HABER MERKEZİ
1990’lı yıllardı. Savaş giderek şiddetlenmişti. Öyle ki ülkenin her yanını kasıp kavuruyordu. Düşman güçleri gerillaya alabildiğine yükleniyordu. Ülkede savaşın olmadığı, savaşın hükmünü sürmediği, yakıp yıkmadığı tek bir yer kalmamış gibiydi. Yaptıkları yetmiyormuş gibi Türk devleti Güneyli güçleri de (KDP ve YNK) kendi yanında bizimle sürdürdüğü kuralsız, hiçbir ilkesi olmayan bu savaşa katmıştı.
Türk devlet yönetimi ve ordu gücü, uluslararası güçlerden de aldığı destekle Güneyli güçleri önlerine katarak sınırötesi bir operasyon başlatmışlardı. Sandeviç operasyonu demişlerdi ismine. Gerilla güçlerini çepeçevre kuşatmış, adeta bir sandeviç gibi her yerden yiyerek bitireceklerdi güya… Operasyon Güney Kürdistan’daki üs alanlarımızın tamamını kapsıyordu. Savaş üç ana cephede şiddetli bir şekilde başlamış ve sürüyordu. Bu ana cepheler Çukurca, Xakurkê ve Haftanindi. Ancak ana cephelerin dışında da savaşın sürdüğü yerler vardı. Ama genelde bu üç ana cephede yoğunlaşıyordu.
Savaş başladığında Cudi dağındaydık. Savaşın başlamasıyla, takviye ihtiyacından dolayı Güney’e (Haftanin’e) geçtik. Savaşa da orada katıldım. Ama henüz yeni bir savaşçıydım ben. Mücadeleye katılalı daha bir yıl olmuştu. Cudi’de Şehit Ahmet Rapo arkadaşın bölüğündeydim. Ve zaten onunla Güney’de süren savaşa katılmak için Cudi’den Haftanin’e geçmiştim. Haftanin’e geçer geçmez savaşta aktif rol alması için hemen bölük komutanlığı görevine getirildi. Ben de onun bölüğündeydim. Bölükteki arkadaşların çoğu yeniydi… Haftanin genelinde yaklaşık iki bin arkadaş vardı. Çoğu yeni katılımdı. Henüz eğitim bile görememişlerdi birçoğu. Ve sıcak savaş içerisinde eğitimlerini alıyorlardı. Haliyle bu durum kayıpları çoğaltıyordu.
O süreçte, Suriyeden gerillaya katılmak için gelen bir grup arkadaşın, KDP tarafından pusuya düşürülerek şehit düşürüldükleri haberini almıştık. Hepsi de silahsızdı. Hepimiz çok öfkelenmiştik. Tek düşündüğümüz şey henüz bize ulaşmadan şehit edilen arkadaşlarımızın intikamını almaktı. Başka hiçbir şey düşünemiyorduk. Bu temelde silahsız, savunmasız bir şekilde vurulan arkadaşların intikamını almak için her alanda eylemler yapılıyordu. KDP’ye ait yedi tepe düşürülmüş ve gerillanın denetimine geçmişti. Bu arada düşman, güçlerini Xakurkê ve Çukurca’dan çekip, bulunduğumuz alana, yani Haftanin’e yöneltiyordu. Xakurkê sorumlusu olan Ferhat (Osman Öcalan) KDP ve YNK ile uzlaşmış, açık olarak teslim olmuştu. Önderlik bu durumu daha sonra ihanet ve tasfiyecilik olarak değerlendirecek, V. Kongre’de de mahkum edilecekti.
Yapılan anlaşmaya göre iki cephede savaş duracaktı. Bu da, bulunduğumuz alana daha büyük bir yönelim olacağı anlamına geliyordu. Yani Ferhat yaptığı anlaşma ile Xakurkê ve Çukurca’da savaş durmuş, Haftanin’de yoğunlaşmıştı. Anlaşma dönemi çatışmalar hafiflemişti. Bu savaşın sona erdiği anlamına gelmiyordu…
Ki, Türk ordusu da tanklar eşliğinde Güney Kürdistan’a girmiş, Haftanin alanına doğru ilerlemeye başlamıştı. O günlerde bir arkadaşımız Türk askerleriyle girilen çatışmada şehit düşmüş, arkadaşın cenazesi Zaxo kent merkezine giren tanklara bağlanarak yerlerde sürüklenmişti. Bu tip olaylar hem bizim hem de Güney halkının yoğun tepki ve öfkesine sebep oluyordu.
