HABER MERKEZİ
Siyasal bir olgu olmasına rağmen belki de en fazla kutsallaştırılan, dokunulmaz kılınan, toplumsal varoluşun tek ve değişmez yolu olarak işaret edilen kavramların başında milliyetçilik gelir. Nasıl ki kutsal kitaplar yaratılışın hikayelerini anlatır ve başka bir varoluş imkânı bırakmıyorlarsa, milliyetçilik de halkların, ulusların varoluş tarihini ve bunun nasıl sürdürülebileceğini anlatır ve bunun dışına çıkanlar da günah işlemişçesine cezalandırılır. İnanç dünyasında küfre girmenin cezası dinden çıkmak ve cehenneme mahkûm olmak iken, devlet dünyasında vatan haini olmanın cezası da idama kadar gider.
Milliyetçiliğe bu kutsallığın yüklenmesi kuşkusuz kendiliğinden gelişmemiştir. Tarihsel kaynaklarını Tevrat’ın seçilmiş halk ifadesine kadar götürebileceğimiz bu olgu, kapitalist modernitenin inşa sürecinin adeta temel harcıdır. Bir siyasal harç gibi görünse de özünde metafizik bir harçtır. Bu anlamda milliyetçilik, modernitenin inanç kalıbıdır ve görevi ulusu devletleştirmektir. Bunun gerçekleşebilmesi için de temel inşa yöntemi ulusu oluşturan her faktörü kutsamaktır. Böylece din, kültür-sanat, savaş gibi tüm olgular ulusallaştırılır, toplum bunun içerisinde eritilir. Tüm bu süreç ulusal ruhu açığa çıkartırken bu ruhun siyasi kavramsallaştırması da milliyetçilik olur.
Biraz yakından bakıldığında ve sonuçları incelendiğinde milliyetçiliğin, uluslarda yarattığı en büyük yanılgının şu olduğu görülür; en fazla kendine ait hissettiğin ve mülkleştirdiğin şey aslında en fazla senden alınan şeydir. Kapitalizmin sihri burada yatar. Milliyetçilikle her şeyin sana ait olduğu duygusunu yaşatır ama özünde sana ait bir şey kalmamış, ulusal pazarda toplanan tüm değerler kapitalizmin değirmenine akıtılmıştır.
Bu cendereye alınmayan neredeyse hiçbir toplumsal kültür, halk ve ulus bırakılmamışken milliyetçiliğin belki de en fazla kafese aldığı ve boğduğu halkların başında Türkler gelmektedir. Hem tarihsel olarak hem güncel olarak öyle bir Türklük hikayesi anlatılır ki, sanki ezelden ebede giden kutsal bir varlık derecesine yükseltilir. Güncel olarak AKP-MHP faşizminin Türkiye’de yarattığı ve günlük olarak ürettiği milliyetçilik Kuran ayetlerinden daha fazla kutsanırken, her gün bu ‘kutsal su’ ile toplum vaftiz edilmektedir. Herkes Türk milliyetçisi, herkes devlet, herkes ordu!
Oysa milliyetçilik toplumsal kültürü en fazla parçalayan bir olgudur. Tarihsel olarak Türk halkı açısından da bu gerçeklik geçerlidir. Binlerce yıllık Türkmen kültürü özünde bozkır yaşamına dayalı, demokratik ve komünal özelliklerin de olduğu bir gelenektir. İktidarlaşan Türklüğe karşı da Türkmenlik Tarihi bir direniş tarihidir. Hem Anadolu Selçuklularının kuruluş sürecinde hem de Osmanlı döneminde merkezileşen ve toplumu tahakküm altına almaya çalışan beyliklere, devlete karşı büyük toplumsal direnişler hem de yüz yıllar boyu gelişmiştir. Dadaloğlu, Köroğlu gibi Türkmen halk ozanları, bu direnişleri anlatan birçok türkü bestelemişlerdir. Osmanlı için Türkmen, Edrak be İdrak’tır yani Osmanlı için Türk ya da Türkmen anlamayandır, haşa insan yerine konulmayandır. Bundandır ki, tarih boyunca bu iktidar güçleri kendi saraylarında ısrarla Türkçe’nin dışında her dili kullanmayı kendilerine marifet bilmişlerdir. Bir Mevlana’nın yazılarını Farsça yazması ya da Osmanlı Sarayındaki Padişah eşlerinin Türklerin dışında Avrupa elit kesimlerinde olması ya da vezirlerinin hep bir şekilde Hıristiyan halklardan seçilmesi başka neyle izah edile bilir ki? Dahası, tam 500 yıl boyunca Türkmen Aşiret boylarına karşı Osmanlının sürekli ve en acımasız bir şekildeki saldırı ve katletmelerinin başka izahı olabilir mi?
Evet, Türk üst sınıfının iktidarlaşması süreci boyunca bu toplumsal gelenek parçalanırken en büyük dağılmayı ise Osmanlı’nın dağılış ve T.C.nin kuruluş sürecinde yaşamıştır. İttihat ve Terakki öncülüğünde oluşturulan Türkçülüğün hiçbir sosyolojik gerçeği olmadığı için Önder Apo bu süreci yapay ve Beyaz Türkçülüğün oluşturulması süreci olarak değerlendirir. Türk milliyetçiliğinin ideologlarının çoğunun da Türklükle alakası olmaması, başka halklardan devşirmeler olduğu bu gerçekliği ispatlayan en temel gerçekliklerdendir.
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde Türk halkına da adeta bu ‘Türklük Sözleşmesi’ imzalatılmış, bu sözleşme Ermeni, Rum, Kürt halkları başta olmak üzere halklara soykırımla dayatılmış, Türk halkının büyük bir bölümü ise iktidar kültürü içerisinde eritilerek günümüze kadar gelinmiştir. Kuşkusuz milliyetçiliğe direnen Türkiye devrimcileri de geniş kitleleri sosyalizm ve demokrasi mücadelesinde birleştirmiş, milliyetçiliğin karşı kutbunu oluşturmuşlardır.
Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra Türkçülüğün dincilikle birleştirilmesi ile faşizm daha da derinleştirilerek AKP-MHP iktidarında tüm topluma açıktan dayatılmıştır. Hitler örneğinde olduğu gibi faşizmin toplumsallaştırılması, toplumun devletleştirilmesine dönük çok özel politikalar uygulanmıştır. Türklüğün milliyetçilikle en fazla özdeş kılındığı süreç belki de AKP-MHP faşist rejiminin iktidar sürecidir. Kültürden spora, ekonomiden politikaya kadar tüm alanlar günlük olarak bu propagandayla doldurulmakta, aykırı hiçbir sese ise izin verilmemektedir.
Türk halkının, kendi toplumsallığını dağıtan ve kimliğini parçalayan bu sözleşmeyi yırtıp atması gerekmektedir. Kendisini de tutsak alan milliyetçilik kafesini parçalayıp dağıtması gerekiyor. Bunun zamanı gelip de geçiyor. Bu açıdan, “Türkler milliyetçi ve ırkçı olmak zorunda mıdır” sorusu milliyetçiliği sorgulatacak ve dağıtabilecek bir koçbaşı sorusudur. Bu soru cesaretle sorulur ve cevabı da yüksek sesle dillendirilirse, AKP-MHP faşist korosunun sesi yerine Dadaloğlu ve Karacaoğlanların direniş türkülerini yeniden duyabiliriz ki, bu sesin ise özü itibariyle hep halkın en kucaklayıcı, kardeşleştirici ve hoşgörü kültürüyle bezenmiş öz ve öz Orta Asya’da kalan Türk kültürün tam da kendisi olduğu açık değil midir?
Ne var ki, Müslümanlıkla hiç alakası olmayan dincilik sosuna bandırılmış milliyetçilik dedikleri illetle, sahte ve sonraları özenle suni bir şekilde yaratılmaya çalışılan Yeşil-Kara-Kırmızı faşist Türkçülükle, dile getirmeye çalıştığımız öz Türkmen kültürünün içi boşaltılarak, hoşgörü kültürünü sürekli bir karakter olarak kendisiyle birlikte taşıyan bu kardeşleştirici yönü öteleyerek, sanki her Türk milliyetçi, ırkçı olmak zorundaymış gibisine dayatmalara karşı, yeniden Yunus Emre, Dadaloğlu, Köroğlu ve Karacaoğlan kültürünün, ”Ferman padişahınsa Dağlar bizimdir” direnişçi kültürüyle her türlü egemen ve baskıcı kültüre karşı durarak halkların hoşgörü kültürüne birleşme ve sarılma zamanı…
Kasım ENGİN
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi