HABER MERKEZİ –
“Türk egemenleri aşiret reisliğinden iktidarcı kurumlaşmaya doğru evrilirken aşiretin geri kalan tüm varlığını serfleştirmeye, devletin kulu ve kendine itaat eden köleler haline getirmeye çalışmıştır. Egemen sınıf topluma bu temelde yabancılaştıkça daha fazla baskıcı olmaya başlamıştır. Çünkü toplum, bu tarzda bir ayrışma ve farklılaşmaya büyük bir direnç göstermiştir. Kendi toplumsal kültür ve yaşam tarzında ısrar etmiştir. Bir azınlığın çıkarına göre değil, kendi hayati çıkarlarına göre yaşamayı ve hareket etmeyi esas almıştır.”
Toplumsal olgular, tarihsel gerçekliklerinden kopuk olarak ele alınamazlar. Bir olgunun bugününü anlamak için geçmişini bilmek gerekir. Toplum geçmişini kültür, gelenek, zihniyet ve maneviyat olarak bugüne taşır ve canlı olarak yaşar. Geçmiş, bu anlamda olmuş, bitmiş ve geride kalmış bir olgu olarak görülemez. Bu nedenle tarih şimdidir. Birçok durumda tarihin, geçmişin günümüz üzerindeki etkisi, geçmişin kendisinden daha güçlü olabilmektedir. Her bitki kendi kökü üzerinde şekillenmektedir. Toplumsal olgular, kurumsallıklar da tarihsel geçmişlerinin birikimi üzerinde öz ve biçim kazanırlar.
Bu çerçevede Türk egemen sınıflarının bugününe doğru anlam vermek ve gerçekçi bir şekilde değerlendirebilmek için tarihsel gelişimlerini yakından incelemekte yarar vardır. Orta Asya’dan kabile ve aşiret düzeninde bir toplumsal formda bulunurken göç etmek zorunda kalan bu toplulukların siyasal, askeri ve idari yapıları, içinden geçtikleri uygarlıkları taklit etmekten ibaret olmuştur. Göç ettikleri alanlar uygarlığın daha yüksek aşamalarını yaşamaktadırlar. Bu alanlarda devlet ve iktidar düzenleri önemli bir kurumsallık kazanmıştır. Hiyerarşi ve sınıfsal farklılaşma belirginleşmiştir. Güç yoğunlaşması, iktidarcı odaklarda merkezileşmiş ve kendini toplumdan ayrıştırmış, toplum üzerinde katı bir egemenlik halini almıştır. Türk egemen sınıfları bu gerçeklik içerisinde şekillenmiştir.
Türk egemenleri askeri olarak fethetmiş, kültürel, siyasi ve sosyal olarak fethedilmişlerdir
Aşiret reisliği temelinde sınırlı bir hiyerarşi ve farklılaşmayı yaşayan Türk egemenlerinin prototipini oluşturan bu kesimler, içinden geçtikleri uygarlıkçı egemen sınıfların durumuna büyük bir gıpta ile bakmış ve onlar gibi olmayı temel amaç haline getirmiştir. Onlar gibi büyük bir güce ulaşmak ve iktidarlarını sağlama almak istemişlerdir. Büyük bir aç gözlülükle imrendikleri bu gücü taklit etmekten başka bir alternatifleri yoktur. Ne dayanabilecekleri bir sınıfları ne de esas alabilecekleri bir sınıfsal tecrübeleri bulunmaktadır. Her şeyi bu uygarlık güçlerinden öğrenecek, onları taklit edecek ve mümkünse yerlerini alacaklardır. Bu onların yaşam gerekçeleri haline gelmiştir. Türk egemen sınıflarının hafızasında bu gerçeklik derin bir iz bırakmıştır. Bu nedenle olacak, gerek içte verdikleri iktidar kavgalarında gerekse de dış güçlere karşı yürüttükleri savaşlarda “ya devlet başa ya da kuzgun leşe” deyimi temel düsturları olmuştur.
Ancak bu kesimler hedeflerine ulaşmak için en başta kendi içinde ciddi bir değişim evresinden geçmek durumunda kalmıştır. Çünkü; aşiret düzenileri buna engeldir. Aşiret; ortakçı, komünal bir yaşama yakındır. Hiyerarşi ve iktidarlaşmaya kolay kolay izin vermemektedir. Aşiret hem dar bir toplumsal formdur hem de iktidar ve devletleşme temelindeki kurumlaşmaları sınırlamaktadır. Bu nedenle Türk egemen sınıfları ilk elden bu aşiret bağlardan kurtulmaya bakmıştır. Aşiretin ortakçı yaşam tarzını en büyük engel olarak görmüş ve bunu her yol ve yöntemle aşmayı hedeflemiştir.
