HABER MERKEZİ
Türkiye’de kadın cinayetleri her gün sayısı daha da artarak devam ediyor. Öyle ki, basın-yayın organlarında neredeyse böyle bir haberin geçmediği gün bulunmuyor. Ancak buna karşı önleyici tedbirlerin alınması söz konusu olmuyor. Aksine kadın cinayetlerine karşı direnen kadınlara devletin polisi tarafından uygulanan şiddet, işkence ve baskılarla kadın cinayetleri teşvik ediliyor. Egemen yandaş medya tarafından yürütülen algı operasyonlarıyla işlenen kadın cinayetleri, asıl muhtevasının dışına çıkarılarak magazinleştiriliyor. Bu yönüyle de Türkiye’de tam bir elbirliği ile egemen, iktidar güçleri ve etrafında kümelenmiş olan çıkar çevreleri tarafından kadın cinayetleri hâkim bir politika haline getirilmiş bulunuyor.
Türkiye’de işlenen kadın cinayetlerinin yeni olmadığı biliniyor. TC’nin bir devlet olarak yapılandırıldığı yıllara kadarki süre içerisinde de işlenen kadın cinayetleri söz konusu olmuştur. Hatta TC’nin selefi olan Osmanlı döneminde de çeşitli gerekçe ve isimlendirmeler altında oldukça fazla kadın cinayetleri işlenmiştir. Fakat önceki cinayetlerle ortak/benzer yanları olmakla birlikte, bugün Türkiye’de AKP-MHP faşist diktatörlüğü tarafından işlenen kadın cinayetlerini önceki yıllardan ayırmak gerekmektedir.
12 Eylül 1980 askeri faşist cuntasının güncellenmesi olan AKP ile başlayan ve AKP-MHP ortaklığına dönüşen dönemde Türkiye’de tam bir kadın kırımı politikası uygulamaya konulmuş bulunmaktadır. Bu dönemde kadını her yönüyle “metaların kraliçesi” haline getirme politikası uygulanır bir hale getirilmiştir. Bununla kadının her yönüyle kapitalist pazarın bir parçası haline getirilmesi hedeflenmiştir. “Dincilik”, “muhafazakârlık” vb. gibi demagojik söylemlerin kullanılmasından geri kalınmadığı bu politika ile Türkiye’de toplum AKP’nin arkasında hizaya geçer bir hale getirilmeye çalışılmıştır. Bunun için özel-psikolojik savaş kapsamında politikalar belirlenerek devreye konulmuştur. Bugün Türkiye’de kadın cinayetlerinde yaşanan artışı da bu gerçeklikten ayrı olarak düşünmek mümkün değildir.
“Önce kadını vurun” demişlerdir. Bu öylesine söylenen bir söz değildir. Çünkü özel-psikolojik savaşın öncelikli hedefi haline getirilen kadınlar, aynı zamanda özel-psikolojik savaşa karşı direnişe öncülük edecek olanlardır. “Önce kadını vurun” sözünün asıl anlamını bu gerçeklik oluşturmaktadır. Böylece kadını vurarak, toplumun öncüsüz bırakılması hedeflenmektedir. Onun içindir ki, kadının vurulması sadece onun fiziki olarak katledilmesinden öte bir anlam ifade etmektedir. Asıl olarak her yönüyle kadının öldürülmesi ile insanın toplum olarak varlığına son verilmek istenilmektedir. Kadının “metaların kraliçesi” haline getirilmeye çalışılmasının anlamı da bundan başkası değildir.
Kadın toplumsallaşmanın öncüsüdür. Toplum ise, insanın var olma gerçekliğidir. Hakikat böyle olunca da, kadın öldürüldüğünde orada asıl olarak öldürülen toplumun kendisi olmaktadır. Günümüzde kapitalist modernite ve onun en dibe vurmuş hali olan AKP-MHP faşist diktatörlüğü de böyle bir hedefe ulaşmak istemektedir.
AKP-MHP faşist diktatörlüğü her gün kadınları öldürüyor. Ancak bu cinayetler karşısında toplumun büyük çoğunluğu adeta izler bir pozisyonda bulunuyor. Nerdeyse duyarlı, devrimci, demokrat vb. kesimler dışında işlenen bu cinayetlere karşı ses çıkaranlara fazlasıyla rastlanmıyor. AKP-MHP faşist diktatörlüğü de bundan güç ve cesaret alıyor. Meydanlara çıkan kadınlara polislerini saldırtıyor. İşkence yapıyor, şiddet ve baskı uyguluyor, tehdit ediyor, kollarına kelepçe takıp zindanlara alıyor. Tüm bunları dünya âlemin gözleri önünde yapıyor. Buradan yola çıkarak da öldürdüğü her kadın şahsında toplumu daha fazla bitirdiğini düşünüyor.
AKP-MHP faşist diktatörlüğü, işlediği her kadın cinayetiyle, aslında kendini bitirmiş oluyor. İşlenen bu kadın cinayetleri karşısında biriken öfke ve kinin kendini altında alarak boğacak olan dalganın şiddetini ve büyüklüğünü göremiyor. Zaten bu gerçekliği görmesinin de hiçbir olanağı bulunmuyor. Asıl olarak ta onun “doğası” bu gerçekliği görmesini engelliyor.
Faşist diktatörlüklerin birer “toplum mühendisliği” olarak toplumun başına bela haline getirildikleri hemen hemen düşünen, sorgulayan beyinler tarafından ortak bir sonuç olarak kabul ediliyor. İttihat Terakki’den bu yana gerek Türkiye’de gerekse de dünyanın muhtelif ülkelerinde görülmüş, iktidar haline getirilmiş olan faşist diktatörlüklerin oluşum süreçleri de böyle bir gerçekliği doğrulamış bulunuyor. O nedenledir ki, faşist diktatörlükler egemen iktidar güçleri tarafından topluma dışardan dayatılarak, kabul ettirilmek istenilen toplum dışılık olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor.
Kapitalist modernite ve onun en ucube hali olan faşist diktatörlüklerin öncelikle kadını hedefliyor olmaları da böyle bir gerçeklik içerisinde yerini alıyor. Dikkat edilirse AKP-MHP faşist diktatörlüğü sadece kadını katletmekle, polisini, hakim, savcılarını, gardiyanlarını ve sözde basın-yayın organlarını kadına saldırtmakla kalmıyor, aynı zamanda kadının özgürlük düşüncesini ve onu temsil eden şahsiyetlerine, kurum ve kuruluşlarına, örgütlerine de saldırıyor. Böylelikle kadına karşı topyekun bir saldırıya geçmiş bulunuyor. Türkiye’de kadın cinayetlerinin giderek daha fazla tırmandırıldığı bir süreçte Özgür Kadın Hareketine yönelik başlatılan saldırılar ve zindanlara almalar da böyle bir gerçeklik içerisinde anlam kazanıyor. Onun içindir ki, son günlerde yüzlerce özgür kadın düşüncesini savunan kadının zindanlara alınmış olması bir tesadüf olmaktan öte bir anlam ifade ediyor.
Son günlerde Türkiye’de artan kadın cinayetlerini, kadına karşı uygulanan şiddeti, saldırıları böyle bir gerçeklik ve bütünlük içerisinde bir kadın kırımı olarak ele almak gerekiyor.
Cemal ŞERİK
Kaynak: Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi