HABER MERKEZİ- Mevcut tarih yansıtıldığı biçimiyle erkeksiydi. Hatta İngilizcede tarih anlamına gelen ‘history’ kelimesi bile açıkça aynı dilde erkek üçüncü şahsa aitlik bildiriyordu! İşte özellikle 60’lardan sonra alevlenen yeni feminizm kendi manifestolarını yaratıyor, kadınları cenderelerini kırmaya, koca ve baba hakimiyetinden ne pahasına olursa olsun kurtulmaya, kendi tarihlerini yazmaya çağırıyordu. Kadın, kendini gerçekleştirmek durumundaydı
Tarih boyunca hem erkekler hem de kadınlar sınıfları, ırkları ve inançları nedeniyle tarih dışı kaldılar, ama hiçbir erkek salt cinsiyeti nedeniyle dışlanmadı. Kadınlar aidiyetleri ne olursa olsun cinsiyetleri nedeniyle ayrımcılığa tabi tutuluyorlar ve tarihin yazılması ve yorumlanması işleminden dışlanıyorlar.
Tarihin yapımına etkin olarak katılan özneler oldukları halde kendi tarihlerini bilmekten alıkonuluyorlar. Geçmişini bilmekten alıkonulmak sürekli çocuk bırakılmak arasında yakın bir bağ var. Ataerkil hukuk da uzun bir dönem boyunca kadınları çocuklar ve delilerle aynı kefeye koyarak “kısıtlı” saymaktadır.
Tarihin ne için olduğu sorusuna COLLİNGWOOD “insanın kendisini tanıması için “cevabını verir. Hem kendisini başkalarından ayıran hem de kendisini o kişi yapan şeyleri tanımak için. Kendimizi tanımak ise ilk önce insan olmak ne demektir onu bilmek, ikincisi olduğumuz insanı başkasına benzemeyen yönlerimizi yani farklılığımızı bilmek sonra da neler yapabileceğimizi bilmektir.
Yazının icat edilmesinden bu yana ister rahip saray vakanüvisi ya da aydın olsunlar tarih yazma işleve erkeklerin tekelinde oldu ve erkeklerde hep erkeklerin yaptıklarını ve yaşadıklarını kayda değer tarihsel öneme sahip bularak kadınların deneyimlerini marjinalleştirdiler. Oysa kadınlar insanlığın yarısını oluşturuyor ve toplumun varlığını sürdürebilmesinde merkezi bir öneme sahipler. Öyle olduğu halde tarihin yazımından bölmesin açık bir biçimde dışlanmış olmaları bu alanın bir iktidar ve egemenlik alanı olduğunun çarpıcı bir göstergesidir.
Kadınlar gibi köylüler proleterler, zenciler de tarih dışına itildiler. Ancak kadınlar dışındaki toplumsal kategorilerin tarih içinde konum değiştirip iktidardan pay almaya başladıkça ya da siyasal topluma dahil edildikçe deneyimleri kayda değer bulunmuştur. Ama erkek üyelerinin
Örneğin, işci sınıfı tarihçiliği çok uzun bir süre feministlerin “her zaman meçhul askerden daha meçhul birisi vardır. Meçhul askerin karısı “ sloganını haklı çıkarırcasına cinsiyet körü olarak kaldı ve proleter kadınların varoluş ve mücadele deneyimlerini dışarıda bıraktı.
Toplumsal cinsiyet, ilk olarak 1970’lerde ikinci dalga feministlerce üretilen bir kavram.
Feministlere ve kadın hakları için mücadele yürüten tüm kadın aktivistlere göre, insanların çoğu, kadınlarda dahil olmak üzere, cinsiyetçiliği anlamıyor veya anlıyorsa bile bunu bir sorun olarak görmüyor. Kadınların verdiği mücadeleyi sırf erkeklerle birebir eşit olmanın peşinde koşmak şeklinde oldukça basite indirgiyorlar. Bunu yaparken de erkekleri hedef tahtasına koyan, onları direk düşman tanımlamasıyla değerlendiren bir mücadele olarak değerlendiriyorlar. Tabi bunda kadın hareketinin çıkışı itibariyle tepkisel bir hareket olmasının da payı var. Ne var ki kadın hareketinin gelişmesi ile ataerkilliğe hizmet edenlerin, cinsiyetçi duygu ve düşünceleri savunanların salt erkekler olmadığı, kadınların da erkekler kadar cinsiyetçi olabileceği anlaşıldıkça kadın hareketi içerisinde erkek karşıtı duruş daha ideolojik bir perspektifle ataerkillik karşıtı bir tutuma dönüştü. Bu vb nedenlerle, yetmişlerin hareketli, sürekli eylem halinde olan feministleri ya da dünya kadın hareketini oluşturan aktivistlerin bir kısmı feminist literatür oluşturmak amacıyla daha çok akademik çalışmalara yöneldiler.
“Eğer bir eylem çizgisi varsa, bunun öncelikle derin ideolojik çözümlemelere de ihtiyacı vardır” düşüncesinden hareketle, üniversitelerde kadın araştırmalara yapmaya, giderek neredeyse hemen her üniversitede bir kadın araştırma merkezi/kadın kürsüsü oluşturmaya başladılar. Bir yandan feminist ya da kadın kurtuluş ideolojisi literatürü yaratılmaya çalışılırken öte yandan da tüm çabalar toplumsal cinsiyet adaletinin yaratılmasına odaklandı. Çünkü toplumsal cinsiyetin kendisi ya da varlığını sürdürmesi iki cins arasındaki adaletsizlikle doğrudan bağlantılıydı ki bu adaletsizliğe kimin uğradığını açıklamaya gerek yok.
Böylece toplumsal cinsiyet kavramı, cinsiyeti bir şey, ama toplumsal cinsiyeti çok daha başka bir şey olarak ifade etmemizi mümkün kılar. Tüm bireyler erkek ya da dişi olarak hayata gözlerini açar. Tüm bireylerin cinsiyeti sadece ve sadece cinsel organlarına bakılarak adlandırılabilir. Buna karşın her toplum, halk ya da kültür kızlara ve oğlanlara farklı roller ve nitelikler yükler. Bu yüklemeden sonra toplumun istediği kadınlar ve erkekler haline geliriz. Doğduğumuz andan itibaren hepimiz bize biçilen bu rollere göre yetiştiriliriz. Kimi küçük farklar olsa da hepimizin yetiştirilme şartları hemen hemen aynıdır. İşte kadın-erkek, hepimize, sosyal ve kültürel algı ve davranışların ‘paket halinde yüklenmesi’ olayı, ‘toplumsal cinsiyetin öğretilmesi ve benimsetilmesi’dir. Nasıl ki bir bilgisayarı ondan beklediğimiz niteliklere göre formatlıyorsak, kadınlar ve erkekler olarak bizler de bizden beklenen rollere, davranış modellerine sorumluluklara göre formatlanıyoruz. Böylece biyolojik olan cinsiyetimizden farklı olarak kadınlar ve erkekler olarak toplumsal cinsiyet kimliklerimiz psikolojik ve sosyolojik olarak, yani tarihsel ve kültürel olarak belirlenmiş oluyor.
Bu tür ayrımcılığın yanı sıra toplumsal cinsiyetle çok yakından ilgili olarak kadının yaşamına, “kadın olmaya” kültürel yönden daha az değer verilmesi söz konusudur ki bu da, kadın sağlığını olumsuz etkiler. Örneğin; evde yapılan iş ücretli olarak yapılan işten daha az değerli sayılır. Aileler ve toplum tarafından kadınlara ve kız çocuklarına verilen düşük değer, global istatistiklerde okur – yazarlık durumunda belirgin olarak kendini göstermektedir. Geçen yirmi yılda önemli atılımlar yapılmasına rağmen hala ilkokula başlamayan 130 milyon çocuğun çoğunluğunu (2/3’ünü) kızlar oluşturmaktadır. Ayrıca hala 1 erkeğe karşı 2 kadın okuma-yazma bilmemektedir. Yine kadınlar kullanılan oyların yarısına sahip oldukları halde parlamentoda % 14.2, kabinede bakan olarak sadece %6 koltuğa sahiptirler. Bu örnekler cinsiyetler arasındaki karmaşık ilişkiyi ve çok güçlü eşitsizlik modelinin varlığını ortaya koymaktadır. Bu nedenle otorite ve güçte toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin görülmesi/fark edilmesi ve çözümü için stratejilerin aranması ve uygulanması gerekmektedir.
Gender sterotip bazı durumlarda erkeği de olumsuz olarak etkilemektedir. Örneğin; erkeklerden ailenin geçimini temin etmesi beklenen toplumlarda erkek fiziksel ve mental sağlığını bozacak ölçüde çok uzun süre çalışabilmektedir. Benzer şekilde “gerçek erkek” konusundaki sosyal beklenti, erkeğin hasta olduğunda kendisini güçsüz hissedip yardım aramasını güçleştirmektedir.
Kadın ve erkeğin biyolojik cinsiyeti ve üremeye ilişkin fizyolojik fonksiyonlarının farklılığı ve getirdiği yüklerin yanı sıra, toplumun kendilerine biçtiği “toplumsal cinsiyet” rolünden kaynaklanan ve sağlıklarını etkileyen olumsuzluklar mevcuttur. Bu olumsuzlukların boyutu toplumdan topluma değişmekle birlikte özellikle gelişmekte olan ülkelerde “kadın” cinsiyeti yönünden olumsuzlukların boyutu daha da büyüktür.
Toplumun cinsiyeti nedeni ile “kadın cinsiyetine” biçtiği rol ve beklentileri sonuçta daha da önemli olarak, onun insan haklarından sayılan bazı haklarını elde edememesine, kullanamamasına yol açmaktadır. Bu durum ise toplumlarda kadın için adeta kısır bir döngü oluşturmaktadır.