HABER MERKEZİ
Ayaklarımı yapış yapış çamurdan nasıl çıkartmam gerektiğimi bilmediğimi, sergilediğim tüm hal ve hareketlerimden anlayan Delal’in gülümsemesi yol boyunca asık olan yüzümde bir tebessüme yol açmıştı. Yine de yol uzadıkça, bu yol ne zaman bitecek diye düşüne düşüne yürüyordum. Yolun tadını çıkartmak bir yana, yürüyüş tarzımla yolun tüm tadını kaçırtmıştım. Ayakkabılarımı o çamurdan çıkartmakta o kadar zorlanıyordum ki nerdeyse ayakkabılarımı çıkartıp yürümeye başlayacaktım. Sanırım hayatımda ilk defa böylesine deli gibi yağan bir yağmura kapılmış, çamurlara batmıştım. Belki yağmurun tenime değmesinin, saçlarımı ıslatmasının tadını çıkarabilirdim. Fakat o çamur yok mu o çamur… Hem de gerilla yürüyüşümün ilk gününde. İlk günü diyorum çünkü yeni savaşçılardan yeni çıkmış, yeni yaşam mekanım olan özgün bölüğe doğru yol alıyordum. Tabii yeni savaşçılardaki günlerimi de sayıyorum ama bu yolculuğu yeni yaşama doğru atılan ilk adım olarak görüyordum.
Duygularım öylesine karmakarışık olmuştu ki, nasıl hareket edeceğimi bilemiyordum. Yürüdüğümüz yol boyunca birçok doğa güzelliği ile karşılaşmıştım, bu doğa güzelliklerine bir de mevsimsel güzellik katılmıştı ki sormayın gitsin. Sonbaharın sarı sıcak rengi doğaya çok ayrı bir güzellik katmıştı. Bu güzelliği görüyordum fakat ayakkabılarıma yığılan bu çamur tüm yoğunlaşmalarımı dağıtıyordu. İçimden bir an önce yolun bitmesi için binlerce dua ediyordum.
Yaklaşık dört saat boyunca yürüdükten sonra ceviz, incir ve nar ağaçlarının bulunduğu bir araziye girdik. Önümüze çıkan küçük akarsudan ürkmüş olduğumu anlayan Delal; “ya sen nasıl bir Kürt kızısın, yağmuru sevmiyorsun, çamurdan nefret ediyorsun, sudan korkuyorsun” diyerek sudan geçmem için elini bana uzattı. Aslında yapmak istediği sadece bir şakaydı fakat doğruluk payı çok olan bir şaka… Ben ise hiçbir şey söylemeden yoluma devam ettim. Başka bir zaman olsaydı, böyle bir şakaya mutlaka bir karşılık verirdim. Bu sefer karşılık vermek içimden hiç gelmedi. Bunu fark eden Delal; “bakıyorum da hiç konuşmuyorsun, olur böyle şeyler…” Daha sözünü tamamlamamıştı ki ben hemen sözünün arasına girdim.
– Nasıl şeyler?
– Yeni savaşçılardan ayrılmak kolay değil, onlar senin özgürlük mekanındaki ilk yoldaşların, her şeyin ilkini onlarla yaşadın, onlarla tattın. Eee şimdi onlardan ayrılmak sana zor geliyor. Ama biraz sonra gideceğimiz bu kampta da seni ilkler bekliyor ve şunu unutma PKK’de yaşadığın her gün sana ilk gün gibi gelecek, sen hep ilkleri yaşayacaksın.
– Ama oradaki arkadaşlara çok bağlandım, çok sevdim.
– Buradaki yoldaşları da seveceksin, hem de çok…
Suyun şırıltısı, rüzgarın uğultusu ve yağmurun sesi o kadar çok iç içe geçmişti ki artık onu çok iyi duyamıyordum. Noktaya ulaştığımızda hava iyice kararmıştı. Bizi kampın girişinde karşılayan nöbetçi arkadaş bizi hemen içinde sobanın olduğu mutfağa götürdü. Kendimizi kurutup yemek yedikten sonra yatmak için bir mangaya doğru yol aldık. Nöbetçi dışındaki tüm arkadaşlar uyuduğu için o gece hiçbir arkadaşı görememiştim; zaten öyle yorgundum ki, arkadaşların uyuyor olmasına sevinmiştim.
Sabah herkes çok erken kalkmış, içtima alınmış, oduna gidilmişti. Beni ve Delal arkadaşı uyandırmamışlardı. Uyandığımda ilk önce nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Sonra onlarca kadın sesinin birbirine karıştığı kamelyaya doğru yol aldım. İlk başta kalabalığın ne olduğunu anlayamamıştı, kamelyaya yaklaştığımda tüm arkadaşların hep bir ağızdan şarkı söylediklerini fark ettim. Kamelyanın kapısında öylece durdum ve onları izledim. Öylesine coşkulu bir şekilde şarkı söylüyorlardı ki, onlara eşlik etmemek için kendimi zor tutuyordum. Bir anda omzuma sıcak bir elin dokunduğunu hissettim. Orta boylu, esmer, kahverengi gözlü bir arkadaş:
– Sen Beritan olmalısın, hoş geldin.
– Hoş bulduk.
– Nasıl, arkadaşlar oldukça coşkulu değil mi?
– Evet. Biz yeni savaşçılarda güne hep içtima ve sloganlarla başlardık, burada sanki şarkılarla başlanıyor.
Bu söylediklerim çok hoşuna gitmiş olacaktı ki, gülerek;
– Hayır, tabii ki biz de her sabah şarkıyla başlamıyoruz. Şîmal adında genç bir arkadaşımız var, o bazen böyle şen şakrak bir şarkı başlatıyor, bir bakıyoruz hepimiz şarkıya eşlik etmişiz.
O gün kahvaltıda tüm arkadaşlarla tanışmıştım. 22 genç kadın, hepsi birbirinden güzel, sıcak ve moralliydi. Öyle bir sıcaklık ve samimiyetti ki bu, sanki onları yıllardır tanıyormuşum gibi geldi. Bu bölük özgün bir bölüktü. Kürdistan’ın dört parçasından arkadaşlar vardı. Yıllarını bu örgütte geçirmiş arkadaşlar ve PKK yaşamının tadına yeni yeni varan arkadaşlar. Hepsi bir arada, hepsi aynı mekanda. İlk başlarda mümkün olmayacağını düşündüğüm birçok şey PKK’de mümkün hale geliyordu. Birbirinden farklı devlet sistemleri içinde yetişmiş, parçalanmış bir halkın çocukları şimdi aynı mekanda, kendi yarattıkları sistemde bir bütün olmuşlardı. Birleşmiş, kenetlenmişlerdi. O an iç içe geçen duyguları şimdi daha iyi tarif edebiliyorum. Kendi kimliğine yabancılaşmış birinin, yavaş yavaş kendini bulma ve tanımanın verdiği şaşkınlıktı bu.
Bu bölükte bulunan arkadaşlar, bulundukları kampa “Kızlar Ülkesi” adını vermişlerdi. Aslında bu isim bir kitaba aitti. Kitabı okuyan her arkadaş kitabı çok beğenmiş, bulunduğumuz yeri de o kitapta anlatılan mekana benzeterek bu ismi koymuşlardı. Gerçekten bu şirin yer, Kürdistan’ın küçük bir resmi gibiydi. Ama ben tüm bu güzelliklere rağmen yine de çamura bir türlü alışamamıştım, ayakkabılarım ne zaman çamurlansa ya da biraz ıslansa hemen moralim düşüyordu.
Ta ki iki hafta sonra tanıştığım Toprak arkadaşla birlikte kış odunu toplamaya gittiğim güne kadar. Aslında Toprak arkadaş da bu bölüğün bir üyesiydi fakat bir görev dolayısıyla uzun süre bölükten ayrılmıştı. Onun bölükte bulunmadığı süre içerisinde arkadaşlar o kadar çok ondan bahsediyordu ki, artık neredeyse onu tanımıştım. Bölüğe ulaştığı ilk gün bile, yorgunluğuna aldırmadan, cıva gibi bölüğün bir başından diğer başına gidiyor, tüm arkadaşlarla ilgileniyor, yerinde durmuyordu. Geldiği günün ertesinde bütün bölük kış için oduna gitmiştik. Herkes ikişerli üçerli gruplarla araziye dağılmış, odun arıyordu. Daha gün yeni yeni ışıyordu ve bulutlar “ha yağdım ha yağacağım” dercesine gökyüzünde ağır ağır dolanıyorlardı. Neden Toprak arkadaşın peşine takılıp o kadar uzak bir yere oduna gittiğimi, daha doğrusu onun neden kamptan bu kadar uzaklaştığına anlam vermemiştim fakat o ilerledikçe ben de onun arkasından ilerliyordum. O durmadan konuşuyor, gerillayı, gerilla yaşamını, PKK’de yoldaşlığın güzelliğini anlatıp duruyor, ben ise soru sorma gereği duymadan onu dinliyordum.
Tam kendimize odun bulmuş, dönecektik ki birden bire kovadan boşalırcasına bir yağmur başladı. Yağmurun başlaması hiç hoşuma gitmemişti. Odunları hemen sırtlayıp oradan uzaklaşmak istiyordum. Toprak arkadaşa neden kamptan bu kadar uzaklaştığımızı sormamla onun omzundaki odunu yere bırakıp dans etmeye başlaması bir oldu. Saçlarını açmış, yüzünü gökyüzüne doğru çevirmiş ve dans ediyordu. Ben ise onu şaşkın bir şekilde izliyor, ne yapmaya çalıştığını anlamak istiyordum. Birden bire yüksek bir sesle; “işte bu yüzden kamptan bu kadar uzaklaştım. Uzun zamandır yağmurun tadını çıkaramamış, toprağın kokusunu içime çeke çeke yürüyememiştim. Arkadaşlar her zaman hasta olacağım diye bana engel oluyorlar. Bırakmıyorlar yağmurla buluşan toprağın tadını çıkarayım” dedi. Ben ise onun sözlerine çok anlam vermeye çalışmadan:
– Heval Toprak arkadaşlar haklı, hasta olacağız. Bak yerlerde hep çamur, çabuk gidelim.
– Bir gerilla yağmurdan ve çamurdan korkmamalı, doğa ile bütün olup yaşamın anlamına varmalıdır. Evet, biliyorum insan uzun süre yağmurun altında kalır ve dikkat etmezse hasta olur ama bizlerin imkanları var. Şimdi gidip kendimizi o güzel ateşin önünde kurutacağız. İnsan sıcak çayın tadına böyle sırılsıklam ıslandıktan sonra daha çok varıyor, haberin olsun.
– Valla heval seni bilmem. Benim ne bu yağmura ne de çamura alışmaya hiç niyetim yok.
– Al işte tam bir asimile kişilik! Öyle Kürt kimliğinin asimilasyonundan bahsetmiyorum. İnsan olmaktan uzaklaşmaktan, özden uzaklaşmaktan bahsediyorum. Doğaya yabancı, doğadan kaçan bir insanın dağlarda ne işi var acaba diye düşünüp hiç kendine bu soruyu sordun mu? Birileri şehrin gürültüsünü, patırtısını terk etmişse, demek ki aradığı bir şeyler var. Özlediği geri dönmek istediği bir yaşam, bir öz var. Öyleyse bundan neden kaçıyoruz, korkuyoruz. Neden yüzümüzü, gönlümüz Toprak Ana ile buluşturmuyoruz?
…
Noktaya ulaştığımızda herkes bizi merak etmişti. Heval Toprak’ın özelliğini bilen ve anlam veren arkadaşlar sessiz sessiz bize bakıp gülümsüyorlardı. Yine de kızanlar daha çoktu. Ben ise ne gülebiliyordum ne de kızabiliyordum. Sadece o an yaşadıklarımızı anlamaya çalışıyordum. O günden sonra kendimi hep Toprak arkadaşın arkasında, sağında, solunda görüyordum. Onun sürekli hareket halinde olması beni öylesine çok kendine çekiyordu ki, kendimi onun peşinden gitmekten alıkoyamıyordum. O sanki zamanla yarışıyor, yaşamın anlamına zaman yitirmeden ulaşmak istiyordu. Yağmurun toprakta yarattığı kokuyu içine çekmek, toprağın sunduğu bereketi kendi yaşamında görmek istiyordu. Ben bunu o yağmurlu günde değil de TOPRAK’ın kokusunu yitirdiğim bir günde anlamıştım.