Kurucu kadrosu her ne kadar sadece bu akımdan gelen insanlardan ibaret değilse de esas damar o zamanki adlandırmayla “Yenilikçiler”di. Ve kurulduğu günden itibaren iktidar odaklı bir oluşum olarak hareket etti. Tüm ideolojik argümanlarına karşın AKP’nin bunca yıllık serüvenini bu partinin arkasında toplanan kesimlerin devletleşme isteği olarak ifade edebiliriz. Biz bu oluşumun zihinsel kodlarını ya da dayandığı toplumsal kesimleri irdelemekten ziyade 17 yıllık iktidarının ardından bugün bu oluşumun “devletleşme” hedefine ulaşıp ulaşamadığını sorgulayacağız.
Yaklaşık 4 yıldır MHP ile kurduğu faşist ittifak ile “devletin bekasını savunma” ve “Kürt düşmanlığı” dışında bir siyasi bir tez ortaya koymayan bu partinin devlet ile bütünleşip bütünleşemediği, hem güncel siyasi gelişmeler açısından hem de Türkiye’nin siyasal düzleminin yapısı açısından önemli bir soru konumdadır. Hele 31 Mart yerel seçimlerinde aldığı ve 23 Haziran’da tekrarlanan İstanbul seçiminin açıkça altını çizdiği önemli mağlubiyetten sonra bu soru çok daha önem kazanmıştır. Keza artık çok da uzak olmayan AKP-MHP hükümeti sonrası Türkiye’nin girmesi olası siyasal atmosfer ihtimallerinin bu soru üzerinden şekilleneceği açıktır. 1950 sonrası hükümet etme ehliyetini kaybetmesine rağmen iktidarı bırakmamak için uzun yıpratıcı bir mücadeleye giren CHP örneği üzerinden düşünüldüğünde bu soru daha da önem kazanmaktadır. TC artık kurucu figürü Erdoğan olan yeni bir cumhuriyet olarak AKP devleti midir? Yoksa TC’nin seçimle en uzun iktidar da kalan partisi olarak AKP buna ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrası neredeyse dört yıldır devletin yetkilerini tekleştirmesine karşın devleti hala fethedememiş midir?
Bu soruya güncel gelişmeler ve Türkiye yaratılan sistemsizlik düşünüldüğünde “evet” yanıtını vermek oldukça kolaydır. 15 Temmuz’un lütfu sayesinde Türk devletindeki yerleşik tüm hukuksal mekanizmalarının ortadan kaldırıldığı ve ‘Reise sadakatin’ temel liyakat ölçüsü olarak alınarak devletin yeniden organize edilmiş olduğu açıktır. AKP-MHP faşizminin kurumsallaşma çabasında devletin yaptığı işlemlerin temel referans kaynağı olan Anayasanın uzun süredir rafa kaldırıldığı bir o kadar görünürdür. Gerçekten de valilerin AKP il başkanlarından ve kaymakamların AKP ilçe başkanlarından çok da farklı olmadığı 2019 Türkiye’sinde AKP devletleşti mi sorusu anlamsız görünebilir. Erdoğan faşizmi devlet sistemini oldukça şaibeli bir referandumla değiştirip daha da şaibeli bir seçimle cumhurbaşkanlığını elde ettikten ve sürekli darbelerle iktidarını tahkim etmeye çalıştığı bu dönemde AKP’yle bütünleşmemiş bir devleti tahayyül etmek oldukça zordur. 19 Ağustos’ta yeni bir darbe daha yaparak herhangi bir hukuki dayanak aramaksızın Kürt halkının üç büyükşehir belediyesine el koyan devletin AKP-MHP faşist devleti olduğu barizdir. Fakat tüm gelişmeler bu sorgulamayı anlamsız kılmaz.
Hükümet olarak devletin uygulamalarının yönlendiricisi ve sorumlusu olmakla devletin tüm mekanizmalarını kendi zihinsel yapısına göre düzenleyip onun tüm organlarını kendinde merkezileştirme anlamında devletleşmek farklı iki duruma işaret eder. Bu ayrımı sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmemiz için ve bu çerçevede AKP’nin devletleşme çabasını sorgularken öncellikle ulus devletin genel yapısına ve TC’nin özgün konumuna değinmemiz gerekir.
