HABER MERKEZİ
AKP-MHP faşizminin Kürdistan’ın dört parçasına karşı sürdürdüğü işgal ve sömürgeci saldırılarını yerli yerine oturtmak için 95 yıllık TC devletinin yayılma heveslerini dikkate almamız gerekir. Bir yandan bu yayılma isteklerinin kurumsal altyapısını incelerken resmi bu yöndeki pratiklerine de değineceğiz. TC’nin sömürgeci eğilimlerini şekillendiği devlet geleneği üzerinden bağımsız ele alamayız. Çünkü 20.yüzyılın başında emperyalist güçlerin dizaynı ile ortaya çıkan Türk devleti aynı zamanda binlerce yıllık bir devlet geleneği birikimini içinde barındırıyordu. TC’nin biçimlenişinde bu faktörün önemli bir rolü oldu. Bu bakımdan TC’nin tarih boyunca genişleme girişimlerini ele alırken öncellikle Türk devlet geleneğini anımsamalıyız. Bu yayılma istekleri ile milliyetçilikte kutsal bir tabu olarak sunulan vatan olgusunun nasıl bağdaştırıldığını da irdeleyeceğiz. Bu zemin üzerinden birkaç başlık ile TC’nin tarihi boyunca topraklarını genişletme girişimlerini de ele alacağız.
Yağmacı, İşgalci Türk Devlet Geleneği
Devletçi sınıflı uygarlığın temel dinamiği tekelleşme üzerinden ilerler. Hem sermayenin hem de iktidarın tekelleşmesi bu uygarlık sisteminin temel akış yöntemidir. Yani bir yandan toplumun emeği sömürülürken ve maddi birikim sağlanırken diğer taraftan zora dayalı iktidar tarzının birikimi gerçekleşir. Aslında devletin bir iktidar birikimi şeklinde tanımlanması yanlış olmaz. Bu sistemin kendini meşrulaştırabilmesi bu birikim çerçevesinde hareket etmesi sayesinde gelişir.
Devletçi sınıflı uygarlık özleri aynı ama şekilleri ve biçimleri değişen devletlerden oluşur. Bu açıdan tek bir devlet olgusu fakat çeşitli devlet modelleri vardır. Uygarlık çerçevesinde uzun dönem tarih ele alındığında devletin ortak çekirdeği belirgin olurken daha kısa dönemler incelemeye tabi tutulduğunda özgün yanlar açığa çıkmaktadır. Fakat biriken yönetim tarzlarının yarattığı farklılıklar devlet gelenekleri şeklinde ayrımlarla incelenebilir. Kuşkusuz egemen sınıfın karakterinden ideolojik araçlara ya da dünya sistemindeki konumuna kadar bir devletin yapısını, şeklini belirleyen birçok faktör vardır. Fakat bu devlet geleneğinin önemli bir etken olmadığı anlamına gelmez. Bu temelde esas olarak coğrafi devamlılığın etkili olduğu devlet gelenekleri vardır. Örneğin Çin’de bu geleneğin belirleyici yönünü rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz.
İnsanlığın devlet ortaya çıktığı günden bu yana aynı zamanda “savaş” olgusuyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Keza devlet mantığı zaten savaş üzerine kuruludur. İkili bir savaş; ilki kendi egemenliğindeki insanlar üzerinde uyguladığı zor ve sömürü ikincisi iktidar alanını genişletmek için uyguladığı dışa karşı savaş. Toplumu sömürü mekanizmaları ile kontrol altına alırken bu sömürüden elde ettiği kazancı sürekli artırmak için topraklarını genişletmek ister. Bu açıdan doğrudan işgali hedefleyen savaşlar devletli uygarlığa içkin bir durumdur. Tarihteki bazı devletler esas gelişimlerini bu talan ve yağma savaşları üzerinden şekillendirmişlerdir. Her ne kadar kapitalizm öncesi devletlerin çoğunda bu işleyiş hâkim olsa da bazı bölgelerdeki devletlerin yegâne biçimlenişi budur. İmparatorlukların birçok farklı özelliği olmakla birlikte buna örnek gösterilebilir. Türk devlet geleneğini bu sürekli yayılmaya ve alınan haraç üzerinden kendini yaşatan imparatorluk düzleminde değerlendirebiliriz.
Fakat öncellikle “Türk devlet geleneği” kavramının aslında birçok çarpıtmayı içinde barındırdığını belirtmek gerekir. Bu çarpıtmalardan ilki devletlerin bir halkın ya da ulusun olamayacağı gerçeğidir. Yani Türk halkının bir devleti yoktur, hiç olmamıştır. Türk egemen tekellerinin yönettiği devletler vardır. Bazı devletlerini yöneticileri Türk’tür ama o devlet halkın ya da ulusun değildir. Devletin işlevi halkı ya da ulusu korumak ya geliştirmek de değildir. Devletin işlevi toplumun egemenlik altına alınması ve sömürülmesidir. Devlet egemenlerin sistemlerini sürdürme ve koruma aracıdır. Yoksa bir bütünen ulusun devleti olmaz. Kaldı ki zaten bu iddia kapitalist modernite döneminde ulus devlet bağlamında ideolojik nedenlerle öne sürülmüştür, öncesinde hiçbir devlet kendini bir ulusun devleti olarak tanımlamamıştır. Bu Osmanlı devleti için geçerli olduğu gibi örneğin Frank Krallığı için de bu şekildedir. Ulus devlet mantığı kendini ulusun devleti olarak sunarken tarihi de bu şekilde yanlış aktarır. TC’nin kendisi gibi eski devletlerin de Türk devleti olduğu iddiası bu açıdan temelsizdir. İkincisi bu adlandırma ile işaret edilen Türk egemenlerin özgün bir devlet tarzı yoktur. Yani Türk egemenleri tarih boyunca yönettikleri devletlerde özgün bir tarz oturtmuş değillerdir. Ne böyle bir yetenekleri ne de böyle bir yaratıcılıkları vardır. Tarih boyunca yaptıkları da zorla ele geçirdikleri devletlerin tarzını uygulamaktır, yoksa yeni bir sentez yaratmış değildirler. Kuşkusuz kısmi farklılıklar yaratmışlardır ama bu özgün bir sistem anlamına gelmez. Mesela Anglo-Sakson devlet geleneğinden ya da bir döneme kadar Mısır devlet geleneğinden bahsetmek mümkündür ve bu bize karşılaştırma yöntemi kullanma olanağı verir. Fakat Türk devlet geleneği ifadesi böyle araştırma olanakları vermez, tıpkı örneğin İtalyan devlet geleneği kavramı gibi. Buna karşın Türk devlet geleneği ifadesini kullanmak bu sakıncalarla beraber bize Türk üst sınıfların devleti yönetme tarzına ilişkin biriktirdikleri ilkeleri görme açısından bir kolaylık sağlar. Başta da belirttiğimiz gibi yönetim birikimi devletlerin yapısında oldukça etkilidir. Bu bakışla Türk devlet geleneğinde görülen bazı ilkelerden bahsedebiliriz.
Daha önceleri de Türk egemenlerin devlet oluşumlarına gittiği gözlemlenebilirse de esas çıkışlarını İslamiyet’i kabul etmeleri ile beraber yaptıklarını söylemek mümkündür. Türkmen kabilelerindeki ahlaki ve politik özle sürekli çatışarak bu devletleşme ortaya çıkar. Orta Asya’dan önce Yakın Doğu’ya ardından Ortadoğu’da egemen olan devletler kuran Türk elitleri askeri gücüne dayandığı göçebe Türkmen aşiret kültüründen uzaklaşarak öncelikle yoğunca Pers devlet geleneğinden etkilenmiştir. O dönemki devletlerde Fars ektisi devletin dilinden yönetim şekline kadar oldukça belirgindir. Ayrıca bu geleneğin transferinde ünlü Selçuklu veziri Nizâmülmülk simgesel olarak da zihinsel birikimin aktarılmasında da önemli bir rol oynamıştır1. Türk egemenlerinin devletleri Kürdistan üzerinden Bizans İmparatorluğu’nun egemen olduğu topraklara doğru geliştikçe bu iki ana imparatorluk geleneğinden daha fazla etkilendi. Osmanlı İmparatorluğu ise bu iki geleneğin doğrudan kalıtçısıydı.
İmparatorlukların yönetim sanatı transfer edilen bürokrasi sayesinde elde edilirken iktidarın binyıllık yozluğu da içselleştirilmektedir. Bu devlet tarzının kendini dayandırdığı temel motivasyon yayılmacılık ve savaştır. İmparatorluk ne kadar büyürse yönetici sınıfların çıkarı ve kârı o denli büyür. “Fetih” ve “Cihad” gibi kavramlarla dini bir sos verilerek İslamiyet kullanılsa bile halkların hem savaşlarda kırıldığı hem de yoğun bir sömürüye tabi tutulduğu Osmanlı’nın özü de bu sömürü sistemidir. Askeri ve sivil bürokrasinin egemen olduğu bu devlet tarzı TC’ye dönüşürken yeni yöneticilerin zihin dünyasında daha önce yönetilen büyük topraklar ve sürekli yayılma isteği temel bir rol oynamıştır. Bugünlerde dile getirilen Osmanlıcılık hayalleri Türk yöneticilerinin egemenlik özlemleri ile ilgilidir ve TC tarihinden örneklerle de görebileceğimiz gibi AKP-MHP faşizmine özgü değildir. Dönüşmeyen ve demokrasiye duyarlı hale gelmeyen devletin sürekli daha büyük devlet rüyaları göreceği ve imkânları dâhilinde bu isteği pratikleştirmeyi isteyeceği de kesindir.
Türk Milliyetçiliğinde “Vatan”
Kapitalist modernitenin ulus devlet sisteminde kutsallaştırdığı kavramlardan biri “vatan” kavramıdır. Türk milliyetçiliğinde hem yayılma isteğinin temel alınması hem de sürekli verili sınırlar tanımlanan “vatan”ı kutsanması görünür bir çelişkidir. Öyle ya şimdi ki topraklar “kutsalsa” ve “kanla” vatan haline getirildiyse neden yeni “kutsal olmayan” topraklar istensin ki? Kanla her toprak kutsal vatanın bir parçası haline getirilebilecekse sınır neresidir? Tüm dünya kanla kazanılacak potansiyel vatan olabiliyorsa şimdiki toprakların önemi nedir? Bu çelişkiye dönmeden önce vatan kavramı üzerinde durmalıyız.