Savaşın duracağı noktasındaki söylentilerin gerçek olmadığını anlıyorduk. Türk ordusunun silah ve asker sevkiyatının durmaması, savaşın hafiflemesi bir yana daha da şiddetleneceğini gösteriyordu. Biz bir bölük, yani yaklaşık altmışa yakın arkadaş bir tepeyi tutuyorduk. Tuttuğumuz tepe, KDP açısından da, bizim açımızdan da stratejik öneme sahipti. KDP, Türk ordusunun sevkiyatından cesaret almıştı. O yüzden savaş bulunduğumuz alanda yoğunluğundan hız kaybetmeden sürüyordu. Tabur olarak bulunduğumuz tepe, çatışmanın en ön cephesindeydi. Tepeyi bırakamıyorduk. Sabahları hava ağarırken, alana havan ve kobralarla saldırılar başlıyor, karanlık çökene kadar devam ediyordu. Ayrıca karadan da ilerleyebildikleri kadar ilerliyorlardı. İki gün kalan cephanemizle bulunduğumuz yeri savunduk. Üçüncü günden sonra orada kalmak intihar anlamına gelecekti. Çünkü cephanemiz bitmek üzereydi. Üçüncü gün artık tanklar karadan, tepeye yaklaşık bir km kadar yaklaşmışlardı. Alt tarafımızdaki cadde ise peşmerge ve askerlerle dolu arabalara ev sahipliği yapıyordu.
Artık üçüncü günden sonra, tepeyi bırakıp geri çekilmek de tehlikeli bir duruma gelmişti. Geri çekilmek için de geç kalmıştık. Çünkü karadan da kuşatılmış durumdaydık. Fedaice bir eylem kurtarabilirdi bizi belki Ortak tartışıp karar almamız gerekiyordu. Kısa süren toplantıda çıkan karar, bir arkadaşın tepede kalıp savunma yapması ve bu süre içinde de diğer arkadaşların sağlıklı bir şekilde tepeden geri çekilmeleriydi. Böyle bir karar belki de arkadaşların en azından bir grup arkadaşın sağ kurtulmalarının tek yoluydu. Biraz düşündükten sonra arkadaşları savunma ve sonra da geri çekilme temelinde kendimi önerdim. Önerim kabul edildi.
Akşam karanlığı çökmeden önce, arkadaşlar hazırlıklarına başlamışlardı. Herkes malzemesini toparlamış, biraz buruk, vedalaşma vaktini bekliyorlardı. Karanlık basar basmaz tek sıra halinde, mesafeli geri çekilmeye başlayacaklardı.
buruk bir veda…
Giden arkadaşların çoğu sanki bir daha görüşmeyecekmişiz gibi, gelip sarılarak vedalaştı. Kimisi de duygularını biraz da bastırarak kendine dikkat et, başarılar diyerek, daha sade vedalaştılar. Sanki uzun soluklu, birbirine uzun temenniler dileyen vedalar ayrılığı getirecekmiş de, kısa vedalar kavuşma şansını artıracakmış gibi…
Gidenler arttıkça, yalnızlığım da artıyordu. Bu bana korku vermiyordu. Aksine görevimi nasıl başarıyla yerine getirip tekrardan onlara ulaşacağım üzerine düşünüyordum. Beş dakika içerisinde tepe boşaltılmıştı. Silahımı, dolu şarjörlerimi ve boş sayılabilecek çantamı da sırtıma alarak; zamanın ve bir an önce de arkadaşların sağ salim geçmelerini beklemeye başladım. Bu arada yer yer atış yaparak, yakınımızdaki güçlere henüz tepede olduğumuz, tepeyi bırakmadığımız izlenimini vermeye çalışıyordum. Aradan yarım saat geçmemişti ki bir hareket geldi kulağıma. Göremiyordum, ama hissediyordum. Bir şeyler üzerime geliyordu. Tam silahıma davranmak üzereydim ki, bir ses geldi. Şaşırdım. Çünkü bir kadın sesiydi…
gidemedim…
Ses yabancı gelmiyordu, ama kimin sesi olduğunu çıkaramamıştım. Biraz yaklaşarak;
Heval benim dedi. Bir arkadaş gruptan habersiz bir şekilde tepede kalmıştı.
Heval niye kaldın diye biraz da öfke ile sordum. Arkadaşlar çoktan buradan uzaklaşmışlardı. Haber bile vermemişti onlarla birlikte gitmeyeceğine dair Ama anlaşılan o ki beni yalnız bırakmak istememişti. Adını bile bilmiyordum. Ne kadar zorladıysam da ayrılmak istemedi oradan. İçinde bulunduğumuz savaş ve güvenlik psikolojisinden dolayı fazla konuşmadık. Zaten kızmanın, onu gitmeye zorlamanın hiç bir anlamı da kalmamıştı. Çünkü gruplar uzaklaşmış, hava aydınlanmak üzere idi. Kısa bir süre sonra çatışma sesleri geldi. Düşman güçleri arkadaşları fark etmiş olmalıydı. İçime bir kurt düşmüştü, acaba şehit vermiş miydik! (Yolda üç şehit verdiğimizi sonradan öğrenecektim. Bunlardan birisi çok eski bir arkadaş olan Welat arkadaştı.)
Uzaktan helikopter sesleri gelmeye başlamıştı. Heyecanlıydım. Tek başıma koca tepeyi tutuyordum. Birazdan belki de dünya kadar top ve mermi bana yönelecekti. Tabii bununla da sınırla kalmayacaklar, tank, helikopter ve uçaklar da tüm güçleriyle bana saldıracaktı. Ben de tepenin koruması olarak mecbur onlara karşı direnecektim. Bu düşünce beni güldürmüştü. Her ne kadar zor bir durumda olsam da içimde hiç korku yoktu. Hatta hadi gelin bakalım diyordum.
Tepenin diğer ucundan tanklar ve asker taşıyan araçlar yaklaşmaya başlamışlardı. Saldırı her günkünden erken başlamıştı. Bir an önce tepeyi ele geçirmek istiyorlardı. Bombardıman aralıksız devam ediyordu. Fakat tepenin durumunu tam olarak bilmediklerinden fazla yanaşmıyorlardı. Biz de iki koldan ateş ettiğimiz için sayımız anlaşılamıyordu.
Türk askerleri fazla yanaşmıyordu. Mayın eşeği olarak peşmergeleri önü sürmüşlerdi. Onlar da yaya olarak bize tepeye doğru kontrollü bir şekilde geliyorlardı. Yanımdaki kadın arkadaşa kendisini korumasını sıkı sıkı tembih ettikten sonra, yolu daha iyi görebilmek ve denetime almak için uçurum tarafına gittim. Orada yanımda bulunan tüm şarjörleri harcadım.
Geri dönüp kadın arkadaşı da alarak, arka vadiden geri çekilmeyi düşünüyordum. Tam o anda kobralar geldi. Ve tüm yükünü üzerimize boşalttı. Artık gitmeliydik, bir an önce tepeyi terk etmeliydik. Amacımıza ulaşmıştık. Tepede hala çok gerilla olduğu görüntüsünü yaratmıştık. Ne asker ne de peşmergeler üzerimize gelememişti. Daha doğrusu yavaş yavaş gelebiliyorlardı. Bu da geri çekilen arkadaşlara zaman kazandırmıştı.
Kobra saldırısı sona erince, bu defa toplar başlamıştı. Fırsat bu fırsat diyerek hızla kadın arkadaşın olduğu yere koştum. Amacım onu da alarak hemen uygun bir şekilde geri çekilme yapmaktı.
Arkadaşın yanına ulaşınca, adeta dondum kaldım. Hayatım boyunca unutamayacağım olaylardan birine tanık olmuştum. Henüz adını dahi bilmediğim, ama beni yalnız bırakmaya yüreği el vermeyen, yiğit kadın yoldaşım kobralara hedef olmuştu. Şok olmuştum. Böyle duygusal bir sarsıntıyı daha önce hiç yaşamamıştım. Henüz yaşıyordu. Ama ağır yaralıydı. En kötüsü de elimden hiçbir şey gelmiyordu. Onu kurtarabilmek için. Bir nevi suçluluk duygusu ve çarelerin tükenmesinin verdiği öfkeyle, göz yaşları arasında arkadaşın başında oturup kalmıştım. Kafasını kucağıma aldım daha sonra, bir yandan saçlarını okşarken diğer yandan ona bir şeyler söylemeye çalışıyordum. Bir süre sonra yaşama veda etti kadın arkadaş. Onu tepede uygun bir şekilde sakladım. Ne yaptığımın çok da farkında olmadığımı hatırlıyorum şimdi. Sanırım içimdeki bir savunma refleksiyle hareket ediyordum artık. Silahını ve raxtını aldıktan sonra kendi boş silahımı kullanılmaz hale getirerek, oradan, sanki tanımadığım bir parçamı orada bırakırcasına, buruk, acı dolu bir şekilde uzaklaştım. Koruyamamıştım, saklayamamıştım onu ve gömememiştim.
En kötüsü ise, ismini bile soramamıştım. Kahrediyordu bu beni…
Devam Edecek…