Ulus Devletinin Çekirdeği
Kapitalist modernitenin en önemli sacayaklarından biri olan ulus devlet yapılanması kuşkusuz çok detaylı bir mekanizmaya sahiptir. Ayrıca ulus devletin genel dinamiklerine işaret edilirken bunun saf ve sürekli aynı daha da önemlisi her mekânda geçerli olduğunu düşünmek şabloncu bir yaklaşım olur. Fakat ulus devlet olgusunun niteliği genel bir tanım yapmamızı engellemez. Ulus devlete ilişkin yaptığımız genellemelerin çoğu merkez kapitalist devletlerde somut olarak gözlemlenir. Bu olgunun kapitalizmin dünyaya egemen olduğu süreçle paralel olarak yayılmış olduğu için bu durum normaldir.
Ulus devlete dair yapılacak ilk tespit devlet mekanizmasının kapitalist modernitenin toplumun her nüvesini biçimlendirme isteği doğrultusunda detaylı bir bürokratik örgütlenmeye sahip olmasıdır. Ulus devlet devletin daha önceki biçimleri ile kıyaslanamaz bir ağa sahiptir. Kapitalist tekellerin maksimum kar hedefi doğrultusunda toplumu ulus devlet potasında homojen hale getirip sermaye birikimini yeniden üretme aracı olan bu aygıt esas amacı ekseninde sürekli işler haldedir. Toplum üzerinde en güçlü imparatordan daha fazla yetkiye sahip olan ulus devlet bunu zor araçlarının yanında ve aslında ondan daha fazla şekilde bu bürokratik araçlara dayandırır. Ordu bu bürokratik yapılanmalardan biridir. Eğitimden sağlığa toplumun birçok alanda tekel kurulmuştur. İdeolojik hegemonyada esasta bu çerçeve üzerinden gelişir. Ulus devletin şekli çekirdeği bu mekanizmadır. Askeri bürokrasinin önde olduğu üst bürokratik zümre sistemin egemeni olan tekellerden biri ve en güçlüsü olmakla birlikte omurgasıdır.
Kapitalist tekeller arası rekabetin uzlaşma zemini de ulus devlettir. Tarım, sanayi ya da ticari tekelleri devletin şekli üzerinde ortaklaşmış iktidarları bunun üzerinden kurumsallaşmıştır. Bu nedenle ulus devlet tekellerin ortak egemenlik aracıdır. Bu çerçevede devlet yapısı şu şekilde biçimlenir. Devlet görünürde üç kuvvetin ayrılığına dayanır. Yasama, yürütme ve yargı şeklinde ifade edilen bu üç kuvvetten ikisinin değişimi seçimlere endekslenirken yargı ve devletin diğer organları kanunlar çerçevesinde sabit kılınır. Yukarıda işaret ettiğimiz bürokrasi ve yargıdaki değişim kanunlarla belirlenen kurallara bağlanır. Seçimlerle yasama ve yürütme değişirken burada hâkim olan siyasi partiler politikalarını yürütmede bürokrasi aygıtını kullanmakta serbest olmakla birlikte, onun bağımsız konumuna karışamazlar. Seçimler bu işleyişte o dönem güçlü olan tekelci klikten hangisinin güncel politikaya daha etkin olanı belirler. Devlet yönetim zaten belirlenmiştir. Yani hükümetler dönem politikalarını yürütür fakat hükümetlerden bağımsız devlet işleyişi daimidir. Halkın seçimlere katılımı ile hükümeti seçmesi halkın devleti yönetimi ‘demokrasi’ olarak sunulur. Hukuk işte bu devlet mekanizmasının nasıl işleyeceğini belirleyen kurallar silsilesidir.
Bu mekanizmanın kapitalist tekelerin egemenliği olduğu ve demokrasi ile alakası olmadığı açıktır. Kuşkusuz bu zemin toplumun demokrasi mücadelesi için bir zemin sunar. Fakat bu zemin devletin demokrasiye duyarlı hale getirme mücadelesinin ürünüdür ve amansız direnişlerin devlete geri adım attırmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu bahsettiğimiz çerçeve bir anda oluşmuş değildir ama kabaca günümüzde ulus devletlerin çoğu kendini bu şekilde örgütler. Bir devlet yapısı ve devleti yöneten seçilmişler görünürdeki ikili yapıdır. Ve siyasi partiler devleti ele geçirmeyi değil var olan kurallar doğrultusunda yönetmeyi esas alır. Kuşkusuz yasa ile yapılan bu kurallar değiştirilebilir ama devletin ana iskeleti doğrultusunda yapılır değişimler. Kapitalist modernitenin ana düşüncesi liberalizm farklı türevleriyle hegemonik güçtür. Siyasi partilerin mücadelesine yansıyan tekellerin rekabeti bu çerçevededir. Bu nedenle örneğin İngiltere’de iktidar olmak isteyen Muhafazakâr Parti yönetmek istemektedir, devleti ele geçirmeyi değil. Nitekim herhangi bir partinin uzun yıllar iktidarda kalması merkez kapitalist ulus devletlerde o partinin devletle özdeşleşmesi anlamına gelmemiştir. TC de ise işler bu genel kalıba göre yürümemektedir.
Türk Devlet Yapısı
TC devletinin şekillenmesinde bu genel şablon farklılaşır. TC’nin kuruluşu Kapitalist modernitenin ilk Dünya Savaşı sonrası bölgeyi dizayn etme sürecine denk düşmektedir. Daha doğrusu bu devlet Ortadoğu’nun kapitalist moderniteye doğrudan eklenmesinin bir aracı olarak ortaya çıkmıştır. Emperyalist merkezler TC’yi bölgedeki koçbaşları olarak kurgulamışlardır. Bu temel nitelikten bağımsız yapılacak Türk devlet tahlili her zaman kadük kalacaktır. Kuşkusuz iç dinamiklerinde etkisi vardır. Bu etkiyi aslında Kürt ve Türk halkının emperyalist devletlerin planlarına ortak karşı koyuşu olan mücadelenin saptırılması biçiminde ele alabiliriz. Hegemonik güçlerinden o zamanki lideri İngiltere Anadolu’da zihniyet olarak kendine bağımlı bir devlet ortaya çıkartarak hem bu karşı koyuşa cevap verdi hem de Ortadoğu’da gelişen Ekim Devriminin etkilerini sınırlamaya çalıştı. Türk devletinin demokrasi ve sosyalizm düşmanlığı bu temel görevden kaynaklanmaktadır. Kürt soykırımı yeni ulus devletin temeli olacak şekilde bu zeminde öngörülmüştür. Lozan Antlaşmasını bu bağlamda okumak oldukça öğreticidir. Önderlik son savunmasında bu duruma şu şekilde işaret ediyor:
“Türkiye’nin son iki yüz yıllık tarihi dış hegemonik güçlerden bağımsız değildir; TC ulus-devleti sıkı bağlılık içinde özenle oluşturulmuş ‘özel valilik’ statüsündedir. Türkiye’nin kritik kavşak noktasındaki konumu, uluslararası hegemonik dengenin özgün bir yansımasını gerekli kılmaktadır. Keskin bağımsızlık idealarına rağmen, hegemonik sistemin en çok tahkim edilen ve sarsılmamasına özen gösterilen bağımlı ülkesi, ulusu ve ulus-devletidir.”
Bu dönemi fazla detaylandırmadan özetlemek gerekir. Osmanlı İmparatorluğunun devlet yapısı(tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda müttefikleri Alman ve Avusturya düşmanı olan Rus Çarlığı gibi) kapitalizmle uyumlu değildi. Bu 19. Yüzyıldan başından itibaren Osmanlı egemen sınıfları için de görünür bir durumdu. Ve bu uyumu sağlamak için kapitalist modernite kurumlarını inşa etmeye yöneldiler. Kürt sorununun bu dönem başlaması rastlantı değildir. Osmanlı bir ulus devlete doğru adımları halkların yüzyıllardır sürdürdüğü özerk yaşamlarını ortadan kaldırmakla başladı. Bu kurumlar öncellikle orduda (keza an can alıcı olarak çürümüşlük bu alanda kendini gösteriyordu.) ve bürokraside başladı, ardından devlet yönetimine dair değişimlerle devam etti.( Tanzimat Fermanı, Kanuni Esasi vb.) 20. Yüzyılın başına geldiğinde imparatorlukta batı zihniyetine sahip küçük ama etkili bir bürokratik damar oluşmuştu. Toplumsal bir tabanı olmayan ve eski zihniyetinden tam kopmamış bu kesim etkili olmak istiyorsa da bu saray darbeleri planlamak ya da gazete çıkarmak gibi sınırlı faaliyetlerin ötesine geçmiyordu (Jön Türkler şeklinde adlandırılan hareket). Osmanlı Devletinin bu değişim yavaş yavaş ve kısmen pratikleştirmesi(Abdülhamid bu akımın öncüsüydü.) bu kesim için yeterli gelmiyordu. Abdülhamid uzun süren iktidarında bir yandan otoriterlik öte yandan dış etkiler bu kliğin gizli ve kısmen daha radikal örgütlenmesine neden oldu. Çünkü bu kesimin kendisini haklı olarak özdeşleştirdiği devlet her geçen gün küçülüyordu. İşte İttihat ve Terakki Partisi bu damarın gizli örgütlenmesi olarak ortaya çıktı.
İttihat ve Terakki İkinci Meşruiyetin ilanından(1908) önce homojen olmayan farklı bölgelerde kümelenen cemiyetlerin bileşkesiydi. Daha o dönemden emperyalist güçlerle yakından ilişkiliydi. İlk dönemler Osmanlıcılık şiarını benimsemesi ve bu temelde Ermeni örgütleri ile işbirliğine gitmesi sonraki faşizan yapısı düşünüldüğünde garip karşılanabilir. Fakat önderlik Selanik eksenli grupta olsa bile “devleti kurtarmak ve Abdülhamit karşıtlığı” temel ilkeleri dışında bütünleşmiş bir ideolojisi ve örgütsel yapısı olmadığı göz önüne alınırsa bu değişkenlik anlam kazanır. İttihatçılar egemen olmak ve devleti ele geçirmeyi hedefliyordu. Bu nedenle ideolojik muğlaklık amacın yanında anlamsız kalıyordu. Bu nedenle Osmanlıcılık ile Türkçülük arasında gidip gelmeleri anlaşılırdır. Fakat özellikle Babıali darbesi ile devlete el koyduktan sonra faşizan ırkçı çizgisi netleşti. 1913-1918 arası dönem oldukça kritiktir. Bu dönemde İttihatçılar devleti TC’nin ön haline çevirip insanlığa karşı işlediği suçlarla tarihe karıştığında arkasında bıraktığı miras her türden faşizmdi. Kendisi dışındaki siyasi oluşumları terörle bastırdıklarından İttihat ve Terakki Partisi feshedildiğinde arkalarında kalan sadece onların artıklarıydı.
TC’nin şekillenmesini İttihat ve Terakki’ye bakarak anlamlandırabiliriz. Keza İttihat ve Terakki Partisi hem TC’nin öncülü hem 90 yıldır Türkiye’de hâkim olan tüm siyasi akımların kaynağıdır. İttihatçılar içerisinde Turancılar Kara Türk faşizmini, temkinli ve daha Batıcı damarı Beyaz Türk faşizmini ve Osmanlıcı ile dine daha fazla odaklanan eğilimi ise Yeşil Türk faşizmini oluşturacaktı. TC’nin tarihini bu üç eğilimin iktidar mücadeleleri ve uzlaşıları üzerinden değerlendirmek mümkündür.
Bu arka plan devletin biçimine doğrudan yansıyacaktı. Dış güçlerin biçimlendirdiği devlet şekli askeri-sivil bürokrasi bir kliği eliyle pratikleşmesi söz konusu oldu. TC’yi kuran klik yani Beyaz Türkçü eğilim 1923’de en güçlü olanıydı, kaldı ki sonraki dönem yoğun tasfiyelerle diğer eğilimleri(Cumhuriyet’ten önce ikinci grup ardından Terakkiperver Cumhuriyet Partisi) oldukça güçten düşürdü. Yeni yeni filizlenen sosyalist eğilim yoğun saldırılarla boğuldu. Kürt halkına soykırım saldırıları sınır tanımaz bir şekilde yürütüldü. 1925 ile beraber Kürt halkının fiziki ve kültürel yok edilmesi temel destur olarak TC’nin tüm yapısına damgasını vurdu. Zaten askeri sivil bürokrasi dışında güçlü bir üst tekelde yoktu. Sermaye tekelleri çok cılızdı. Bu cılız halini bile devlete borçluydu. İlerde de güçlenmesi ancak devlet yardımıyla olacaktı. Tarım ve ticaret tekelleri ise bağımsız hareket edebilecek bir durumda değildi. Bu nedenle Türk Ulus devleti egemen tekellerin uzlaşısı sonunda ortaya çıkmadı. Askeri-sivil bürokrasinin örgütlenmesi olan İttihatçıların düşün dünyasında ulus devletlerin güç ayrımı yoktu. Tüm gücün merkezileşmesi üzerinden gelişen bir gelenekten geliyordu. Nitekim kurulan cumhuriyet liberalizmin çarpık demokrasi anlayışına bile hiçbir prim vermedi. CHP tek parti olarak devlet tarafından inşa edildi. İdeolojik hegemonya bu dönem adım adım inşa edildi.
1946’yi gelindiğinde yine uluslararası koşullar nedeniyle çok partili sisteme geçilse bile devlet ve hükümet ayrımı gerçekleşmedi. 1950’de ticari ve tarım tekelleri DP ile seçimi kazanınca hükümet olma anlayışı aynı kaldı. DP devletleşme ve yeni hegemonya kurma arayışı 1960’ta son buldu. Başbakan ve bakanların idamı askeri ve sivil bürokrasinin iktidarı bırakmayacağının açık mesajıydı. Artık seçimler yapılmaya devam edilse bile seçilmiş hükümetlerin alanı çok dar, bürokrasi ise devleti yönetmek için her tür araca sahipti. Liberal demokrasi kurumları şekliydi. Hukuk ise bürokratik kesimin iktidarını ya garanti altına alıyor aksi durumda ise kâğıt üstünde kalıyor. Pratikte işleyen bürokratik elitin egemenliğiydi. Beyaz Türk faşizmi hegemonyasının en olgun dönemini yaşıyordu. 1980’e gelindiğinde Beyaz Türk faşizmi güçlü iki meydan okumayla karşı karşıyaydı; Kürt hareketi ve demokratik sosyalist hareket. 12 Eylül bu iki güce de yoğunca yönelirken bu sefer ABD planlaması doğrultusunda devlette kısmi kabuk değişimine gitti. 2000’ler gelindiğinde ise özellikle Kürt özgürlük hareketinin mücadelesi ve egemen tekellerde oluşan farklılaşma nedeniyle iflas etmişti.
AKP Devleti
AKP bu zemin ve bu boşluk üzerinden iktidara getirildi. Önderlik ‘Kürdistan Devrim Manifestosu’nda AKP’nin misyonunu şu şekilde açıklıyor;
“AKP’nin iktidara gelmesi, devlette yeni hegemonik dönemi ifade eder. Cumhuriyet’in seksen yıllık Beyaz Türk hegemonyası, yerini yavaş yavaş ve sancılı şekilde Cumhuriyet’in Ilımlı İslâmcı geçinen Yeşil Türk faşizmine bıraktı. Şüphesiz bu durum devletin tümüyle fethedildiği anlamına gelmez, fakat o yola girilmiştir. Ankara merkezli Beyaz Türk faşizmi yerine, Konya-Kayseri merkezli Yeşil Türk faşizmi yavaş yavaş fakat emin adımlarla Cumhuriyet’in yeni hegemonik gücü olma yolundadır. Cumhuriyet’in 100. yılı olacak 2023 yılının bu hegemonya altında karşılanması daha şimdiden açıkça planlanmaktadır.”
12 Eylül kapitalist merkez devletlerin öngördüğü yeni bir sistem açığa çıkardı. Bu sistemi yirmi yıl sonra yenileyerek kurumsallaştırmayı hedefleyen ise AKP’ydi. AKP yeni hegemonik güç olarak uluslararası finans tekellerinin desteği ve onların uzun dönem planlamalarının bir sonucu olarak iktidarı isteyen Anadolu merkezli sermayenin temsilcisi olarak ortaya çıktı. Ve baştan itibaren amacı hükümet olmak değil, devletin sahibi olmaktı. Keza Türk Devlet yapısında iktidar olmadan hükümet olmak hiçbir anlam taşımıyordu. Bunun için devlet bürokrasinin de ele geçirilmesi gerekiyordu ki Yeşil Faşizmin bir diğer temsilcisi olan Fethullahçı yapı ile kurduğu ittifakın nedeni buydu. 2002-2011 arası dönemde Beyaz Türk faşizmi ile yoğun bir mücadeleye girdi. Kara Türk faşizmin temsilcisi olan MHP ağırlıklı olarak Beyaz Türk faşizmin yanında dursa da esasta tarafsız kaldı(Bu mutlak bir tarafsızlık değildi, başörtüsü yasağı ya da cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören referandumda AKP’nin, 2010 referandumu gibi tüm kritik konularda ise Beyaz Türk faşizminin yanında durdu.) Bu süreçte AKP güçler ayrımına sürekli işaret ederek demokrasi kavramını ağzından düşürmedi. Fakat AKP hegemonya mücadelesini tek başına kazanamayacağını anladığı andan itibaren Kürt düşmanlığı üstünden MHP ile uzlaştı. MHP ile yaptığı ittifaka Beyaz Türk faşizmin bir kanadını da örtük de olsa dâhil edebildi. Bu uzlaşı ile hegemonya olma hedefine yürümek istedi ve aslında bu konuda son 4 yılda iktidarının ilk on yılından daha fazla adım attı, yol katteti. Artık iktidarın isteğine göre karar veren bir ‘bağımsız’ yargı, farklı bir uygulama yapar yapmaz başkanları görevden alınan ‘özerk’ Merkez Bankası gibi kurumlar söz konusuydu. Orduda ise muhalif odaklar daha önceden başlayan bir süreçle ya biat etmeye zorlandı ya da özellikle 15 Temmuz darbe girişimi gerekçe yapılarak tasfiyeye tabi tutuldu. Akademide ise farklı bir ses kalmaması için KHK’lar çok aktif bir şekilde kullanıldı.
