi algılanma halidir.
Konunun içeriği açısından bir makale veya bir kitap çok fazla eksik kalacağı için genel bir özet ve sadece “cinsel kırılmalar” diye tabir edilebilecek belli başlı dönemlerle var olan yaklaşımlar ele alınacaktır.
Neolitiğin (tarım devrimi ) etrafında şekillendiği ük bitki ve hayvanların tanınıp evcilleştirildiği ve dolayısıyla toplumun temel olmazsa olmaz dinamiği olan kadın, kiminin 5.000 ( Andre Günder Frank ) kiminin değişik tarihlere kadar götürdüğü devletin kuruluşu ile tahakküm ve sömürü dönemine girer. Hatta denilebilir ki, tarihin ilk cinsel kırılması erkek egemenliği devletin ortaya çıkmasıyla kadına yapılan ilk darbe olan devletin oluşumu ve erk- İktidar aygıtının ataerkil yapısına geçiştir.
Devlet ve yazılı tarih öncesi doğal iş bölümünde avcı-toplayıcı toplulukta klan kabilenin en olmazsa olmaz üyesi olan kadın toplumda başat ve kurucu unsurudur. Doğa ile iç içe yaşama konusunda erk-ek cinsinden daha doğal olan kadın devletli uygarlıkla beraber ilk cins kırımını yaşar ve toplumsallık üzerine söz hakkını kısmen yitirir. Sümerolog Samuel Noah Kramer’in belirttiği üzere Sümerlerde ziggurat tapınaklarından rahip-askeri şef ve yaşlı bilge üçlüsü ile temeli atılan devlet ilk hedef olarak kadını toplumsal (kamusal) alandan görünmez bir yer olan özel alana iter ve erkeğe tabi kılar, Birinci cinsel kırılma olan ve ilk tek tanrılı İbrahimi dinlere kadar gittikçe katılaşan bu düzen , tek tanrılı dinlerle ikinci cinsel kırılımını yaşar. İbrahimi dinlerde (yahudi, hristiyan islam) kadın, erkeğin kaburgasından yaratılma mitine layıktır ve erkeğin zevk kaynağıdır. Ve bu kaynak aynı zamanda adem
şahsında erkeği günaha itmiş bir şeytandır.
Bu nedenle kadın dinlerde sırf kadın olarak değil, ana – bacı- yar gibi sosyal rolleri ile anlam kazanır.Erkeğin (baba-kardeş-koca) İznine tabidir ve şeri hükümlere göre 2 kadının tanıklığı tek erkeğe denk. gelirken miras gibi haklarda en az pay hakkına sahiptir. Ve istisnasız tüm dinlerde erkek birden fazla kadın alabilir, resmi evliliğe belli bir sınır olsa da, cariyelik denen kurumda yeri gelince seks, iş v.b erkek ihtiyaçları için araç olabilir. Kadının Ortadoğu gibi bölgelerde özellikle semitik çoban halklarda diri diri toprağa gömüldüğü dönemler görüldü. İslam özelinde buna karşı çıkılsa da , topraktan alınan kadın dört duvar ve benzeri bir örtünme ile “ölümü gösterip sıtmaya tabi tutuldu.” Doğu hinterlandında bunu kabaca böyle yaşayan kadın , batıda çok farklı bir yaşam görmedi.
Batı uygarlığı özellikle sanayi devrimi ile yapılan atılımla kol gücüne dayalı gelişen üretimde kadını tamamen ucuz iş gücü veya daha az hakka sahip olacağı bir düzlemde tuttu. Özellikle Kapitalizmin hızla yükselişe geçtiği ve tıp alanında tekeline aldığı düzlemde , doğayı ve bitkiyi iyi tanıyan kadını alternatif tıp olma özelliğini risk sayarak ona “cadı avı” denen katliamı başlatması bilinen en iyi avrupa batı “medeniyet” örneğidir.
Yüzyıllarca süren bu katliamlar tamamen kadının üçüncü cinsel kırılımı ve sudan sebeplerle , abesle iştiyak iddialarla öldürüldüğü bir mezalim dönemidir. Öyle ki Ortaçağ engizisyon dönemi kadının in olup olmadığı üzerine kilise devlet ikileminde bir tartışma dahi yaşanmıştır.
Avrupa merkezli tarih anlatısının övünmeyi çok sevdiği ve kendinden başlattığı Greko Romen / yunan site devleti ve demokrasisi ne yazık ki kadını bu sistem içinde içerimlenmesi ve hak sahibi olması gereken bir varlık olarak görmemiş, kamusal alana çıkışını belli periyodlara bağlamıştır.
Yunan site devletlerinin tüm özgürlükse! iddiaları bu durumla karşılaştınıldığı zaman başta değindiğimiz kanıksanmış hale basit bir örnektir. Zira bu yok sayılmış cinse olan yaklaşım, Yunan site devletlerinin özgürlükçü olduğunu söyleyenlere bir sorun teşkil etmemiştir. Ataerkilliğin bu kadar içkin hale getirildiği toplum gerçeğinde ortaya çıkan ahlak ve benzeri manevi kavramlar böylece çelişkili ve ikiyüzlü bir hale geliyor. Tapınaklarda fahişe
haremlerde şahsa özel geneleve dönüşmüş bir yapıda yer alan kadın böylece bütün toplumsal faaliyet alanlarından adım adım dışlanmış ve yaratılanı toplumun içinde ahlaka içkin hale getirilip , normalleştirilmiş bir sömürü çarkına alınmıştır.
En sistem karşıtı özgürlükçü hareketler bile sistemin yarattığı bu algı ve dil Paradigması dışına çıkamamış ve bilerek ya da bilmeyerek var olan cins kırımını ya görmezden gelmiş veya üstünkörü bir değinme yapmıştır.
Felsefenin kurucusu sayıları Aristo da kadın eksik bir varlık, Platon da devlet için bir kuluçka makinesi; Darwin de evrim aşamasında eksik tamamlanmış bir organizmadır der. Kapitalist sisteme en somut ve keskin eleştiriler yapan Marx dahi kadın sorununu sınıf sorununa indirgemiş bu konuya ayrı bir başlık atma ya da sorunsallaştırma gereği duymamıştır.
Bütün sistem ve anti-sistem realitelerin bilerek ya da bilmeyerek ittifak halinde oluşturduğu bu konsensüs çağımızda çağımızda derinleşmiş ve yaygınlaşmış bir gerçeklik olarak daha da katmerlenmiş bir hal almıştır. Kadına hak ettiği özgürlüğü getirdiğini iddia eden kapitalizmde ise kadın görünen reklam yüzü ve metaların kraliçesi olan estetize ve şekilsel bir özgürlüğe gark edilmiştir. Bütün bu tarihsel süreçte ortaya çıkmış olan toplumsal realitede kadının bu içler acısı durumu çeşitli halk deyimlerinde daha da gizli bir faşizm haline bürünmüştür. “Kızını dövmeyen dizini döver, dişi kuyruk sallamazsa erkek peşinden gitmez , kızına ayar vermezsen ya davulcu ya zurnacıya kaçar” gibi çarpık anlayışlar halen kadını potansiyel bir tehlike olarak gören (örneğimiz de fahişe ) ve evde kalması için yoğun mücadeleler verilen bir gerçekliğe dönüştürülmüştür.
Ne yazık ki bu durum yani yaratılanı ataerkil zihniyet sadece erkekler tarafından değil, kadınlar tarafından da normal bir durum gibi kabul edilmiş veya kanıksanmıştır. Bireysel çıkışlar olsa da ban tarihsel kadınlarca kadının öz irade ve gücü ile ilk defa erkeklerin çizmediği ve kendi atılımları olan mücadelesinin 1968 uluslararası kültür devrimi ile başlar, Yani yaşanmış bunca tarihsel zaman diziliminde: Çok da uzun sayılmayacak yakın dönem tarihli bir çıkış.
Günümüz kapitalizm çağında her tarafına ayrı bir değer biçilip metalaştırılan “ikinci Cins” olan kadın, her ne kadar toplumsal faaliyet alanından dışlansa da (sanat, edebiyat,iş, felsefe, siyaset Vs) kısa dönemde yine de tarihsel geri dönülmez adımlar atabilmiştir. Üretim dolayısıyla emek piyasasının kol gücünden ziyade zihin gücüne dayalı olarak gelişmesi de bunda önemli bir etken.
Feminist hareketlerin her platformda kadın bakış açısı ile bakabilme gücüne erişmesi erkeğin ona bahşettiği bir lütuf değil, alındığı mezalim cenderesinde ödediği bedeldir. Öyle bir mezalim ki kadın, kadın olmak dışında her şey olabildi. Ve nihayetinde Simon de Beauvoire’nin dediği gibi ‘kadın doğulmaz, kadın olunur”
Bu anlatılagelen gerçeklikte kadının estetik yaklaşımının ölçüsü erkeğin beğeni ve red sınırlarıydı. “Karnından sıpa sırtından sopa eksik edilmemesi gereken” bir çarpık anlayışın kurbanı edilen kadın için bekaret namusun simgesi kendisi için değil erkek için bakması gereken bir varlıktır. Namus-nomos (yunan) tan gelme bir düzlem iken zaman içinde yaratılan çarpık ahlaka içkin hale getirilen ve sadece kadınla özdeş tutulan bir kavram haline geldi.
Erk-ek akıl bununla hem kendini tüm kurallar üstünde görüp azade saydı , han çizdiği çarpık namus anlayışında buna aykırı bir durumu kadına canı ile ödetti. Namus eşittir kadın dendi mi; o halde büyük yazar Halide Edip Adıvar’ın tabiri ile ” Vurun Kahpeye” yozluğu hak kazanmış olacaktı.
Amara Gabar