Vatan kavramı toplumlar ve halklar için oldukça önemli bir etmendir. Halkların, toplumların oluş mekânları olarak ele almak gerekir. “Vatansız”, “Welatsız” bırakılmak istenen Kürtler için bunun önemi çok rahat anlaşılabilir. Bu noktada Önderliğin son savunmasında yer alan üç belirlemesi bize gerek vatan kavramının önemini, gerekse milliyetçiliğin onu nasıl ve niye çarpıttığını ve Demokratik ulus için anlamını aktarma imkânı sağlayacaktır.
İlk belirleme vatan kavramı üzerinedir:
“Vatan toplumsal yaşamın sadece maddi üretimi ve kültürünün gerçekleştiği coğrafya değil, onun tarihi ve ruhunun oluştuğu beşiktir, evdir. Ondan yoksun kalmak (kavram ve ruh olarak), evsiz ve ruhsuz kalmaktan beterdir. Toplumu evsiz ve ruhsuz bırakan, maddi ve manevi kültürden de yoksun bırakabilir.”
İkincisi devlet milliyetçiliğinin vatan kavramını nasıl çarpıttığını anlatır:
“Kapitalist modernitenin vatan olgusuna karşı en büyük suçlarından birisi katı, değişmez, tek uluslu sınır anlayışını en kutsal bir kavrammış gibi sahtekârca piyasaya sunmasıdır. Ulus-devletin sınır anlayışı, sözde vatanı nasıl koruduğunun göstergesi olarak bir kült, bir ibadet gibi işlenir. Özünde ise, en geliştirilmiş ve genelleştirilmiş bir mülkiyet sınırıdır. Mülkiyetin en geliştirilmiş biçimidir; bir tarlanın etrafının çitlenmesiyle başlayan mülkiyet tarihinin vardığı en son aşamadır. Sınırlar o kadar katı kılınır ki, sözde bir karışı uğruna savaşlar verilir. Savaşlar verilir, ama bu savaşlar halkın, ulusun çıkarları uğruna değil, içerdikleri azami kâr potansiyeli nedeniyle verilir. Ulus-devlet sınırları ne denli katılaştırılmışsa, o denli azami kâr sağlıyor demektir.”
Yapacağımız son alıntı ise vatana nasıl yaklaşılması gerektiğini gösterir:
“Demokratik ulus vatanı değerli sayar, çünkü ulus zihniyeti ve kültürü için büyük bir imkândır; anısında yer almadığı bir zihniyet ve kültür düşünülemez. Fakat kapitalist modernitenin fetişleştirdiği ülke-vatan kavramını toplumdan öncelikli kılmasının kâr amaçlı olduğu unutulmamalıdır. Vatanı abartmamak da önemlidir. “Her şey vatan için” anlayışı faşist bir ulus anlayışından kaynaklanır. Her şeyin özgür bir topluma ve demokratik bir ulusa adanması daha anlamlıdır. Bunu da tapınç düzeyine getirmemek gerekir. Asıl olan, yaşamın değerli kılınmasıdır. Vatan bir ideal değildir, ulus ve birey yaşamı için sadece bir araçtır.”
Türk milliyetçiliğinin tüm türevleri yayılma isteği ile maluldür. Bu ister dini kılıfla isterse ırkçı motiflerle sunulsun sonuç değişmez. Ulus devletin egemen sınıfının ve yönetici kliğin ideolojisi olarak milliyetçilik sürekli pazarını ve iktidar alanlarını artırmak ister. Sömürüden devşirdikleri kârı artırma amacı bu yayılma isteğinin temel sütunudur. Yayılma alanlarında halkın fiziksel ve zihinsel soykırıma tabi tutulması da bu isteğin doğal sonucudur. Çünkü iktidarlarını bu şekilde garanti altına almaya çalışırlar. Türk milliyetçiliğinin zihin dünyasının derinlemesine çözümlemeden bu yayılma isteğinin üstünlüğü esas alan bir ruh haline dayandığını söyleyebiliriz. “Bir Türk dünyaya bedeldir” vecizesinde gördüğümüz bu hayali tanımlama Türk milliyetçiliğinin inşa zeminidir.
Türk milliyetçiliğinin kurucu çekirdeğini en açık gördüğümüz nokta Turan düşüncesidir. Turan’ın neresi olduğuna ve burada kimlerin yaşama hakkına sahip olduğuna dair milliyetçi metinler ortak bir açıklama getirmez. Adriyatik Denizinden Sarı Irmağa diye Asya’nın neredeyse tümünü işaret eden Turan ülkesi zorlanmış bir kurgudan öte bir anlam taşımaz. Ama zaten bu düşünce mantıklı bir izaha ihtiyaç duymaz. Sınırları belirsiz bir bölgeyi tarif eden “Turan” Türk milliyetçiliğinin dünya hâkimiyeti için temel ilkesi, efsaneleştirilmiş ifadesiyle “Kızıl Elma”sıdır. Devşirme Türk olarak Türkçülüğün kurucu isimlerinden Ziya Gökalp’ın şu beyti zaten durumu açıklamaktadır:
“ Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan;
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan”
Peki, “vatan” bugünkü topraklar değilse bu sınırların anlamı nedir? Bunu yine Ziya Gökalp’ta buluyoruz. Türkçülüğün Esasları kitabında açıkça yazar. Bugünkü topraklar geçici, zorunlu kalındığı için yaşanmaya mecbur olunan ülkedir. Turan ise nihai ve uzak hedeftir. Umulan ile mevcut olan arasındaki çelişki bu biçimde giderilmeye çalışılır. Oysa bu tanımlama aslında açıkça bugünkü vatan güzellemelerinin sahte olduğu gösterir. Yenilgi bugünkü sınırları kabul etmelerine yol açmıştır. Türk milliyetçiliğinin dilindeki vatan kandırmacadan ibarettir. Onlar için vatan kendi sömürü ve soykırım düzenleridir. Kürt soykırımını tamamlamak için ya da kendi menfaatleri için vermeyecekleri toprak da, taviz de yoktur. Nitekim Türk Devleti Ağrı İsyanı’nda Kürt hareketini imha edebilmek için kutsal toprağın bir parçasını hiçbir şey olmamış gibi İran’a bırakabiliyordu. Nazım Hikmet Türk milliyetçiliğinin vatandan ne anladığını çok açık ve özlü biçimde tarif etmektedir:
“Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınız ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığınızdan,
ben vatan hainiyim.”2
Misak-ı Milli ve Lozan
İttihat Terakki Partisi’nin 1.Dünya Savaşına giriş nedeni zaten bu Turan ülküsüydü. Tekrardan büyük bir imparatorluğa bu sefer Türkçülük adıyla dönüşmek temel istekti. Allahu Ekber dağlarında da Arap çöllerinde de milyonlarca genci ölüme sürüklemelerinin nedeni buydu. Ele geçirdikleri toprakları nasıl ‘Türk’ toprağına dönüştüreceklerini de 1915’teki Ermeni soykırımı ile gösterdiler. Fakat bu rüyaları Osmanlı Devletinin dağılmasıyla son buldu. Bu açıdan İttihatçı şef Enver’in Türkistan’da kuracağı orduyla Turan imparatorluğunu kurma amacıyla ölmesi bu sürecin özetidir.
1919-1923 arası İngiliz hegemonyası ile girilen mücadele süreci aslında emperyalizmin verdiği misyonla ilgilidir. Çelişki yok değildir fakat bu çelişki çözülemez bir çelişki değildir. TC’nin ortaya çıkışı iddiaların aksine emperyalizme rağmen değil, onun planlamaları doğrultusunda gelişmiştir. Gelişen Kürt-Türk ittifakı çerçevesinde demokratik bir cumhuriyetin yaşam bulma ihtimali yok değildir. Fakat Kürdistan’ın dörde bölünmesi sonucunda açığa çıkan soykırımcı bir devlet gerçeğidir ve emperyalist güçlerin onayı ve çıkarları gereği oluşmuştur.
Son Osmanlı meclisinin muğlak olan Misak-ı Milli kararı o dönem Kürt ve Türk halkının ortak vatan üzerinde demokratik ittifakını işaret etmesi anlamında olumluydu. O dönem sergilenen politika bu ittifak çerçevesindeydi. Türk yöneticilerinin bu ittifakta ne kadar içten olduğu önemli değildi. Sorun yeni devletin ortak bir vatan mı yoksa soykırımcı bir ulus devlet mi olacağıydı. Bölünmemiş bir Kürdistan’ın Türk faşizmi tarafından soykırım saldırılarına hedef olması zordu. Fakat öncellikle Fransa ile yapılan Ankara antlaşması(1921) ile Kürdistan’ın Rojava parçası bırakılarak Misak-ı Milliden taviz verildi. Ardından Lozan(1923) ve bu sefer İngiltere ile yapılan Ankara Antlaşması(1926) ile Kürdistan dört parçaya ayrılıyordu. Nitekim İttihat ve Terakki’nin soykırımcı zihniyeti TC aracılığıyla Kuzey Kürdistan’ı Kürt soykırımı ile Türk toprağı haline getirmek isteyerek sürdürdü. Madem bu topraklar elde kalmıştı homojenleştirme işlemi bu ölçekte yapılmalıydı.