AKP devletin birçok noktasını ele geçirdi ve bu durum uzun yıllar sürdürdüğü muhalif olma retoriğini geçersiz kıldı. Hala mağdurluk vurgusu yapmaya çalışsa da artık bu söylem AKP için geçerli akçe değildir. Faşist ittifakın simgesi konumunda olan Erdoğan etrafında oluşturulan imge bu açıdan çok iyi bir göstergedir. AKP’nin kuruluş ve ilk iktidar döneminde eşitler arası birinci konumunda olan Erdoğan’ın koşulsuz itaat edilen reise evrilmesi de bu sürecin ürünüdür. Tayyip Erdoğan bu duruma atıf yapılmaya devam edilse bile artık ‘muhtar olmasına izin verilmeyen halkçı politikacı’ olarak değil, saraylarda oturan bir dediği iki edilmeyen, cihana nizam veren ‘dünya lideri’ olarak pazarlanıyordu. Abdülhamid’in ardılı ve halife olmasa da “ümmetin reisi” şeklinde adlandırılmaya başlanması bu dönüşümü anlatır.
Daha önceki TC devletinden farklılaşan bir devletin mevcut olduğu şüphe götürmez. Kuşkusuz bu daha önceki sistemden büyük bir kopuş anlamına gelmiyordu keza Çiller ve Ağar gibi eski devletlûlar de bu koalisyonda arzı endam ediyordu. Zaten ortak atadan olan Beyaz, Yeşil ve Kara faşizm arasında aşılmaz duvarlar yoktu. Yeşil Kara faşist koalisyonun egemen olduğu devlet daha önce söz düzeyinde de olsa ifade edilen laik, sosyal, hukuk devleti kavramlarına, atıf bile yapmayan bir rejimdir. Bu yeni sistem kendi ideolojik aygıtları ile hegemonya inşasına yöneldi. Basından kültüre kadar her alanda yeni değerler oturtulmaya çalışıldı. Aslında yapılan Türkiye toplumun zihin dünyasını çorak bir toprak haline getirmeye çalışmaktı. Garip bir tarih anlayışı, içi boş bir milliyetçilik, ne olduğu belli olmayan bir yeni Osmanlıcılık üzerinden bir ideoloji oluşturulmaya çalışıldı. Art arda düzgün ve tutarlı iki cümle kuramayan akademisyenler, kararlarında hukuk fakültesinde öğrenim gördüklerine dair hiçbir emare bulunmayan yargıçlar, estetik arayışı ve toplumla uzaktan yakına bir ilişkisi olmayan sanatçılar, sadece devletin rantı ile paradan para kazanan ve yabancı sermaye gruplarının acentesi olan ‘yerli’ ve ‘milli’ burjuvazi, sokaktaki lümpen kahve kabadayılarından hiçbir farkı bulunmayan ve akrabalık vasfından dışında bir niteliği olmayan bakanlar, devlet görevlileri ve soru sormayı abes gören gazeteciler bu yeni rejimin alameti farikalarıydı.
AKP Hegemonya Kurma Girişiminin Başarısızlığı
Tüm bu veriler AKP’nin yeni bir faşist devlet kurumsallaşmasını başardığı anlamına gelmez. Devleti önemli oranda ele geçirmiş olabilir ama hegemonyasını inşa edememiştir. Öncellikle hali hazırdaki AKP’nin 2001’de kurulan AKP’ye benzeyen bir yanı kalmamıştır. Zaten şuan iktidarda siyasal bir oluşum olarak AKP yoktur. Bugün iktidarda Yeşil-Kara faşizmi temsilen bir klik vardır. Ve bu faşist ittifakta Bahçeli’nin özgün ağırlığı ve etkisi daha fazladır, ittifakın beyni odur. Zaten uzlaşı Kara faşizmin Kürt ve demokrasi düşmanı ilkeleri üzerinden gerçekleşmiştir. Yani 2002’nin AKP’si devleti ele geçirememiş, devletin asıl çekirdeği MHP ve Ergenekon eliyle AKP’yi dönüştürmüştür. Günümüzdeki AKP bir siyasi parti niteliğine bile sahip değildir. AKP bugün sadece faşist şef Erdoğan’ın rant dağıtımını kolaylaştıran kişisel bir aygıtı haline gelmiştir. Güncel anlamda AKP kurucularının en az iki ayrı parti kurmaya hazırlandıkları bilinmektedir. Sadece bu bile büyük bir farklılaşmayı gösterir. Yakın dönemde Erdoğan’ın kişisel kölesi olduğunu sürekli ifade eden devşirme bir Kürt AKP’den farklı Erdoğan liderliğinde yeni bir partinin kurulması gerektiğini yazmıştır. AKP’nin çarpık, tutarsız demokrasi söylemlerinin oluşturduğu miras bile bugün Erdoğan kliğine pranga gibi gelmektedir.
AKP’nin özellik son 8 yılda Ortadoğu’da orta düzeyde emperyalist bir güç olma isteği ile attığı ve “Yeni Osmanlıcılık” olarak sunulan politikalar ABD’nin politikaları ile tam uyum arz etmiyordu. Kapitalist hegemonik güçler arasındaki çelişkiler ve kapitalist modernitenin kaosu AKP’nin kimi özgün adımlarını büyük ölçüde mümkün kılmıştı. Göbekten bağlı olduğu emperyalist güçlerin çizdiği sınırları zaman zaman zorlasa bile hiç aşmayan ve aşamayacak olan AKP devleti de bu çerçevede devleti tümden homojen hale getiremeyecektir. Kaldı ki bunu yapacak maddi imkânları da yoktur. Kapitalist merkezler Ortadoğu’daki temel ajanları olan TC devleti içerisinde farklı güç odaklarının olmasını istemektedir. Çünkü kendine bağlı bu farklı odaklar sayesinde hiyerarşik ilişkiler yeniden üretilir. Bir odağı bir diğer odağı öne çıkararak bağımlılığı sürekli kılarlar. Beyaz Türk faşizmine karşı girdiği mücadeleden bu güçlerin planlaması doğrultusunda ve onların desteği ile başarıyla çıkan AKP’ye devleti tümden teslim edeceklerine dair bir işaret de görülmemektedir. Devlet içinde farklı odakları olduğunu özellikle 2019’un başından itibaren görebilmekteyiz. Faşizm güçsüzleştikçe bu odaklar kendilerine daha fazla açığa vurmaktadırlar. Temmuz 2019 Anayasa Mahkemesi’nin barış çağrısında bulunan akademisyenleri aklayan ve iktidarı çılgına çeviren kararı bu çerçevede ele alınabilir.
Bir diğer nokta ise AKP-MHP faşizmi tüm saldırılarına ve olanaklarına rağmen toplumun yarısının bile onayını alamamasıdır. Kaldı ki bu ittifaka verilen destek her geçen gün düşmektedir. Mart- Haziran 2019 yerel yönetim seçimleri bu gerçeği tasdik etmiştir. Türkiye toplumu faşizmin tek tip elbisesini kabul etmemektedir. Bu durum faşizmin kurumsallaşmasını kösteklemektedir. Kuşkusuz devleti ele geçirmenin ön koşullu halk desteği değildir. Fakat hali hazırdaki AKP-MHP faşizmi seçimleri ortadan kaldırıp doğrudan diktatörlüğünü kuracak kudrette değildir. Ayrıca bu topyekûn darbenin uluslararası koşulları şimdilik yoktur. Bu nedenle faşizmin kendini sürekli onaydan geçirme zorunluluğu vardır. Seçimlerden bağımsız olarak toplumun bu yeni hegemonyayı örtük olarak bile kabul etmesi kurumsallaşma için elzemdir. Faşizmin ahlaki ve politik toplumun nüvelerini en küçük birime kadar en azından etkisiz hale getirmesi gerekir. Bu durum bugün Türkiye toplumu için geçerli değildir ve bu nedenle demokrasi hala toplumun önemli bir kesimini harekete geçirebilecek çatı durumundadır. Bu güncel durum AKP’nin hegemonyasını yani devleti tümden yeni faşist ilkeler çerçevesinde inşa etmesini hala da engellemektedir.