Türk egemenleri aşiret reisliğinden iktidarcı kurumlaşmaya doğru evrilirken aşiretin geri kalan tüm varlığını serfleştirmeye, devletin kulu ve kendine itaat eden köleler haline getirmeye çalışmıştır. Egemen sınıf topluma bu temelde yabancılaştıkça daha fazla baskıcı olmaya başlamıştır. Çünkü toplum, bu tarzda bir ayrışma ve farklılaşmaya büyük bir direnç göstermiştir. Kendi toplumsal kültür ve yaşam tarzında ısrar etmiştir. Bir azınlığın çıkarına göre değil, kendi hayati çıkarlarına göre yaşamayı ve hareket etmeyi esas almıştır.
Toplumun yeni iktidar düzenine gelmemesi Türk egemenlerinde zoru devreye sokmuştur. Baskılarda sınır tanınmamıştır. Önlerine koydukları toplumsal mühendislik projesini hayata geçirmek için ne gerekiyorsa yapmayı göze almaktan çekinmemişlerdir. Buna her türlü katliam da dahildir. Türk egemenleri kadar kendi halkına karşı suç işlemiş ve katliama varan kırımlar yapmış başka bir rejimi tarihte bulmak zordur. Toplum eski düzeninde ısrar ettikçe egemenlerin saldırısına uğramıştır. İktidarını devşirme ordularla pekiştiren Türk egemenleri ayaklanmaları bastırma adı altında yapmadık katliam bırakmamıştır. İrili ufaklı yüzlerce haklı halk ayaklanması özünde eşitlikçi ve kendi yaşamında ısrar eden toplulukların iktidarlaşan, devletleşen egemen sınıfa karşı geliştirdikleri direnişler olmaktadır.
Halkını, kültürünü kendi iktidarına her zaman bir tehdit olarak gören Türk egemenleri kadar halkından nefret eden, ona karşı kin ve öfke duyan başka bir güç yoktur. En ufak bir hak talebini isyan olarak gören ve bu isyanların üzerine ordu gönderen, her muhalefeti kan ve katliamla bastıran Türk egemen sınıfı böyle kirli bir tarihe sahiptir. Halkını dağların doruklarına, bozkır ve steplere sürerek örgütlülüğünü dağıtmak istemiş ve böylece hakimiyetini sağlamaya çalışmıştır. Bu yaklaşım günümüze kadar özünden bir şey kaybetmeden devam etmiştir. Bu nedenle gerçek Türklüğün ifadesi olan Türkmen, Yörük, Tahtacı vb ayrıdır, devlet ve iktidara çöreklenen devşirme ve beyaz Türkçülük dediğimiz olgu ayrıdır.
Nizam’ül-Mülk Türk egemenlerini devlet ve siyaset konusunda eğitmiştir
Türk egemenleri bu şekilde toplumdan ayrışırken yöneldiği ikinci bir hedef olarak da özendikleri uygarlıkçı egemen sınıflar seviyesine çıkmak olmuştur. Bu ‘seviyeye çıkma’ sevdası Türk egemenlerinde hiç eksik olmamıştır. Hep daha güçlüye imrenme, onun gibi güçlü olma isteği, kompleksli bir ruh hali yaratmıştır. Küçüklük kompleksini güç ve iktidarla kapatmak için hep en güçlüyü taklit etme sevdasıyla yanıp tutuşmuştur. Son Türk devletinin en temel hedeflerinden birinin “muasır medeniyetler seviyesine çıkmak” olması bununla bağlantılıdır.
Türk egemenleri askeri olarak fethettiklerini iddia ettikleri toplum ve devletlerce kültürel, siyasi ve sosyal olarak fethedilmişlerdir. Kılıç zoruyla aldıkları iktidarı, yerini aldıkları güçlerin zihniyeti ile yönetmek zorunda kalmışlardır. Onların zihniyet ve tarzını devralarak devlet olmuşlardır. İsim ve bayraklar değişse de egemenlik anlayışı neredeyse olduğu gibi devam etmiştir. Selçuklular İran’ı işgal edip egemenlikleri altına aldıklarında yerleşik olan devlet kurumlaşması ve normlarını sürdürmek zorunda kalmışlardır. Kendilerine ait böyle bir devlet idare etme tecrübesi olmadığından, İran devletinin güçlü mirası ve birikiminin üzerine konmuş ve onu taklit ederek hayata geçirmişlerdir. Ünlü vezir-i azamları Nizam’ül-Mülk bir İranlı’dır. Yazdığı büyük eseri “Siyasetname” ile Türk egemen sınıfını, devleti nasıl yönetecekleri ve siyaset yapacakları konusunda eğitmiştir.
Osmanlı padişahları bütün çürümüşlüğüne rağmen Bizans’ı olduğu gibi taklit etmişlerdir
Aynı durum Bizans ile ilişkilerinde de geçerlidir. Bizans imparatorluğu Roma’nın devamı olarak bin yaşında bir devlettir. Devletçi uygarlığın bütün kirine pasına bulaşmıştır. Her türlü hile, saray oyunları, komplo ve iktidar darbeleri ile tanışmıştır. Devletin her aşamasında yozlaşma yaşanmıştır. İstanbul’un işgali böyle bir zamanda gerçekleşmiştir. Çürümüş olan Bizans’ın yeni yetme ve diri Osmanlı karşısında ayakta kalması zordur. Bu nedenle fazla bir direniş gösterilmez. Hatta bazı iddialara göre bir anlaşmayla şehrin kapısı teslim edilmiştir. Osmanlı padişahları bütün çürümüşlüğüne rağmen Bizans’ı olduğu gibi taklit etmekten geri durmamışlardır. Aynı entrika, komplo, hile ve darbeler Osmanlı sarayına taşınmıştır. Selçuklu ve Osmanlı devlet geleneği, siyaset ve yönetim tarzlarıyla İranlı ve Bizanslı olduğu kadar Türk değildir.