Lozan ve Misak-ı Milli’nin anlamlarının Türk faşizminin türevlerince farklı değerlendirmelerini işaret etmek gerekir. Lozan Antlaşması Kürdistan’ı parçalanmış sömürge konumuna sokan bir antlaşma olduğu açıktır. Bu anlamda olumsuz ele alınması doğaldır. Fakat Türk faşizminin önemli bir kesimi de bu antlaşmayı olumsuz değerlendirmektedir, fakat farklı nedenlerle. Lozan Türk milliyetçiliği açısından hayal kırıklığıdır. Bunun nedeni umulandan daha küçük bir coğrafyaya sıkışıldığını düşünmeleridir. Onların derdi bir halkın binlerce yıllık ülkesinin parçalanması değil kendi devletlerinin yani sömürü alanlarının -sadece Kürdistan açısından da değil- küçülmesidir. Bizzat Lozan antlaşmasının görüşmelerinde katılan Türk milliyetçiliğinin fikir babalarından Rıza Nur3 sorumluluğu İsmet İnönü ve Mustafa Kemal’e yükleyerek bu antlaşmayı Türk egemenliğini azaltan bir antlaşma olarak ele almaktadır. Beyaz Türk faşizminin büyük bir zafer olarak gördüğü Lozan aslında diğer faşist akımlar için bir yenilgi olarak değerlendirilmektedir. Kaldı ki tüm Türk faşistlerinin bilinçaltında dünyaya egemen olmak vardır, sadece küçük bir yarımadaya hükmetmek değil. Bu açıdan yakın zamanda faşist Erdoğan’ın bu antlaşmayı küçümseyen beyanlar vermesi hatırlanabilir.
Aynı şekilde Türk faşizminin zaman zaman kendi sömürgeci isteklerine atfen Misak-ı Milliyi gündeme getirdiğini biliyoruz. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi eğer iki halkın demokratik ittifakı üzerinden şekillenirse Misak-ı Milli’nin güncellenmesi anlamlı olur. Önderliğin zaman zaman Misak-ı Milli’ye atıf yapmasının nedeni de budur. Türk faşizmi ise Misak-ı Milli’yi mevcut devlet yapısı ile sömürgeci emellerini gerçekleştirme mantığı ile gündeme getirmektedir. Örneğin Güney Kürdistan’a ilişkin sömürgeci isteklerine bu bölgede yaşayan Türkmenleri alet etmeleri niyetlerini açıkça göstermektedir.
TC’nin Yayılma Girişimleri
Beyaz Türk faşizmi kurduğu devletin öneminin altını çizebilmek için görünürde yayılma isteğinden vazgeçtiğini vurguladı. Kaybedilen topraklar ifadesi bile sakınılan bir kavram haline getirildi. Esas vatan burasıydı. Bu açıdan Anadolu’nun esas Türk vatanı olduğunu kanıtlamak için sözde tarih teorileri(Hititler ve Sümerler Türk’tür gibi) uyduruldu. Misak-ı Milli görmezden gelindi4. Turan ise ötelenen bir düşünce konumuna getirildi, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren önde gelen Turancılar bile bu fikirlerden caydıklarını ilan ettiler. Bu topraklar mecbur kalındığı için değil, zaten vatan olduğu için devletin sınırları gibi gösterildi. Beyaz Türk faşizmi dış politikada her şeyden önce gerçekçiydi. Fakat bu sadece Beyaz Türk faşizminin kendini yüceltmesinin bir aracıydı ve yüzeyseldi. Fırsatlar oluştuğunda topraklar genişlemeliydi. Mantık binyıllardan beri aynıydı; ne kadar çok toprak o kadar köle ve bir o kadar kâr.
HATAY
TC kurulduğundan 15 yıl geçtikten sonra fırsatların oluştuğu düşünüldü ve güneydeki İskenderun Sancağı egemenlik altına almak için harekete geçildi. Toprakların genişlemesi umudunu yaratan durum 2.Dünya savaşına doğru giden krizdi. Hegemonik güçler yeni bir paylaşım mücadelesine girerken asıl ilgilerini Avrupa’ya çevirmişlerdi. Bu çerçevede Ortadoğu’daki manda yönetimleri 1930’ların ortasından itibaren yerini uydu devletlere bırakıyordu. Fransa’da bu çerçevede Suriye’den çekilme kararı verdi. Tam da bu noktada TC devleti devreye girdi ve bölgede yaşayan Türkleri gerekçe göstererek bu bölge üzerinde hak iddia etti.
Milletler Cemiyetinde tartışılan soruna bulunan çözüm bölgenin bağımsız bir devlet olmasıydı. Türk Özel Savaş mensuplarının yoğun çabalarıyla 1938’de kurulan bu devlete “Hatay” ismi verildi. Bu o döneme kadar duyulmamış bir isimdi. Oysa bölgede Antakya gibi binyılların önemli şehri vardı, daha ötesi yüzyıllardır bölge İskenderun sancağı olarak biliniyordu. Fakat bu iki isimle Türklük arasında ilişki kurmak çok zordu. Bu yerleşik isimler devletin adı olarak kullanılmadı. Bu isim yukarıda da bahsettiğimiz uydurulmuş tarih tezleri çerçevesinde Türklerin atası olarak gösterilen ve bir zamanlar bu bölgede devlet kurmuş olan Hititlerden esinle icat edilmişti. “Hatay” isminin kendisi bile bu çabanın içyüzünü ve bu devletin geleceğini gösteriyordu. Nitekim bir yıl sonra yapılan bir oldubitti ile Hatay TC sınırlarına alındı. Bağımsızlığını ilan eden devletin tüm organları TC’nin denetimindeydi. Hatay devletinin meclis üyelerinin çoğu doğrudan TC tarafından görevlendirilmişti. Ve işte bu meclis TC ile birleşme kararı aldı. Sözde binyıllardır Türk yurdu olan bir toprak daha vatana katılmıştı. Bu TC devletinin işgalci geçmişine bağlılığını özellikle Ortadoğu devletlerine ve halklarına göstermişti. Aradan geçen 80 seneye karşın bu olay bölge halklarının hafızasında hala canlıdır.