En önemli nokta olarak AKP’nin hegemonyasını kurumsallaştırabilmesi için ortadan kaldırılması gereken Kürt halkı dimdik ayaktadır. Bir kez daha Önderliğin son savunmasındaki bir değerlendirmeye bakalım;
“AKP’nin hegemonik iktidarı henüz kesinleşmediği gibi, demokratik anayasal bir rejimin kaderi de kesinleşmiş değildir. Her iki olasılıktan hangisinin kesinlik kazanabileceğini hegemonik güçlerle Türkiye’nin demokratik, sosyalist ve Kürdistan’ın demokratik özerklik mücadelesinin durumu belirleyecektir. Yeni hegemonik iktidar döneminde Kürt varlığı ve özgürlüğünü tasfiye amaçlı özel savaş rejimi daha da güçlendirilerek yürütülecektir. Zaten AKP’nin ordu şahsında rejimin eski iktidar sahipleriyle yaptığı uzlaşmanın temelinde Kürt varlığının (ontolojik gerçeklik) ve özgürlüğünün (bilinç ve örgütlülük) tasfiyesi ve kültürel soykırımın sürdürülmesi yatmaktadır.”
2010 yazılan bu satırların geçerliliğini bugünde koruduğu açıktır. İktidarını kapitalist hegemonik güçlere ve devletin ırkçı çekirdeğine verdiği Kürt soykırımını tamamlama sözüne borçlu olan AKP, bu hedefine tüm vahşi saldırılarına karşın ulaşamamıştır. Kürt özgürlük hareketin öncülüğünde Kürt halkı sadece faşizmin Türkiye’deki nihai egemenliğini engellemekle kalmıyor, Ortadoğu’daki emellerini de Başur’da, Rojava’da yükselttiği direnişle boşa çıkarıyor. Sadece son seçimlerdeki stratejisiyle faşizmin yenilgisini sağlamakla kalınmamıştır kesintisiz süren bütünlüklü direnişle iktidarın dayanaklarının altını oymuştur. Özyönetim direnişlerinden gerilla direnişine, Efrin’de Çağın direnişinden büyük ve uzun soluklu açlık grevine kadar Kürt halkı faşizme her yerde kesintisiz direnmiş ve onun saldırılarını kırmıştır. Önderliğin direnişi ve duruşu hem saldırıları boşa çıkarmış hem de tüm demokratik güçlere umut vermiştir.
AKP’nin Kürt halkına dört koldan vahşice saldırma nedeni de bu somut gerçekliktir. Kendine muhalif tüm çevreleri etkisiz kılabilirken Kürtleri bir türlü yıldıramamakta bu da onu çılgına çevirmektedir. Bunun verdiği öfkeyle intikam saldırıları yapmaktadır. Bu nedenle derinleşen ekonomik krize rağmen savaş araçlarına günlük milyon dolarlar harcayabilmekte savaşı varlık yokluk sorunu olarak görmektedir. Sürekli dillendirdiği “beka sorunu” da bu çerçevededir. Gerçekten bu faşist iktidarın beka sorunu vardır. Bir yandan 2071 rüyası görürken 2020’yi atlatacağı müphemdir.
AKP-MHP faşizmi dağılacaktır. Bu direniş karşısında başka bir seçenek yoktur. Faşizm kendini kadri mutlak göstermek için yaptığı tüm manipülasyonlara rağmen ciddi anlamda tüm olanaklara rağmen kendini kurumsallaştıramamış diken üstü pozisyonundan çıkamamıştır. İktidardaki faşist klik çıplak zora ve devletin maddi imkânları üzerinden zorla yaşam süresini artırmaktadır. Tamamen iktidar bağımlısı durumdadır. Kendi hegemonyasını sağlam temeller üzerinden kuramamıştır. Örneğin 12 Eylül cuntacıları iktidarı devrettikten sonra bile yeni kurumsallaşmanın temel dinamiklerini oluşturdukları için etki etmeye devam ettiler. MHP’nin daha özgün bir durumu olabilir oysa iktidarı biter bitmez AKP tuzla buz olacaktır. İktidar yitirildiğinde ona bağlı görünen bürokrasi kimlik değiştirmekte hiç vakit kaybetmeyecek, sermaye çevreleri ise bu geçişi en kolay atlatacak kesim olacaktır. Bugün ak dediğine yarın kara diyen medya ise AKP’yi karalamada yarışacaktır. Yaptıkları suçlarla ortada kalanlar ya yargılanacak ya da sessiz sedasız tarih sahnesinden çekilecektir. AKP’nin Türkiye toplumunda yaratığı tahribatın telafisi zor olmakla birlikte iktidardan düştüğü gibi etkisizleşmesi bir o kadar kolay gerçekleşecektir.
Kendal BAGOK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi