HABER MERKEZİ –
Rojava devrimcileri ve Kuzey ve Doğu Suriye halkları demokratik sistemlerini korumada kararlıdırlar
Kürtler herhangi bir siyasi gücün karşısında yer almadan kendi demokratik siyasal yapılanmalarının, özerk yapılanmalarının kabul edilmesini istemektedirler ve bunun mücadelesini vermektedirler. Bu açıdan Rusya ve Rejimle de bir ilişkileri bulunmaktadır. Demokratik bir anayasa çerçevesinde Suriye’nin demokratikleşmesini ve bu temelde Kürtlerin özerkliğinin kabul edilmesini istemektedirler. Kürtlerin Suriye’ye karşı bir savaş açma, bir karşıtlık durumuna düşme yaklaşımları yoktur. Ama mevcut demokratik olmayan Suriye’yi kabul etmeleri de söz konusu değildir. Bu açıdan Kürtlerle, Kuzey ve Doğu Suriye halklarıyla, mevcut Suriye rejimi ve Rusya’yla aralarındaki ilişkiler ve çelişkiler de çok karmaşık durumdadır. Bu açıdan düz yaklaşımlar, politikalar yerine, esnek ve böyle karmaşık süreci iyi yönetecek, idare edecek, hem bir politik yaklaşım, diplomatik ilişki hem de keskin biçimde süren Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında Kürtlerin kendi konumlarını, kazanımlarını, statülerini koruyacak ve kabul ettirecek biçimde bir örgütlü siyasi, askeri güce ulaşmaları ve kazanımlarını geriletecek, ortadan kaldıracak her türlü dayatmaya karşı da kesinlikle mücadele edecekleri, mücadeleyle kazanımlarını koruyacakları bir duruş içinde olmaları gerekmektedir. Zaten şu anda Rojava’da, Kuzey ve Doğu Suriye’de halkların hem Türkiye’nin dayatmalarına hem Rusya ve Rejimin olumsuz politikalarına karşı bir duruşları ve mücadeleleri vardır. Yine Türkiye’nin NATO üyeliğini kullanarak ABD üzerinde baskı kurup Rojava Devrimi’ni tasfiye etme, Kuzey ve Doğu Suriye halklarının demokratik sistemini ortadan kaldırma biçimindeki çabalarına ve dayatmalarına da karşı durmaktadırlar. Rojava devrimcileri ve Kuzey ve Doğu Suriye halkları demokratik sistemlerini korumada kararlıdırlar. Demokratik sistemlerini ortadan kaldıracak herhangi bir dayatmayı kabul etmeyeceklerdir. Türkiye’nin ABD üzerinden Rojava Devrimi’ni tasfiye etme politikalarına kesinlikle Rojava devrimcileri de Kuzey ve Doğu Suriye halkları da direneceklerdir.
Suriye’de tek işgalci güç Türkiye’dir
Suriye’deki en kritik yerlerden biri ise Fırat’ın batısının işgal altında olmasıdır. Şu anda Suriye’de tek işgalci güç Türkiye’dir. Rusya’nın da, İran’ın da, ABD’nin de etkisi vardır ama hiçbir güç mevcut durumda işgalci konumda değildir. Tek işgalci güç Türkiye’dir. Türkiye bu işgalini sürdürerek yeni Suriye’nin şekillenmesinde etkili olmak istemektedir. Bu konuda da desteği ABD ve Avrupa’dan veya NATO’dan almaktadır. Bu açıkça ortaya çıkmıştır. Bu açıdan Fırat’ın batısında Türkiye’yle Suriye arasındaki mücadeleyi sadece Türkiye’yle Suriye ya da Rusya arasındaki mücadele olarak görmemek gerekiyor. Türkiye’nin arkasında ABD ve Avrupa vardır. Bu netleşmiştir. Suriye’deki savaşın daha süreceğinin, çok karmaşık politikalar yürütüleceğinin görülmesi gerekmektedir. Bu açıdan süreçlerin çok dikkatli takip edilmesi gerekmektedir. Şu anda İdlib’te Rusya ve Suriye’yle Türkiye karşı karşıya gelmiştir. Türkiye, Rusya ve Suriye’yle ilişkilerinde sürekli Kuzey ve Doğu Suriye ve Rojava Kürtleri üzerinden pazarlık yapmaktadır. Türkiye’nin bir derdi, Suriye üzerinde siyasi olarak etkin olmak iken esas derdi ve amacı ise, Kürtlerin Kuzey ve Doğu Suriye’de ve Suriye genelinde siyasi bir etkilerinin olmaması, bir statüye kavuşmamalarıdır. Bu açıdan Kürtler, kendilerinin sürekli pazarlık konusu yapılacağını görmelidirler.
ABD ve Türkiye ilişkilerinde de her zaman pazarlık konusu olan, Kürtlerin durumudur. Türkiye’nin Kürt soykırımcısı olması, Kürtlerin kazanımlarına tahammülü olmaması, tüm ilişki ve ittifaklarında Kürtleri hep pazarlık konumu haline getirmektedir. Bu açıdan ABD’nin de Türkiye’ye karşı Kürt kozunu kullandığı görülmektedir. Öte yandan herkes de, hem Rusya ve Suriye hem de ABD, Türkiye’yi Kürtlere karşı bir şantaj aracı olarak kullanmaktadır. Bu gerçekler bilinerek Suriye’de dikkatli politika yürütülmesi, çok duyarlı bir politik yaklaşım içinde olunması, her türlü oyunlara ve saldırılara karşı da ayakta duracak bir direniş iradesinin mutlaka gösterilmesi gerekmektedir. Fırat’ın doğusunda askeri ve siyasi mücadele var olduğu gibi, aslında Fırat’ın batısında da askeri ve siyasi mücadele daha da yoğunlaşarak sürecektir. Zaten sadece Suriye ve Rusya değil, Efrîn’in işgal altında olması Kürtlerin de Türk devletine karşı bir mücadele içinde olmasını beraberinde getirmektedir. Bu durum objektif olarak Efrîn’deki, Şehba’daki ve Halep’teki Kürtlerle Suriye rejimi ve Rusya arasında doğal bir müttefiklik durumu ortaya çıkarmaktadır. Bu da Kürtlerin bu alanda Türkiye ve arkasındaki güçlere karşı mücadelesi anlamına gelmektedir.
İran üzerindeki mücadeleyi sadece ABD’nin İran’la mücadelesi olarak görmemek gerekiyor. İran-Rusya ittifakı vardır. Buna Suriye ve Irak içinde İran’a bağlı güçler de dahildir. İran üzerindeki mücadeleyi böyle kapsamlı ve karmaşık bir mücadelenin parçası olarak görmek gerekiyor. Bu yönüyle de İran’a yönelik baskıların, politikaların doğrudan bir savaş ve askeri müdahale biçimine dönüşme olasılığı çok zayıftır. Lokal bazı eylemler olabilir, bazı çatışmalar olabilir, bazı güçlerle İran arasında çatışma çıkabilir. Ama bunlar çok kapsamlı askeri müdahale biçiminde değil de İran’ı çok yönlü sıkıştırmanın enstrümanları biçiminde kullanılır. Bu yönüyle İran’a yönelik politika belirlerken, İran’daki gelişmelerin ne olacağını düşünürken İran’a bir askeri müdahale olacak biçiminde bir beklenti içinde olmamak gerekir. İran’ın çeşitli biçimlerde baskı altına alınacağını düşünmek, İran’a yönelik politikalar belirlerken bu gerçeği bilerek hareket etmek çok çok önemli olmaktadır.
Şu bir gerçektir: DAİŞ gibi örgütleri, eğilimleri tümden etkisizleştirmek mümkün değildir. DAİŞ bir dönem Irak El Kaide’si gibiydi. Sonra farklı bir örgütlenme ve hedefe yöneldi. Şimdi geriletilmiş durumdadır. Ancak bundan sonra farklı biçimde kullanılacaktır. DAİŞ’i Suriye’nin güneydoğusundan tümden söküp atmak mümkün değildir. Irak’ta da böyle bir eğilim vardır, Suriye’nin güneydoğusu ve sınır olan Irak bölgelerinde de DAİŞ eğilimini tümden etkisizleştirmek mümkün değildir. Bunları Suudi Arabistan gibi çeşitli güçlerin Şiilere karşı dengeleme, onları uğraştırma biçiminde kullanılan enstrümanı olarak görmek gerekiyor. DAİŞ güçlü olduğu zaman tehlikeli görülürken, geriletilip bu güçler için tehlike olmaktan çıktığında ise bu defa DAİŞ’i farklı biçimde kullanma durumları ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan, Suudilerin mevcut durumda DAİŞ’i Irak’ta Şiilere karşı kullanma, Suriye’de mevcut Esad sistemini dengeleyen bir eğilim olarak kullanma durumunu göz ardı etmemek gerekir. Nitekim bunun belirtileri, emareleri bulunmaktadır. Bu durumu sadece örgütler açısından değil, kimi devletler açısından da görmek gerekmektedir. Dün karşı karşıya gelen çeşitli devletlerin askeri ve siyasi güç dengeleri değiştikçe bu defa farklı ilişki ve konumlara gelme olasılığını görmek gerekiyor. Türkiye DAİŞ’le sıkı ilişki içinde olup Suriye’de kendini etkili kılmak isterken tümden Arap ülkeleriyle karşı karşıyaydı. Eğer Suriye üzerindeki etkinliğinden vazgeçerse bu defa tekrar Suudi Arabistan ve çeşitli güçlerle birlikte İran’a karşı kullanılmak istenen bir güç olarak ilişkiler yeniden gelişebilir. Bu açıdan, Ortadoğu’da siyasal ilişkilerin ve gelişmelerin karmaşıklığını görmek, takip etmek, buna göre politik tutumlar ve tedbirler almak önemli olmaktadır.
20. yüzyıldaki düzen Kürt soykırımına dayalı kurulmuştur
Türk devletinin Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşı içine balıklama girmesinin en temel nedeni Üçüncü Dünya Savaşı koşullarından yararlanarak Kürtleri soykırıma uğratma amacıdır. Her tarafın yakılıp yıkıldığı, on binlerce insanın öldürüldüğü, yüzbinlerce insanın yerinden yurdundan edildiği bir dönemde Türk devleti de bu savaştan yararlanıp hem Kuzey ve Doğu Suriye’deki Kürtlerin statü, kazanım elde etmesini engellemek hem de Türkiye sınırları içindeki Kürtleri halletmek istemektedir. Nasıl ki Birinci Dünya Savaşı koşullarında Ermenileri, Asuri-Süryanileri soykırıma uğratmışsa Üçüncü Dünya Savaşı’nda da Kürtleri soykırıma uğratmayı hedeflemektedir. Türk devletinin bu gerçeğinin bilinmesi gerekmektedir. 20. yüzyıldaki düzen Kürtlerin soykırıma uğratılması üzerine kurulmuştur. Kürdistan dört parçaya bölünmüş ve bu dört parçadaki söz konusu devletlerin Kürtler üzerinde soykırım politikası yürütmesine izin verilmişti. Lozan anlaşması tamamen Kürt soykırımına dayalı bir anlaşmaydı. Türkiye Mûsîl’dan, Kerkûk’ten, Suriye’nin Kuzey’inden vazgeçecek ama bunun karşılığında da İngiltere ve Fransa Türk devletinin Kürt soykırımına göz yumacaktı. Lozan Anlaşması’nı bu çerçevede ele almak gerekmektedir. Şimdi Türk devleti Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dengelerin yıkıldığını görüyor. Üçüncü Dünya Savaşı’nın gerçekleştiğini görüyor. Bunun merkezi de Ortadoğu’dur. Ortadoğu’nun merkezinde de Kürtler var. Kürtler eski dengeler yıkılırken yeni dengelerin oluşum mücadelesinde yer almak ve statü kazanmak istiyorlar. Türk devleti eski dengeler yıkılırken Kürtlerin yeni dengelerden yararlanıp statüye kavuşmaması için tamamen tüm politikalarını Kürt soykırımına, Kürtlere yönelik saldırıya endekslemiş durumdadır. Şu anda Türk devletinin tüm politikaları Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında Kürtlerin kazanım elde etmesini engellemek, 20. yüzyıldaki soykırım sistemini sürdürerek Kürtleri ortadan kaldırmak üzerinedir. Bu açıdan şu anda tüm devletlere 20. yüzyıl düzenini dayatmaktadır. Hatta bundan öte, Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlının elinden çıkan, Türkiye’nin Kürt soykırımını sürdürmek için vazgeçtiği Mûsil ve Kerkûk’ü yeniden ele geçirip Türk uluslaşmasını buraya da yaymak istemektedirler. Misak-ı Milli 1919’da kabul edilirken Kürtlerle Türklerin ortak vatanı olarak ele alınmıştı. Ama şimdi Türkiye, Mûsil ve Kerkûk üzerinde egemen olmak isterken 1919’daki Misak-ı Milli gibi, Kürtlerle Türklerin ortak vatanı biçiminde ele almıyor. Buraları da kontrol ederek buralardaki Kürtleri tümden Türk uluslaşması içinde eritmek istiyor, böyle bir politikası var.
Şu anda kapitalist modernist güçler 20. yüzyıl başındaki gibi Kürt soykırımı konusunda Türkiye’ye tümden destek veren bir yaklaşım içinde değiller. Daha doğrusu Kürtler yürüttükleri özgürlük mücadelesiyle, elde ettikleri kazanımlarla ve ortaya çıkardıkları askeri ve siyasi güçleriyle kapitalist modernist güçlerin Kürtleri dikkate almasını sağlayan bir durum ortaya çıkarmışlardır. Kapitalist modernist güçlerin zihniyetinde bir değişme olmamıştır ama Kürtlerin askeri ve siyasi güç olmaları nedeniyle, kapitalist modernist güçler Türkiye’ye eskisi gibi destek verme yerine Kürtlerle Türkleri uzlaştırıp Kürtlere sınırlı bazı haklar tanımayı kendi çıkarlarına görmektedirler. Ancak esas olarak Türkiye’yi müttefiklik içinde tutarak Türkiye ve bazı işbirlikçi Kürtler üzerinden Ortadoğu politikalarında etkili olmak istiyorlar. Türk devletinin Kürt politikaları konusunda Türkiye’ye açık bir tutum koyma yok. Sadece belli düzeyde Türk devletinin politikasını yumuşatmaya ve belli Kürt işbirlikçileriyle ortak hareket etmesini sağlamaya çalışıyorlar. Türklere, ‘tamam Bakur’da da, Kürdistan’ın önemli bölümünde de soykırım politikası yürütebilirsin, hâkim olabilirsin, Suriye’de de Kürtleri sınırlama politikalarına destek veririz, Irak’ta da Kürtlerin seninle ilişki içinde olmasını sağlarız ama bunun karşısında belli işbirlikçi Kürtlerle ortak hareket et’, biçiminde bir yaklaşım içindedir. Aslında, Kürtlerin yüzde 70’ini feda edip yüzde 30’uyla işbirlikçi bir ilişki kurmasını sağlatmaya çalışıyorlar. Kürtlerin tümden soykırıma uğratılmasını değil ama yüzde 70’inin Kürtlükten uzaklaştırılıp buralarda Türk uluslaşmasının gerçekleşebilmesini, kalan yüzde 30’luk Kürtlerle de işbirlikçilik çerçevesinde ilişki içinde olmasını istemektedirler. Gerçekten de uluslararası güçlerin bu çıkarcı politikaları çok tehlikelidir. Türk devletinin soykırım politikalarının farklı bir versiyonu olmaktadır.
Türkiye’nin bir jeopolitik konumu var; bunu inkar etmemek, görmezlikten gelmemek gerekiyor. Özellikle hâkim bir devlet olarak böyle bir konumdadır. Kürdistan üzerindeki askeri ve siyasi hâkimiyeti de düşünüldüğünde kontrol ettiği alan Ortadoğu’da yürütülen siyasi askeri mücadele açısından önemli olmaktadır. Türk devleti de bu durumdan yararlanarak Kürtleri soykırıma uğratmak istemektedir. Türk devleti aslında 150 yıldır Ortadoğu üzerinde süren mücadeleden ve çelişkilerden yararlanarak kendini ayakta tutmuştur. Eğer Ortadoğu’da İngiltere, Fransa ve Rusya’nın, Almanya’nın kendi aralarında mücadelesi olmasaydı, jeopolitik konumu önemli görülmeseydi Türk devletinin şu andaki siyasi varlığı çok sınırlı hale gelirdi. Hatta çok küçük bir devlet konumuna düşerdi. Kürtler üzerinde de soykırım politikası yürütemezdi. Ama çelişkilerden yararlanarak varlığını sürdürmektedir. Osmanlı ve ardından Türk devletinin 1850’lerden bugüne kadar varlığını sürdürmesinin en temel etkeni Ortadoğu’da süren mücadeleden ve çelişkiden yararlanmasıdır. Bunu artık Türkiye bir politik tarz haline getirmiştir. Türkiye’nin Ortadoğu’daki politikası nedir diye sorulursa; uluslararası güçler ve bölgesel güçler arasındaki çelişkilerden yararlanıp kendini ayakta tutma ve bu temelde Kürtleri ve diğer halkları soykırıma uğratma politikasıdır, biçiminde değerlendirme yapmak yanlış olmayacaktır.