Bunun en temel nedenlerinden biri kendine güvensizlik ve toplumsal aidiyet bağını kopardıktan sonra içine düşülen boşluktur. Bu boşluk ancak daha güçlüyü taklit etmeyle doldurulmaya çalışılmıştır. Önce bu güçlere yaklaşmış, hizmetine girmiş, paralı askeri, komutanı olmuştur. Ne zamanki ondan güç devşirip palazlanınca hemen yerine geçmiştir. Güç ve iktidar olmanın yolu kılıç zorundan geçtiğini bildiğinden askeri örgütlemeye büyük ağırlık vermiştir. Kılıç zoru içte de, dışa karşı da onu ayakta tutan esas güç olmuştur. Devlet-ordu birliği, “her Türk asker doğar” söylemi bu durumla bağlantılıdır. Aslında her Türk’ü asker ve devletin kapı kulu olarak yetiştirmek Türk halkının değil, egemen sınıfın amacıdır. Özgür toplumsallığından koparılan her Türk, iktidarın kölesi haline getirilmek istenmiş, buna diğer halklardan devşirilenler de eklenmiştir. Bu ideolojik, zihinsel inşa, dinci ve milliyetçi argümanlarla halka da mal edilmeye çalışılmıştır. Bu konuda önemli bir mesafe alındığını da söylemek mümkündür.
Türk egemenleri için iktidardan, devletten daha değerli, önemli ve kutsal bir değer yoktur. Bunun için yapmayacağı bir kıyım, kötülük ve başvurmayacağı yol, yöntem yoktur. Babasını, kardeşini, oğlunu da öldürür, halkları katliamdan da geçirir. İktidar için babasını, oğlunu öldürecek kadar ahlaktan ve toplumsal değerlerden kopan bir zihniyet ne yapmaz ki!
Bunlar için iki düşman vardır. Biri başta kendi halkları olmak üzere, üzerinde egemenlik kurdukları toplum, diğeri de yerini almak istedikleri dıştaki iktidar güçleridir. Topluma karşı başvurduğu temel yöntem zor olmaktadır. Karşısındaki iktidar, güç getireceğine inandığı bir devlet ise zorla ezmekten asla vazgeçmez. Ancak karşısındaki iktidar güçlü ise huyuna suyuna gitmekten, rengine bürünmekten, yaltaklanmaktan tutalım, ideolojisine girme, askeri olmaya kadar bukalemun gibi içine girmeyeceği bir kılıf kalmamaktadır.
Türk egemenlerinin İslam uygarlığıyla karşılaştıklarında yaptıkları da bu olmuştur. İslam halifeliği dönemin hegemonik gücüdür. Onu cepheden karşılamaları ve yerini almaları mümkün değildir. İçine girerek, hizmetine koşarak işe başlarlar. Hemen İslam’ı kabul ederler. Halifenin asker ve komutanları olarak kraldan daha fazla kralcı kesilirler. İslam’ı ideolojik olarak benimsemeleri hiç önemli değildir. Onlar için İslam’ı kabul etmek iktidara, işgal ve yayılmaya giden bu yolda bir araçtır. Bunların kıblesi, dini imanı saltanattır, gerisi teferruattır. Çıkarlarının nereden geçtiğini çok iyi bilirler. Oldukça ilkesiz ve pragmatisttirler.
İslam’ın özünü, anlamını bilmeden ve bunu önemsemeden kabul ettikten sonra yüzyıllar boyunca bundan faydalanarak güç ve iktidar olmuşlardır. İslam’ın en vurucu ve yayılmacı gücü olarak bölge halklarına kök söktürmüşlerdir. Ne zaman ki, İslamiyet hegemonik gücünü yitirip yerini kapitalist moderniteye bıraktı, bunlar da elbise değiştirir gibi İslam’ı bir tarafa bırakarak ulus devlet ve milliyetçilik temelinde Avrupa uluslarını taklit etmeye başlamışlardır. Yüz yıllarca İslam’ın akıncılığını yapanlar bu kez kapitalist emperyalist güçlerin jandarmalığını yapmaya soyunmuşlardır. Sosyalizme, halk devrimlerine karşı emperyalist güçlerin ileri bir karakolu haline gelmişlerdir. NATO ve emperyalizm adına Korelerde, Afganistanlarda halkın çocuklarını savaşa sürmekten geri durmamışlardır.
Orhan Kendal/Serxwebun