Öte yandan bu genişlemeyi emperyalist güçlerden bağımsız ele almak doğru değildir. Fransa her ne kadar ayak diretiyor gibi görünse de törenle bölgeyi TC’ye veren oydu. İngiltere ise bu girişime açıktan hiç karşı çıkmadığı gibi bu sonucu ilk tanıyan devletlerden biri oldu. Yaklaşan Dünya savaşında TC’yi kendi taraflarında çekmek için verilen bir tavizdi. Aynı zamanda onların çıkarlarını doğrudan ihlal etmeyen bir tavizdi. Çoğunluğu Arap olan ve Süryaniler, Ermeniler gibi birçok etniseteden oluşan bölge halkının zorla Türkleştirilmesi ve tarihinden koparılması onların problemi değildi ve zaten bu onların sistemiydi.
İkinci Dünya Savaşı başladığında sandığa kapatılan ‘Turan’ düşüncesi tekrar gün yüzüne çıktı. Devletin resmi gazeteleri Sovyet topraklarında yaşayan esir Türklerden bahsediyor, Nazi Almanya’sı ile beraber bu ülkeyle savaşılması gerektiğini savunuyordu. Faşist sürüler Stalingrad önünde bozguna uğrayana kadar üst perdeden yapılan bu propagandayla Kara Türk faşist eğiliminin önü açılıyordu. Faşist Almanya yenilince “Turan” rüyası başka bahara kaldı. “Turan” yine felaket getiren maceracılık olarak ele alındı. Bu arada yenen ittifaka hoş görünmek için 1944’te Turancılar sadece zindanlara atılmadı, işkence de gördüler.5 Devlet kendi aşırı uçlarını azdırmayı bildiği gibi törpülemeyi de biliyordu!
KIBRIS
TC’nin işgalci özünü gösteren bir diğer örnek ise Kıbrıs sorunudur. 16. Yüzyılda Osmanlı egemenliğine giren ada İngiltere tarafından 1878’te para karşılığında kiralanmıştır6. Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na karşı tarafta girince İngiltere bu adayı ilhak eder. Lozan antlaşmasında bu ilhakı Türk devleti tanır ve ada ile tüm bağlarını koparır. 1950’lerle beraber uluslararası dengeler değişince Kıbrıs TC için tekrar kutsal bir dava haline gelir.
Adada yaşayan halkın çoğu Yunanistan ile birleşmek ister ve bunun için İngiltere’ye karşı mücadeleye başlar. İngiltere bu adadaki çıkarları gereği bu birleşmeye sıcak yaklaşmaz ve adanın egemenliğini kaybedecek bile olsa bunun daha kolay kontrol altında tutabileceği bağımsız bir devlet şeklinde olmasını ister. Adadaki Türk azınlık gerekçe yaparak TC’yi de bu soruna dâhil eder. TC ise bunu yayılmak için bir fırsat olarak görür ve adanın Yunanistan ve kendisi arasında paylaşılmasını ister. “Taksim” şeklinde formüle edilen bu sonucu elde etmek için TC’nin istihbarat örgütü -o dönemki adıyla MAH- devreye girer ve Kıbrıs’taki demokratik güçlere(hem Türk, hem Yunan) karşı kontra faaliyetlerine başlar7.
1960’da bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulur. İngiltere bu oluşuma elini güçlendirmek için TC’yi de Yunanistan’la beraber garantör olarak dâhil eder. Kıbrıs Cumhuriyeti adadaki Türklerin haklarını tanıyan görece demokratik mekanizmalara da sahiptir. Fakat İngiltere’nin öngörüsünün aksine bağımsız Kıbrıs devleti uydu gibi davranmaz ve Batı Blokuna girmez. Bunun üzerine emperyal güçler hem Yunan faşistleri hem de TC aracılığıyla bu bağımsız ve demokrasiye duyarlı cumhuriyete saldırırlar. 1974’te Kıbrıs Cumhuriyetinde bağımsızlıkçı cumhurbaşkanı Makarios’a Yunanistan cunta rejiminin kontrolünde yapılan askeri darbe bu çerçevede ele alınmalıdır. Hem TC’nin adaya müdahalesinin önü açılır hem de Kıbrıs devleti faşist bir yönetimin eline geçer.
1974 işgal hareketinin ilk aşaması bazı antlaşmalar gerekçe yapılarak başlatılır. Fakat ateşkes kararlarına ve faşist yönetimin düşüp Kıbrıs Cumhuriyeti’nde meşru hükümetinin tekrar göreve gelmesine rağmen işgal hareketinin ikinci aşaması devreye girer. Bu durum tüm dünyaya TC’nin sömürgeci emellerini gösterir. Türk devleti işgali hedeflemekte demokrasi, barış ya da orada yaşayan Türklerin hakları buna kılıf olarak sunulmaktadır.
Sonuç olarak Kıbrıs’ın önemli bir bölümü işgal edildi. Bu işgalin ardından Kıbrıs halkı ne barış yüzü ne de huzur gördü. Kıbrıs’taki Türk halkında oluşan barış ve çözüm iradesi sürekli bir şekilde T.C. tarafından bastırıldı. TC 45 yıldır çözümsüzlüğü çözüm olarak görmektedir. İşgal ettiği bölümde kurulan KKTC’yi Dünya’da tek bir devlet bile tanımamaktadır. BM kararlarının emperyalist devletlerin isteğinin dışında olmaması ve bu merkezlerin TC’nin işgalini çok net biçimde desteklememesi bu diplomatik durumun oluşmasına neden olmaktadır. Fakat bu bölgenin TC’nin işgalinde olduğu ve Kıbrıs’taki Türk halkının iradesinin aksine Ankara’dan yönetildiği açık bir gerçektir. TC bir yandan Kıbrıs üzerinden Doğu Akdeniz’de sürekli yeni çıkar alanları ararken öte yandan adayı kara para aklama merkezine dönüştürmüştür. Sonuçta adı konulmamış bir ilhak söz konusudur ve Kıbrıs TC’nin bir ilinden çok da farklı olmayan bir şekilde yönetilmektedir. TC’nin sömürgeci yüzü Kıbrıs’ta kendine maske bile bulamamaktadır.
TC’nin bu iki örnekten daha fazla yayılma girişimi vardır. Bu işgalci isteklerin sınırlı kalmasında uluslararası hegemonik güçlerin onay vermemesi önemli bir faktördür. Kıbrıs’ta TC emperyalist güçlerin biçtiği rolün ötesine geçmesi dönemsel çelişkilere neden olmuştu. Emperyalist sisteme göbekten bağlı olan TC’nin bu tür hamleleri engellendi. Özgürlük hareketinin çıkışıyla birlikte daha çok Kürdistan’ın diğer parçalarına yoğunlaşan işgal hareketlerinin girişimden öteye geçmemesi kuşkusuz Kürt gerillasının bu hareketleri kırmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa emperyalizmin bu işgal hareketlerine net bir tavrı hiç olmadı. 35 yıllık savaş sürecinde defalarca törenlerle Güney Kürdistan’ı fethe çıkan TC sonuçsuz biçimde geri dönmesinde tek faktör özgürlük hareketinin direnciydi.
İşgal ve ilhak söylemleri ise özellikle iki dönem sıklıkla dillendirildi. İlk dönem Birinci Körfez Savaşı süreciydi. ABD’nin Saddam Irak’ıyla savaştığı bu dönemde Türk milliyetçiliği gerekli fırsatın oluştuğunu düşündü. ABD beraber bu savaşa girilerek Güney Kürdistan işgal edilebilirdi. Petrol kaynakları rüyaları süslüyordu. O zamanki Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “Bir koyup, üç almak” şeklinde formülize ettiği bu plan Özgürlük Hareketinin diriliş savaşını yükselttiği bir zamanda işlemedi. Bu arada o dönem yayılma isteği ile savaşa girilmesini destekleyen şoven kesimlerle Turgut Özal’ın tutumunu ayırmak gereklidir. Özal bu dönem Türk-Kürt federasyonu şekliyle Kürt sorunu çözme arayışları vardı. Bunu açıkça dillendirdi. Ayrıca Önderlikle kurduğu diyaloglarından farklı olan düşüncesini anlamak mümkündü. Kürt sorunu çözme iradesi Özal’ın suikastına neden olurken, bu plan Türk Ordusu tarafından bu yayılma devletin eski şekliyle olamayacağı gerekçesiyle reddedildi.
İkinci dönem ise 2004’teki 1 Haziran Hamlesiyle zora giren TC’nin işgal tehditlerine başlamasıyla oldu. 2004-2008 yılları arasında özellikle Ergenekoncu kesim sürekli işgal çağrılarında bulundu. Türk Ordusu da kilometrelerce alana kaplayacak tampon bölgeden Türkmenler işaret edilerek Kerkük’e kadar alanın işgaline kadar bu söylemleri sürekli kullandı. 2008’de Zap Savaşı sadece TC iradesini kırmadı, bu rüyaların 2015’e kadar ağızlara alınmasını bile engelledi.
AKP-MHP Faşizminin Rojava ve Güney Kürdistan İşgal Hamleleri
Güney Kürdistan’ı işgal söylemlerine ara verilse de 2011 yılı TC’nin yayılımcı yüzünü açığa vurduğu yeni bir dönemi başlatıyordu. ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan fakat tüm Ortadoğu halklarının demokrasi isteğini gösteren bu hareketler devletçi güçler tarafından saptırıldı. Bu durum özellikle Suriye’de yoğunlaştı. Hem Rojava devrimi gibi insanlığın umudu hem de İŞİD gibi vahşi faşist hareketlerin boy verdiği alan Suriye oldu. Suriye’nin bu durumu Türk faşizminin iştahını kabarttı. Bu ülkeye 2016’ya kadar İŞİD ve onun türevleri olan paravan cihadist örgütler aracılığıyla saldırıya başladı. TC saldırılarının iki yönü vardı. Rojava devrimi Türk devletinin temeli olan Kürt düşmanlığını kabartıyor, Kürtlerin kazanımlar elde etmesini varlığına bir saldırı olarak görüyordu. İkinci faktör olarak “Şam’daki Emevi Cami’inde Cuma namazı kılmak” lafıyla Davutoğlu’nun dışa vurduğu bölgesel emperyal güç olma isteği Suriye’ye müdahale gerekçesini oluşturuyordu. Nitekim bu isteğin ideolojik kılıfı olarak “Yeni Osmanlıcılık” bir süredir TC’nin resmi söyleminin parçası haline getirilmişti. Bu sürecin ayrıntılarına girmeksizin paravan örgütler YPG ve QSD tarafından boşa çıkarılınca TC doğrudan kendi ordusu ile bu sürece dâhil olmak zorunda kaldığını ifade edebiliriz. Bugün hem Efrin’de hem Cerablus ve Bap’ta süren işgal TC’nin aktarmaya çalıştığımız bu sömürgeci, yayılımcı ve Kürt düşmanı karakterinin göstergeleridir.
AKP-MHP faşizminde kendini açıkça gösteren sömürgeci, yayılımcı karakter 2019 Eylül’ü itibariyle hala aktif konumdadır. 2015’ten bu yana yoğunlaştırdığı Güney Kürdistanı işgal operasyonlarını sürdürmektedir. Bölgenin işgal ve ilhakını dillendirmeden pratikte yaparak tırmandırdığı bu saldırıların mantığı TC’nin kimliğinde gizlidir. Söylemindeki Özgürlük Hareketi ile savaştan öte bir anlam taşıyan bu girişimlerin 35 yıldır olduğu gibi hüsranla sonuçlanacağını ifade etmek gerekir. Şimdiden iradesi kırılan Türk ordusunun işbirlikçi güçlere rağmen Kürdistan’ın bu parçasında da tutunamayacağı açıktır.
Öte yandan Rojava’nın doğusuna yönelik işgal tehditlerini fütursuzca sürdürmeleri AKP-MHP faşizminin yeterince teşhir olmasına sebep olmaktadır. En son tehdit argümanını boşa çıkarmak için Kuzey Doğu Özerk yönetiminin de destek verdiği ABD ile yaptığı Güvenli Bölge antlaşmasının yetersiz olduğunu ifade etmektedirler. Faşist şef Erdoğan açıkça niyetlerinin bölgeyi işgal edip mültecilerin bu bölgeye yerleştirilmesi olduğunu ifade etti. Güvenlikten anladığının işgal olduğunu lafı oraya buraya çekmeksizin açıkladı. Buna karşı menfaat odaklı hareket eden uluslararası koalisyonun ne tavır alacağından bağımsız olarak fethe yeltenen TC’nin rüyalarını Rojava Devrimcilerinin kâbusa çevireceğini söyleyebiliriz.
Sonuç olarak sömürgecilik ve işgalin TC’ye içkin olduğunu belirtebiliriz. Mirasçısı olduğu devlet geleneği bu çerçevede gelişmiştir. Ayrıca zihin dünyası bu ırkçı unsur üzerine kuruldur. AKP-MHP faşizminin bu yüzünü çeşitli kez açığa vurması da bu açıdan anlaşılırdır.
Dipnotlar;
· Nizâmülmülk’ ün ünlü “Siyasetname” kitabının yazılma nedenlerinden biri Türk yönetici kliğine devlet işleyişini öğretmekti. Ve yüzyıllarca yönetici sınıfın temel kitabı olarak okundu.
· Nazım Hikmet’in “Vatan Haini” Şiiri
· Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıralarım” adlı kitabı Türkiye’de hala yasaktır ve sansürsüz hali hiç basılamamıştır.
· Mustafa Kemal’in 1926’deki söylevinin basıldığı “Nutuk” kitabında Misak-ı Milli’den neredeyse hiç bahsedilmez. Ayrıca kitabın neredeyse tümünde İttihatçılar maceracılık ile millete zarar veren kimseler olarak tarif edilir.
· Tabutluklara konan Kara faşistlerin içinde ilerde bu eğilimin başbuğu olacak Alpaslan Türkeş de vardı. Zindanlardan 1960 Darbesinin kudretli albaylığına geçişinden anlaşılacağı gibi bu şahsın kariyeri emperyalizmin Gladio’nun görevlendirmesi olduğunu açıkça göstermektedir.
· AKP’nin “ulu hakanı” II. Abdülhamid vatan toprağını para karşılığında satmış olması ayrıca dikkat çekici bir noktadır. Egemenlerin vatana nasıl baktığını gösteren bir durumdur bu.
· Türk Mukavemet Teşkilatı adıyla silahlı bir örgüt kurulur ve içlerinde komünist Türklerinde öldürüldüğü birçok cinayet işlenir ve TC işgaline zemin hazırlanır. Bu kontrgerilla örgütü TC’ye doğrudan bağlı olmakla birlikte İngiltere’nin çıkarlar doğrultusunda hareket eder.
Kendal BAGOK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi