BEHDÎNAN- Kimsenin Kürtleri öz savunmadan mahrum bırakamayacağını vurgulayan Hêlîn Ümit, “Biz öz savunmamızı, kendi savunmamızı hiçbir güce havale edemeyiz. Savunmayı kim yaparsa irade odur. Onlar bir işgalcinin, bir sömürgecinin, onun en doğal yaşam hakkını, en doğal sosyal hakkını, en doğal varlık hakkını elinden almasına izin vermeyecektir. Kurdistan gençliği zapturapt altına alınmazsa Kurdistan asla zapturapt altına alınamaz” diye konuştu.
PKK Merkez Komitesi Üyesi Hêlîn Ümit, katıldığı Medya Haber TV’de Kürt Halk Önder APO’nun doğuşunu, Newroz’da ortaya çıkan özgürlük iradesini ve Türkiye ve Kurdistan’da gerçekleştirilen 31 Mart Yerel Seçimlerinin sonuçlarını değerlendirdi. Değerlendirmelerin tamamı şöyle:
“Öncelikle tarihi İmralı direnişini bir kez daha selamlıyorum. Tecrit tüm ağırlığıyla devam ediyor. Tecride, İmralı soykırım sistemine karşı mücadele de tüm şiddetiyle ve yoğunlaşarak devam ediyor. Bu kapsamda 2024 yılı içerisinde önemli gelişmeler oldu. 4 Nisan kutlamaları bu çerçevede gelişti. Ben Önder Apo’nun doğum gününü yoldaşlarım adına kutlamak istiyorum.
4 Nisan’ın bizim açımızdan anlamı nedir? Kürt halkı bunu nasıl ele alıyor? Kadınlar bunu nasıl ele alıyor? Bu bahar, Önderliğin Kürt toplumu açısından nasıl bir direniş odağı olduğunu tüm ağırlığıyla hissettirdi. Adeta bu baharla birlikte umut 4 Nisan’da yeniden hatırlandı, umut yeniden coştu, şenlendi. Soğuğa, karanlığa, yokluğa karşı Önder Apo’nun varlığı etrafında çoğalma, direnme, kendini var etme, çeşitlenme kaynağı olarak Önder Apo’nun varlığı kendisini hissettirdi. Bir umut, bir sevgi kaynağı olarak Önder Apo, Kurdistan toplumu, özellikle de kadınlar ve çocuklar açısından karşılandı. Coşkunun kaynağında bu vardı, Önder Apo’nun yaratıcı yönü, yaratıcı özellikleri ön plandaydı.
Önder Apo, bu mücadeleyi yürütürken hep şöyle bir yaklaşım içerisinde oldu. Dedi ki, “Ben kızgın savaşı güllerle dengeliyorum”. Önder Apo’nun hayatında özgürlük bahçelerinde yürümek, bahçelerde olmak, doğanın, yeşilliğin içinde olmak ama özel olarak da gül bahçesinde dolaşmak ayrı bir yere sahiptir. Yani bunu Önder Apo ile yaşayanlar, birlikte kalanlar, onun yaşamını gözlemleyenler bilir. Burada bir ekolojik anlayış, doğayla bütünleşen, onu temsil eden, kendisini orada bulan bir önderlik gerçeği var. Ama bir de işin felsefi yönü var. Kızgın savaş koşullarında eğer acı, trajedi, yıkım, savaş, savaşın getirdikleri büyük bir anlam gücüyle, yaratıcılıkla, yaratım kaynağı olarak kendini konumlandırmadan ele alınırsa savaş gerçekliği toplumlarda da, insanlarda da çok şeyi götürebilir. Ama dikkat edin; 50 yıllık özgürlük mücadelemiz, özgürlük savaşımız yıkımdan çok yüksek bir yaratıcılık gücüne ulaşmıştır. Bunun böyle bir felsefik anlayışla, Önder Apo’nun yaşama yaklaşımda açığa çıkardığı ilkelerle bağlantısı var. Bu anlamıyla bir kez daha şunu söyleyebilirim. Önder Apo demek 4 Nisan demek, 4 Nisan’daki Özgür Doğuş demek; her şeyden önce kendini sevgi, yaratıcılık, güzellik kaynağı haline getirebilmek demektir. Dikkat edin, Önder Apo’nun, Önder Apo’nun ideolojisinin, Önder Apo’nun arkadaşlarının, Önder Apo’nun temsil ettiği yaşam çizgisinin ulaştığı her yerde, yaşamda bir canlanma vardır, bir umut hikayesi vardır, bir güzelleşme vardır. Kapitalist modernitenin, uygarlığın, erkek egemenliğinin, egemenlik sistemlerin açığa çıkardığı yıkıcı, yıpratıcı, bireyci, tüketici, birbirinden çalan, çökerten ilişki ve yaşam anlayışlarına karşı Önder Apo etrafında bireylerin, kadınların, cinslerin, halkların yan yana gelerek yeni sentezlere ulaştığı, çeşitlendiği, güzelleştiği, özgürleştiği bir gerçeklikten bahsedebiliriz.
GİDEREK BÜYÜYEN BİR HAMLE GERÇEKLİĞİ VAR
4 Nisan vesilesi ile şunu da söyleyebilirim. Herhalde Kürt toplumunun tamamı, başta da kadınlar ve gençler ortak bir ruhu yaşadılar, ortak bir duyguyu ifade ettiler, ortak bir dilekte bulundular. Bu ortak dilek, Önder Apo’nun özgürlüğüdür. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüne kilitlenen bir Kurdistan toplumsal gerçekliği gördük. Elbette bu bir süreçtir. 4 Nisan’ı sembolik bir gün olarak düşünebiliriz. Önder Apo’nun biyolojik olarak dünyaya geldiği bir günden bahsediyoruz. Kürt toplumu 4 Nisan gününü kendi günleri arasında kutlu bir gün saydı. Niye? Çünkü kendi toplum sağlığına hizmet eden bir var oluş, bir kimlik açığa çıktı 4 Nisan’la birlikte. O yüzden şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu 4 Nisan’da da tüm Kürt toplumu, dostları, kadınlar, gençler Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü için dilek tuttular. Elbette şunu da biliyorlar. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü için dilekte bulunmak yetmiyor ama niyet önemli. Biliyorsunuz büyük inanç sistemleri de buna çok anlam verir. Büyük inanç sistemlerinde de niyet etmek, niyet dilenmek aslında bir işe doğru başlangıcın ilk adımı oluyor. Bu anlamıyla Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüne niyet etmek, bunu istemek, bunu dilemek biraz da bunun arayışına, bunun mücadelesine girmek demek oluyor. Bu çerçevede diyebilirim ki, 10 Ekim’de başlayan büyük küresel özgürlük hamlemizde 4 Nisan ile birlikte yeni bir aşamaya girdik diyebiliriz. 10 Ekim’den günümüze kadar artan bir ivmeyle şunu görüyoruz. Başta Bakurê Kurdistan olmak üzere dört parça Kurdistan’da ve dostlarımızın öncülüğünde yurt dışında Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü çok yüksek sesle dile getiren, bunu isteyen çok geniş bir çevre oluşmuş durumda. Kürt halkı, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü için de her türlü bedeli göze alacak bir noktaya gelmiş durumdadır. Geçenlerde bir halk röportajı izledim. Orada bir Kürt anasına mikrofon uzatıyorlar 4 Nisan vesilesiyle. Gerçekten çok etkileyici konuştu. Analarımız zaten yaşam anlayışımızın özünü en sade ve doğal haliyle ifade edenler oluyorlar. Şunu ifade etti; dedi ki, biz en değerli varlıklarımızı Önder Apo’ya feda ettik, etmeye de devam edeceğiz. Yani bu konuda ne kadar kararlı olduklarını ortaya koydu. Bu kolay bir şey değildir. Dünyada hiçbir lider böyle bir gerçeklikle karşı karşıya kalmamıştır. Hiçbir lider için bir halk kendi evlatlarını bu kadar ortaya koymamıştır. Hiçbir önder için böyle etrafında bir ateşten çember oluşmamıştır. Bedenler ateşe verilmemiştir. Hiçbir önder için gençliğin böyle fedaice ayağa kalktığı görülmemiştir. Evet, farklı liderlerin arkasından yürüyenler vardır ama Önder Apo yeni yaşamı, özgür yaşamı, onurlu yaşamı temsil ettiği için ve özellikle de Kürtler açısından başka bir özgürlük seçeneği olmadığı için, yani bunun tüm yolları kapatıldığı için, aslında giderek büyüyen bir önderlik hamlesi, gerçekliği vardır.
İnanıyorum ki 4 Nisan bir zirve oldu. 10 Ekim’de başladı, ondan sonra 15 Şubat Uluslararası Komployu protesto eylemleriyle önemli bir düzeyi kazandı, 8 Mart’ta kadınlar, Kürt kadınları dört parça Kurdistan’da Bijî Serok Apo sloganlarıyla her yerde alanlarda oldular. Newroz da tam bir özgürlük Newroz’u, tam bir önderlik, Newroz’u oldu. Gerçekten tüm yılları aşan bir gerçeklik oldu ve 4 Nisan da bunun önemli bir aşamasını teşkil ediyordu. Tüm yoğunluğuyla İmralı üzerindeki kavga devam ediyor. O yüzden asla açığa çıkardığımız bu gelişmeleri yeterli görmemek ve mutlak anlamda İmralı soykırım sistemini İmralı zindanında parçalayana kadar mücadeleyi çok yönlü, çok çeşitli yöntemlerle sürdürmek lazım. Dünya halklarına daha fazla taşımak lazım, halklarla daha fazla ortaklaşarak Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü için gereken tüm eylemleri açığa çıkarmak gerekli.
SAVAŞLARI TEKNİK ALETLER DEĞİL İNSANLARIN BEYNİ VE İRADESİ YÜRÜTÜR
Halk Savunma Merkezimizin açıkladığı müjdenin halkımız açısından, özellikle savaşarak soykırımcı güçleri geriletmek isteyen kesimler açısından nefes aldıran bir yönü oldu. Bu SİHA’ların savaş içerisindeki rolü özel savaş medyası, güçleri tarafından abartı olsa da elbette içinde bulunduğumuz savaş döneminde bir yeri de var. Teknolojinin, tekniğin ve savaşın ilişkisi biliniyor. Sadece günümüz savaşlarında değil, tarihteki tüm savaşlarda üstün teknolojiye, tekniğe sahip olan güçler karşılarındaki güçler üzerine etkili olabilmiştir. Böyle dönemler vardır. Mesela ilk çağlarda demirin bulunuşu ve onun yol açtığı sonuçlar var. Yine barutun bulunuşu ve onunla birlikte savaşların seyrinde değişen durum var. Nükleer silahların, bombanın bulunmasıyla dünyadaki dengelerin yeniden şekillenmesi var. Bu anlamıyla tekniğin, teknolojinin hiç etkisi yoktur denilemez. Biz tabii ki toplum bilinciyle yeni bir toplumsal sistem kurmak istiyoruz. Bir savunma anlayışımız var. Yaratmak istediğimiz toplumu da savunmak istiyoruz. O yüzden de bu konulara bilimsel yaklaşıyoruz. Öyle kör bir bakış açımız yoktur. Başlangıcından günümüze kadar yoktur. Kurdistan’da savaş tarihi incelensin; ilk günden günümüze kadar başta Önderliğimiz olmak üzere Komutan Egîd ve büyük komutanlarımızın çoğu savaş bilimini incelemişlerdir. Yani gerillalar köylü isyancıları değildir. İçindeki duyguları açığa çıkartıp kusma savaşı değildir. Dünya çapında ulusal kurtuluş hareketlerinde gerilla mücadelesi, özellikle 68 kuşağının kendisine rehber edindiği bir mücadele tarzı oluyor gerçekten. Özellikle aydın gençliğin, gençlik hareketlerinin üzerinde çalıştığı, konsepti, planlaması, aşamaları olan bir savaş tarzı oluyor.
O anlamıyla günümüzde de biz 21. yüzyılın savaşını, demokratik modernitenin gerilla tarzını açığa çıkartırken çalışmalar, incelemeler yapıyoruz. Bu çağda bu kadar güç dengesizliğinin oluştuğu, tekeller ile halklar arasında, tekelci güçlerle ezilen sınıflar arasında uçurumun bu kadar arttığı bir dünyada direnişin yollarının nasıl olması gerektiğini araştırıyoruz. Zaten birçok halk hareketi de bize hayranlıkla bakıyor. Bizim aslında sadece Kürtlerin, Kurdistan’ın değil dünya halklarının umudu olduğumuzun farkındalar. Birçok güç bunun mesajını bize gönderiyor. Bu kendini abartmak değil. Düşünün, bu dünyada tekeller bu var olan ideolojik araçlarla birlikte halkların elindeki tüm savunma araçlarını almış ve halkları çaresiz kılmışlar. Ezilenlerin direniş araçları ellerinden alınmış. Yani insanlar çaresizlikle çok ciddi bir çöküntü yaşıyorlar her yerde. Türkiye’de de böyle. Gerilla hareketimiz 40 yıllık mücadele deneyimiyle yeni bir aşamaya girmiştir. 2024 yılında yapılan bu açıklamayla birlikte hem kendi 40 yıllık gerilla deneyimimiz hem de dünya halklarının gerilla mücadele deneyimlerinden çıkardığımız sonuçlarla biz de demokratik modernitenin, yani halkların, kadınların, ezilenlerin direniş araçlarını, mücadelesini, tekniğini, teknolojisini, ilişki biçimini, ittifaklarını yaratma üzerine yoğunlaşıyoruz. Şimdi gelinen noktada açığa çıktı ki, belirleyici olan iradedir.
Bu açığa çıkan gelişme öncelikle şehitlerimizin eşsiz çabasıyla açığa çıkmıştır. Onları minnetle, saygıyla tekrar anıyorum. Şehitlerimizin çabaları olmasaydı, bugün insanları teslim alan birçok ülkeler arası savaşta bile oldukça belirleyici rol oynayan SİHA teknolojisine karşı bu gelişmeler açığa çıkarılamazdı. Bu anlamıyla esas bu gelişmenin sahibi şehitlerimiz oluyor.
Türk devleti açısından bu ne anlama geliyor? Savaş nereye evrilecek? Nasıl bir rol oynayacak bu gelişme? Herkes merak ediyor, herkes izliyor. Şunu söyleyebilirim bu konuda. Türk devleti ilk kez yüksek teknolojiyle bize karşı savaşmıyor. Aslında bunun doğru anlaşılması lazım. Uluslararası güçlerin desteği 86’dan itibaren, yani NATO’nun 5’inci maddesinin devreye konulmasıyla birlikte şimdiye kadar hep oldu. Türk devletinin arkasında hep bir NATO desteği; NATO’nun istihbarat desteği, NATO’nun teknolojik desteği, NATO’nun ilişkileri hep devrede oldu. Bu anlamıyla gerilla güçlerimiz her zaman karşısında daha fazla donanımlı bir güce karşı savaştı. Hatırlıyorum; mesela 1995’te termal tanklar vardı. Bunları bilmiyorduk. Kayıplarımız oldu. Ardından uçakların devreye sokulması oldu. Her zaman üstün teknolojiyle karşı karşıya kalma oldu. Savaş konseptleri geliştirdi Türk devleti. Önderliğimiz hep şunu söylüyordu; Türk devleti 6 aylık savaş konsepti yapıyorsa ben de 6 aylık bir direniş konsepti koyuyorum. Yani birbirini takip eden ve onu boşa çıkartan bir çizgi. Hep böyle oldu. Onun anlaşılması lazım.
SİHA teknolojisiyle birlikte Türk devleti artık orduyu daha etkisiz hale getirebileceğini düşündü. Dikkat edin, Türkiye’deki iç dengeler değişti. Bunun doğru anlaşılması lazım. Ne oldu mesela? Türkiye’de orduda bir yenilenme, bir değişme oldu. Daha çok paralı askerliğe dayalı bir ordu modeli açığa çıkarılmak istendi. Hava desteğiyle bunlardan aslında bir katiller sürüsü yaratılmak istendi.
AKP’nin başından itibaren kendisine karşı bile bir darbe yapılacağı korkusu var. Bu anlamıyla Türk ordusunu böyle kontrol altına aldığını söyleyebilirim. Kurdistan’da yürüttüğü savaşı bahane ederek içerideki dengeleri sağlamlaştırma politikası yürüttü. Bunun çok iyi görülmesi lazım. Çünkü hala anlaşılmış değil.
İkincisi, Türk ordusu aslında gerilla karşısında başından beri yenilmiş bir ordudur. Savaşamıyor. Bunun sonucu olarak 2000 sonrası arayışlar açığa çıktı. Türkiye’de gerçekten bir demokrasi cephesi açığa çıktı. AKP çok iyi niyetliydi, buna dayalı olarak da Kürt sorununun çözümü tartışmaları gündeme girdi diye bir şey yok. Tam tersine yenilmiş bir ordu gerçekliği vardı. Çözümü Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesi dayatıyordu. Bu aşamada bu teknolojiye dayalı olarak kendi savaş çizgisini yeniden şekillendirmek istedi. Böyle bir yola girdi. Bunun ikili bir karakteri var, bir yönü bize karşı yenildiği savaşta yeniden kazanma umudu yaratmak istedi. Tüm Türkiye toplumunu bu çerçevede konsolide etmeye çalıştı. İkinci olarak da Türkiye’nin iç dinamiklerinde bu orduyu etkisizleştirmek istedi. Gelinen aşamada bunun da daha fazla uzun sürmeyeceği açığa çıktı.
Bizim bu konudaki yaklaşımımız şöyle değil. Yani biz böyle bir teknoloji var, böyle bir teknolojiye karşı biz bir teknik kullanıyoruz ve onunla kazanırız, onunla başarırız, onunla zafere gideriz diye bir yaklaşım içerisinde değiliz, olmamalıyız da. Önder Apo dedi ki, en büyük teknik insandır. İnsan öyle bir varlık ki henüz onun gibisi yapılamadı yani. Onun en muhteşem organı, beyni; insan beyni taklit edilemiyor. İnsan beyninin, insanın yoğunlaşarak, çalışarak, emek harcayarak çözemeyeceği, halledemeyeceği hiçbir problem yok, hiçbir sorun yok. Gerilla da böyle bir zeka ve irade gücüne dayalı olarak savaşıyor. Bu, bundan sonra da devam edecek. Biz şunu biliyoruz; insan da henüz tamamlanmamış bir varlık olduğu için, yaptığı tüm teknolojilerde muhakkak bir eksiklik var. Bu hep olacak. O anlamda teknolojik gelişmeleri abartmak, savaşın öznesi olarak bunları öne çıkartmak aslında bir özel savaş hamlesidir. Savaşları teknik aletler değil, insanların beyni ve iradesi yürütür. Yani bu hangi teknoloji olursa olsun. Yani elinde bir kaleşnikof da olabilir, daha yetkin bir teknolojik alet de olabilir. Bunu yöneten akıldır. Bu anlamıyla biz insan aklının her şeyin üstünde olduğunu ve esas olarak kazandığının bu olduğunu düşünüyoruz. O anlamıyla da bu tutumumuz bu şekilde devam edecek. Saldırılara karşı özgürlük gerillası kendisini hep yetkinleştirecek, geliştirecek, karşısına çıkan teknolojik gelişmeleri boşa çıkaracak girişimleri her zaman olacak. Bunun araçlarına da ulaşacak. Ya ulaşacak, ya yaratacak. Ama esas olarak özgürlük iradesi ve aklıyla savaşı geliştirerek özgürlüğü başarıya ulaştıracak.
KÜRT HALKI BU NEWROZ’DA ÖNDERLİĞİN HALKI OLDUĞUNU ORTAYA KOYDU
Çok güzel bir Newroz geçirdik. 2024 Newroz’u gerçekten çok görkemli oldu. Bunu herkes söylüyor, sadece bizim tespitimiz değil. Bu anlamıyla ben bir kez daha Özgürlük Newrozu’na katılan herkesi selamlıyorum. Gerçekten ben ‘bu da sana dert olsun Newrozu oldu’ dedim. Kürt toplumu, AKP-MHP faşizminin on yıllık soykırım politikalarına karşı adeta toprağı yara yara filizlenen çiçekler gibi bu baharda inadına ayağa kalktı. Çok görkemli, çok güzeldi. Verilen mesaj şuydu. Diğer yılların Newroz kutlamalarına göre çok daha fazla Önder Apo’ya özgürlük istendi. Bijî Serok Apo sloganlarıyla inledi tüm alanlar. Dört parça Kurdistan’da da bu böyleydi. Özgür kimlik, özgür önderlik mesajıyla dolu doluydu. Kürt halkı bu Newroz’da özgür bir halk olduğunu, Önderliğin halkı olduğunu ortaya koydu.
AKP-MHP 10 YILDIR ZATEN GLADYO OYUNLARIYLA AYAKTA
Türkiye’deki siyaset ortamı bu seçim sonuçlarını tartışıyor. Mayıs seçimlerinden çok daha etkili oldu. Fakat söylemeden geçemeyeceğim; özellikle bu basın camiasında şöyle bir şey var. Sanki böyle bir sonucu kimse beklemiyormuş gibi. Dikkat edin AKP-MHP böyle bir yaklaşım içerisinde değil. Onlar bekliyorlardı, biliyorlardı, yenilgilerini biliyorlar. Biz bir yıldır AKP’nin gerileme içerisinde olduğunu, düştüğünü, düşeceğini söyleyen bir hareketiz. Ben anladım ki çok fazla özel savaşın etkisi altında kalma var. Sorularda da bu yansıyor. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. AKP-MHP faşizmi yenilmiştir. Hiçbir meşruiyeti yoktur ve bu yenilgi yeni bir yenilgi de değil aslında. Özgürlük Hareketi karşısındaki yenilgisi yeni değil. On yıldır sürekli yenilgi yaşıyor. 7 Haziran seçim sonuçlarını aklımızda tutalım. 7 Haziran seçimlerinden beri Türkiye’deki iktidar gayri meşrudur, meşru değildir. Komployla, darbeyle, baskıyla, zulümle, polis gücüyle, jandarma gücüyle, terörle iktidarda kalıyor. Başka kalma şansı yoktur. Aslında ilk yenilgisini 7 Haziran seçimlerinde aldı. Tek başına iktidar olamadı. Hemen ardından erken seçime gittiler. Erken seçime giderek, MHP ile ittifak yaparak yeni bir sürece girmiş oldular.
Geniş anlamda 50 yıldır Özgürlük Mücadelesi karşısında Türk devleti yenilgi yaşıyor. Kazanamaz da yani. Çünkü haksız bir konumda. Yani Özgürlük Mücadelesi karşısında, Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesi karşısında haksız bir konumda, soykırımcı konumunda. Meşru olan özgürlük güçleridir, direniş güçleridir. Kürt Özgürlük Hareketidir. Taktik yenilgiler alabiliriz. Biz taktik olarak bazen darbe de alabiliriz. Kayıplarımız olabilir bazı yerlerde. Hani baskı ve sindirme politikalarının etkili olduğu dönemler de olabilir. Ama stratejik olarak Özgürlük Hareketinin çıkışı zaten Türk devletine yenilgiyi yaşatmıştır. Son 10 yıldır da aslında AKP-MHP faşizmi özel savaş, Gladyo oyunlarıyla ayakta kalmaya çalışıyor. Bu seçimlerde bunu yapamadılar. Çünkü çok fazla deşifre olmuş bir devlet gücüyle karşı karşıyayız. Hani derler ya kerameti kendinden sananlar vardır. AKP-MHP, özellikle de AKP, Erdoğan, 22 yıllık iktidarı dönemi boyunca iktidarını kendisinden sanıyor. 22 yıldır sanıyor ki kendi özel yetenekleri, pratik zekası ve kurnazlığıyla iktidarda kaldığını sanıyor. Fakat gerçekten böyle değildir. Demokrasi güçleri ve Kürt halkı ilk yıllarda bu güçlere Kürt sorununu çözme iradesini ortaya koyacaklarını söyledikleri için destek verdiler. Asıl bu güçler 10 yıldır sınav veriyorlar. Biz 10 yıldır aslında AKP’ye karşı aktif ve yoğun bir mücadele içerisindeyiz. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Kurdistan politikasında değişim aslında hiç olmadı. Amaç, hep tasfiye ve imhaydı, soykırımcı siyaseti sürdürmeydi. Fakat 2000’li yıllara gelindiğinde artık sürdürülemez oldu. Türk ordusu yenilmişti. Savaşma gücü kalmamıştı. Böyle bir ortamda Erdoğan ve şürekası özel olarak hazırlanarak Kürt Özgürlük Hareketinin karşısına çıkarıldı. Ve 2003’te gitti, bu sorunu ben çözerim, irade göstereceğim, dedi. Bu şekilde tasfiye ve imha saldırılarına yeni bir boyut kazandırdı. O zamana kadar daha sert inkar ve imha politikaları vardı. 2000 yılı sonrası Önderliğimizin esareti ile birlikte aslında Kürt varlığını fiilen kabul eden ama resmiyette de yadsıyan, reddeden bir çizgi, oyalama, kandırma, zamana yayarak çürütme, kendine zaman kazanma, kendini yeniden örgütleme planı olarak devreye koyuldu. 2015’te artık bu politikalar yürütülemediği için, 7 Haziran’da yenilgi yaşadığı için, aslında bu tasfiye ve imha politikalarına karşı Kürt Özgürlük Hareketinin, hareketimizin ortaya koyduğu toplumsal proje, siyaset, demokratik siyaset alanı tüm Türkiye’yi etkileyen bir noktaya geldiği zaman çark ettiler. Aslında o bir yenilgi idi. Türkiye toplumu yeni bir siyasete uyanıyordu. Yeni bir Türkiye’ye, demokratik bir Türkiye’ye doğru evriliyordu. Darbe oldu işte. O günden bugüne de Türkiye günlük, darbelerle yürütülen bir ülke oldu. Önceden askeri darbeler vardı. Süresi belliydi, şekli belliydi, yürüten belliydi. Fakat şimdiki, postmodern darbe mi diyelim buna. Darbe sürecinde ise sivil görünümlü darbecilerin çoğaltıldığı makyajlı, örtülü bir süreç açığa çıkarıldı diyebilirim.
Bu tarihsel gerçekleri görmek lazım. Bu 31 Mart’taki sonuçlarda da, 2015’ten günümüze kadar demokrasi güçlerinin ve Kürt halkının ortaya koyduğu direniş çizgisinin açığa çıkardığı değerler var. Aslında Mayıs seçimlerinde de benzer sonuçlar alınabilirdi, biz buna inanıyorduk fakat öyle olmadı. Araştırılmalı, incelenmeli, tartışılmalı kısmen. Aslında siyasi partiler bunu kendi bünyelerinde yapmaya çalıştılar. Özeleştiri verdiler, halkla toplantı yaptılar. En azından demokratik siyaset alanı böyle yaptı. CHP başta olmak üzere diğer devlet partileri kendi içerisinde tartışmalara girdiler, fakat muhalefet iyi bir görünüm sergileyemedi. Bir de gerçekten fazlasıyla oyun oldu gibi. Çünkü o dönem iktidardaki rahatlık, fazlasıyla bir oyun olduğunu gösteriyor.
Diğer bir sonuç; 31 Mart seçimlerinin kazananı kimdir, diye soruyorlar. Bunu tartışmak lazım. Gerçekten kim kazandı, kim başarılıdır? Buna geçmeden önce kaybedeni söyleyebiliriz. Kimin kaybettiği çok açıktır. Yani Erdoğan, AKP-MHP faşizmi, Erdoğan-Bahçeli ikilisi kaybetti ve sanırım onlar da bunun hesabını yapıyorlar. Niye kaybettiklerini, nerede kaybettiklerini sorguluyorlar. Fakat şu herhalde rahatlıkla söylenebilir. AKP-MHP ittifakı, AKP’yi bitirme noktasına getirdi. Aslında hareketimiz çeşitli şekillerde bunun tespitini de, uyarısını da yaptı. Dedi ki eğer böyle gidersen sen biteceksin. Bir söz var; kılavuzu karga olanın burnu pislikten çıkmazmış diye. AKP kılavuz olarak Bahçeli’yi belirlediğinden beri gerçekten kafası pislikten çıkmıyor. Her türlü pisliğin içindedir. Bu anlamıyla Türkiye toplumuna vaat ettiği adalet, refah, barış, kardeşlik, birlikte yaşam, demokrasi; bunların hepsinden vazgeçerek bir kan deryasına yol açan bir açlık ve zulüm ortamına uyanan bir Türkiye yaratıyor. Dikkat edin, MHP’nin, MHP’lilerin, Bahçeli’nin ağzından hep kan damlar.
Erdoğan, Cumhuriyet’in ikinci yüz yılına lider olarak girmek istiyordu; kazanmış bir lider… Türkiye’ye şekil vermek isteyen, aslında ikinci Atatürk gibi bir misyon kendisine biçiyordu. İkinci yüzyılın ilk seçiminde tarihi yenilgisini almış oldu. Bu anlamıyla kendisine yöneltilen soruları bir daha hatırlatayım. Önderlik, Çiller gibi mi olacak, Özal mı, Erbakan gibi mi olacak? diye soruyordu. Çiller gibi olmayı seçti. Sonu da Tansu Çiller gibi olacak. Bu seçimlerde Mehmet Ağar, Tansu Çiller İstanbul’da AKP için çalıştı. Bu bir çizgidir. O anlamıyla o çizginin varacağı sonuç bellidir. Çünkü o denenmiştir, yaşanmıştır, yenilmiştir. Aynı şeyi tekrar etmek, aynı sonuçları açığa çıkarır. Eğer farklı sonuçlar istiyorsanız, farklı yollar denemeniz lazım. Farklı şeyler yapmanız lazım ki farklı olasınız. Şimdi Erdoğan-Bahçeli ikilisi, Mehmet Ağar-Çiller ikilisinin dışına çıkan bir pratik sergilemiyor.
WAN HALKININ TEPKİSİ ÇOK DEĞERLİYDİ
Bu seçim sonuçları bir şok etkisi yarattı. Bunun sonucunda ilk tepki Kürtlerin üzerine yürümek oldu. Aslında bir oldu bittiye getirmek istiyorlardı Wan’da. Seçim sonuçlarına müdahale o temelde gelişti. Biraz şöyle gördük biz. AKP-MHP açısından yerel yönetimlerde ciddi bir kan kaybı oldu, Orta Anadolu’ya sıkıştı. AKP bunu nereden telafi edecek? Kurdistan’daki büyükşehirlere göz koyarak tabii. Aslında eğer Wan’da başarılı olabilseydi ardı sıra Mardin ve yüksek bir olasılıkla Amed’e de yönelecekti. Bununla yerel yönetimlerde kaybettiği o dengeyi böyle telafi etmek isteyecekti. Wan halkı özgür bir halk olduğunu ortaya koydu. Buna izin vermedi, buna geçit vermedi.
Wan halkının AKP’nin yapmak istediği müdahaleye tepkisi gerçekten çok değerli bir tepkiydi. Wan halkının da ifade ettiği gibi Türkiye’nin aslında gururunu, namusunu da kurtardılar. O duruş, o tutum Türkiye demokrasisini ciddi bir yaralanmadan kurtardı. Türkiye’nin temel demokrasi gücünün Kürt halkı olduğunu ortaya koydu.
İktidar cephesinde ne tür açıklamalar var, ne yapmak istiyorlar, nereye evrilecek? Özetle şöyle söyleyebilirim. Erdoğan tekleşerek devam edeceğiz, kendimizi Türkiye toplumuna dayatacağız, daha fazla tekelleşeceğiz, daha fazla bize benzemesini isteyeceğiz, demokrasiye daha kapalı hale geleceğiz, biz bu şekilde ayakta kalacağız, dedi. Esasta tekelleşmenin başka bir anlamı yoktur. Türkiye gibi farklı halkların, farklı inanç kesimlerinin, farklı sınıfsal grupların bulunduğu bir coğrafyada çoğulculaşmak; çoğulcu fikir, çoğulcu demokrasi, çoğulcu örgütlenmelere yönelmek aslında toplumun varlığına, kendi varoluşuna, kimlikleşmesine hizmet eder. Ama dikkat edin, bu kadar ağır seçim sonuçlarından sonra bile Erdoğan dedi ki, biz sertleşerek devam edeceğiz. Kürt halkı başta olmak üzere demokrasi güçlerine daha fazla saldırı halinde olacaklarını ortaya koydular.
SOYKIRIM POLİTİKALARININ HİÇBİRİ İŞE YARAMADI
Seçim sonuçlarıyla ilgili şunu da söyleyebilirim. Aslında kayyum politikasında ısrar edebilirlerdi, halen de edebilirler. Hani derler ya tehlikenin, riskin geçtiğini düşünmüyorum. Fakat Türk devleti açısından şöyle bir durum var. Kürt halkına, Kürt halkının özgürlük ve varlık mücadelesine karşı sert bir savaş yürütürken, içeride de Türkiye demokrasi cephesinin, Türkiye halklarının ve Türkiye’deki diğer siyasi grupların kendisine karşı olmasını istemiyor. AKP şu anda şöyle bir tercih yaptı gibi. Dışarıda yürüteceği ilişki onun için daha önemli. Çünkü Kuzey Irak dedikleri bölgeye, yani Güney Kurdistan’a savaşı daha fazla taşımak istiyorlar. Rojava’yı işgal politikalarını sürdürmek istiyorlar. Böyle bir ortamda bu kadar zayıflamış bir durumda iken içeride de seçimler sonucunda yeniden oyunlarla ya da darbelerle Kurdistan’da devam etmek demek, aslında AKP’nin tümden meşruiyetini yitirmesi demek. Böyle bir durumda savaşı sürdürebilir yani. Böyle bir risk vardır. O yüzden aslında geri adım atıyor.
Demokrasi güçlerinin tavrı, tutumu da önemli. Fakat şöyle bir şey açığa çıktı. Süleyman Soylu ilk bu kayyumlar atandığında ne demişti hatırlarsınız. Biz iki dönem kayyum atayalım, artık direniş falan olmaz demişti. Mesele o yıllara dayalı. Örneğin Wan’da benim bildiğim geçen yıla kadar da sürekli sokağa çıkma yasakları, eylem yasakları vardı. Kurdistan’da hiçbir eylemin olmasına izin vermediler. Sürekli gözaltı, tutuklama vardı. Yine sadece Wan, Serhat da değil, Kurdistan’ın hemen hemen her yeri adeta kuşatıldı özyönetim direnişinden sonra. O yüzden de dediler teröristan. Yani halen öyle bakıyorlar. Öyle baktıkları için de sürekli oraya uygulanan politika soykırım politikası, askeri politika. Kurdistan’da uygulanan politika siyaset normal bir siyaset değil, Askeri soykırım politikası uygulandı. Baskı, tutuklamalar hız kesmeden hep sürdü. Fakat açığa çıktı ki bunların hiçbiri hiçbir işe yaramadı. Kürt halkı hemen hemen her yerde çok yüksek bir başarıya imza attı Dersim’den Serhat’a, Botan’a, Güneybatı’ya kadar. O anlamıyla bu politikalar çöktü. Yani çökertme politikası diyebilirim. Çöktürme politikası 2024’te yapılan bu seçimlerle birlikte tümden çökmüştür. Bunu çok rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bu seçimlerin bir sonucu olarak bu açığa çıktı.
CHP MEVCUT DURUMU TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞMESİ İÇİN KULLANACAK MI?
Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) önemli bir başarısı oldu bu seçimlerde. Fakat tabii ki öyle değil. Sadece kendi başarısı değil bu. AKP-MHP faşizminin uyguladığı çok ciddi faşizm var. Toplumlar üzerinde ciddi bir ekonomik kriz var. Türkiye’deki siyaseti ekonomik kriz hiç etkilemiyor demek, yanlış bir tespit olur. Elbette ki ekonomi, yani toplumların ekonomik düzeyi, onların siyasal eğilimlerine de doğrudan etki yapan bir gerçekliktir. Yani aslında ekonomik biçim, ekonomik yaşam tarzı toplumların sosyal yaşam düzeylerini de belirliyor. Türkiye’de sadece ekonomi üzerine politika yapılarak siyaset inşa edemezsiniz, Ortadoğu’da inşa edemezsiniz. Ortadoğu toplumları daha çok manevi toplumlardır. Manevi değerleri daha fazla öne alan toplumlardır. Fakat mevcut durumda Türkiye’deki ekonomik kriz Türkiye toplumunu ahlaken çok çürüttü. İnsanlar ayakta kalabilmek için, açlıkla mücadele edebilmek için, karnını doyurabilmek için tüm değerlerinden boşanmak zorunda kaldı. Neredeyse AKP-MHP’ye teslim olmadan yemek, iş bulamaz hale geldi. Benzer bir şekilde borçlanma çok fazla. En borçlu toplum herhalde Türkiye toplumu. O yüzden de tüm istatistiklerde de en mutsuz toplum olarak çıkıyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin yerel yönetimlerde açığa çıkardığı başarının böyle bir temeli var. Bence iyi bir politika da uyguladılar.
Cumhuriyet Halk Partisi, mevcut bu durumu Türkiye’nin demokratikleşmesi için kullanacak mı? Soru bu. Buna hemen evet diyemiyoruz. Böyle bir söylem var. Şöyle deniliyor mesela; Cumhuriyeti biz kurduk, biz demokratikleştireceğiz. CHP’nin ortaya koyduğu bu tutum önemli fakat yetersiz. Dikkat edilirse Cumhuriyetin yüz yılı boğuşma ile geçti. Öyle bir inşa yapıldı ki Türkiye Cumhuriyeti Kürt varlığının inkarı ve sömürüsü üzerine, asimilasyonu üzerine kurulduğu için neredeyse ilk birkaç yılından sonra, yani aslında 1925’ten itibaren günümüze kadar Kürt isyanları ile geçti. O anlamıyla gerçekten CHP’nin tarihi ürkütüyor. Fakat yine de köklü bir özeleştiri ve gerçekçi politikalarla bunlar düzeltilebilir. Türkiye’nin buna çok ihtiyacı var.
Türkiye toplumu bu seçimlerde savaş politikalarına onay vermediğini ortaya koydu. Çünkü on yıldır AKP-MHP faşizminin ağzından başka bir şey çıkmadı. Eğer 31 Mart seçimlerinde böyle bir tablo açığa çıkmışsa artık bu Türkiye toplumunun savaş politikalarına onay vermediğini ortaya koydu. Bunun gerçekten çok iyi okunması lazım. Türkiye’yi kim yönetmek istiyor? Aslında kim gerçekten bu konuda iddialı ise bu konu üzerine mutlaka yaklaşımını ortaya koyabilmeli. Çünkü bu savaş politikaları çok ciddi bir bataklık haline dönüştü. Sadece askeri operasyonlardan bahsetmiyorum. Birkaç gündür Türk medyasında CNN Türk, Habertürk gibi bazı kanalları izliyorum; sürekli kafa kesmekten bahsediyorlar. Biz gittik, burada onların kafasını kestik. Bu korkunç bir şeydir. Basın etiğinde böyle bir şey yoktur. Suçtur. Ben ilgililer kimse öneriyorum, hukuka baş vursunlar. Bu yayınlar suç işliyorlar, savaş suçu işliyorlar. Zaten yaptıkları suç, insanlık suçu. Savaş hukukundan falan bahsetmiyorum. Çünkü karşınızda böyle bir etik gücü yok. Yani böyle bir ahlaki ilkeye dayanarak bizimle savaşan bir güç yok. Ama bir de bunun böyle propagandasını yapmak gerçekten iğrenç. Neymiş, işte kafa kesmişlermiş, bundan sonra da kafa kesmeye devam edeceklermiş. Bu Türkiye toplumunu kirletiyor, böyle bir gerçekliği benim tanıdığım Türkiye toplumu kabul edemez. Türkiye toplumunun da bir ahlaki ilkesi vardır. Toplumsallığını yitirmemiştir yani. Yüzde 70 halen kır toplumudur. Bu gerçekleri bilseler hiçbirine selam vermezler.
TÜRKİYE’DE HAKİKİ BİR DEMOKRASİ HAREKETİNE İHTİYAÇ VAR
Gerçekten Türkiye’de hakiki bir demokrasi, bir barış hareketine çok ihtiyaç var. Bunların üzerinde ciddiyetle durulması lazım. Bu, seçim sonuçlarının açığa çıkardığı bir gerçeklik oluyor. Yani eğer CHP böyle bir işe soyunacak ise başta Türk devletinin Kürt varlığına ve kimliğine karşı uyguladığı savaş politikası olmak üzere halklara karşı, savaş çizgisine karşı kesinlikle dur demesi lazım. Bu konuda tutum alması lazım. Ekonomik, ekonomik düzeltme ve yaşamın da, refahın da bundan geçeceğini görmek lazım.
Bakın, Türkiye kadar verimli topraklara sahip başka bir coğrafya yok. Burası insanlığın beşiği. İnsanlık burada insan haline gelmiş. Binlerce yıl önce Afrika’dan çıkan gruplar burada toplumsallaşmışlar. Bu topraklar o anlamıyla kutsal topraklar gerçekten. İnsanlar ilk ekmeği burada pişirmiş, ilk bahçeyi burada ekmiş, ilk ürünü burada derlemiş. Yani Mezopotamya da öyle, Anadolu da öyle. İlk tanrıça, tanrılar ve tanrıçaların tahtı burada kurulmuş. Ama bakın bugün bu coğrafyanın insanları açlıktan neredeyse birbirini boğazlıyor, ülkesini bırakıp kaçıyor, terk ediyor. Yani lanetli bir yaşamın her türlü biçimine kapı aralanmış bulunuyor.
CHP’nin karşısına çok önemli bir fırsat çıkmıştır. Önemli olan bu sonuçlarla yüzleşebilmek, geçmişle yüzleşebilmek, Türkiye’nin sorunlarına gerçekçi yaklaşabilmek, kendini aldatmamak önemli.
TÜRKİYE SAHASI RESMİ DEVLET PARTİLERİNE BIRAKILMIŞ GİBİDİR
Bir de demokratik siyaset güçleri var. Onların da kazandığı önemli bir sonuç var. Özellikle Kurdistan’da partinin aldığı önemli sonuçlar var. Başarılıdır. Bu anlamıyla Kürt varlığını ve özgürlük iradesini, kendi kendini yönetme iradesini, özyönetim arayışını canlı tutan, bunun için çabalayan, bunun için bedel ödemeyi göze alan her bir Kürt ferdini selamlıyorum buradan. Önemliydi gerçekten. O da bir tutumdur, bir mücadeleydi. Fakat şunu da söylemek istiyorum. Yeterli miydi sonuçlar? Gerçekten öyle bakabilir miyiz? Evet, önemli bir sonuç Kurdistan’da elde edildi ancak Türkiye’de neden demokratik siyasetin yapıları, örgütlenmeleri bu kadar cılız ve zayıf gelişiyor? Bunun sorusunu sormak lazım. Yani madem ki DEM Parti bir Türkiye partisi, o zaman Türkiye toplumunun da sorunlarına çözüm bulabilmeli, onun da var oluşuna katkı sağlayabilmeli, örgütlenmesine hizmet edebilmeli. Dikkat edilirse Türkiye sahası resmi devlet partilerine bırakılmış gibidir. Türkiye sahasındaki var olan potansiyeller, oy potansiyeli, nasıl çeşitli ilişki ve ittifaklara araç olarak kullanılıyor? Evet, politikada bu tür şeyler de gereklidir. Bunlar hiç olmasın anlamında söylemiyorum ama demokratik siyaset kendisini sadece belli bir alanla sınırlandıramaz. Bu demokratik siyasetin tanımına ters. Yani demokratik olmak her şeyden önce çoğulcu olmak, tüm toplumsal yapılara seslenmek, onları örgütlemek, onlarla birlikte mücadele etmek demek. Demokratik siyaset ayrı bir şey, Kürt siyaseti ayrı bir şey. Eğer demokratik siyaseti inşa etmekten bahsediyorsak bunu Türkiye genelinde sağlamak gerekli. Bu konuda eksik, yetersizlikler vardır.
Mesela şu anda Türkiye’nin çok büyük bir değişim içerisinde olduğu, değişim arayışında olduğu bir dönemde aslında demokratik siyaset güçleri, Türkiye’nin sol sosyalist güçleri, eğer sorumluluklarına sahip çıksalar Türkiye’de değil CHP’yi, AKP’yi tartışmak, bunları en marjinal konumuna itmek mümkündür. İşte Yeniden Refah Partisi gibi bir partinin yeniden canlanmasına dikkat edin. Eski şeyler canlanıyor. Ama aslında Türkiye toplumu yenilik arıyor, değişim istiyor. Artık gerçekten bıkmış. Bazı tercihleri kötünün iyisi gibidir. Yani kötünün iyisi olduğu için tercih ediyor Türkiye toplumu. Yoksa gerçekten istediği ve benimsediği için yapmıyor. Bu nedenle, demokratik siyaset alanının başladığı özeleştiriyi sürdürmesi, yayması, açığa çıkardığı kazanımlardan da sonuç çıkarması gerekiyor. Bu anlamda zafer sarhoşluğuna kapılmadan daha yapılacak çok işin olduğunu, örgütlenecek bir toplumsal yapının bizi beklediğini, onları beklediğini, binlerce toplumsal sorunun halen varlığını koruduğunu, toplumsal sorunları çözdükçe aslında güçlendirdiklerini belirtmek istiyorum.
Mesela bugün bir görüntü izledim Rize’de. Toplum Fırtına Deresi üzerine ayağa kalkmış. Rize, biliyorsunuz Erdoğan’ın memleketi. Fakat Rize halkı çok öfkeli. Karadeniz demek, Karadeniz toplumu demek, doğa demek. Doğa ile iç içe yaşayan insanlar topluluğu demek. Bunu çok yozlaştırdılar fakat o kadar ranta açılmış bir coğrafya ki artık toplum kaldıramıyor. Siyaset alanının bunlara çare bulması lazım. Bunlar için bir politika üretmesi lazım. Bundan korkmamak, ürkütmek, kendini sınırlandırmak gerekli. Dikkat edilirse Türk devleti, özellikle AKP-MHP ısrarla böyle Kurdistan’a sıkıştıran bir şeyi izlemek istiyor. Oysa biz Türkiye’nin demokratikleşmesine dayalı olarak Kürt sorununun çözümünü istiyoruz. Bundan vazgeçmiş değiliz. Önder Apo’nun çözüm çizgisi böyle bir çizgidir. Bunun için de biz Türkiye halkıyla yaşama iddiamızı, arayışımızı koruyoruz. Bu konudaki mücadelemizi, yani böyle bir varoluşu arıyoruz. Böyle bir gerçekliğimiz var. Bunun siyaset alanında güçlü temsil edilmesi lazım.
Ben bir kez daha Wan halkına, Wan halkı şahsında Serhat’ta, genelde Kurdistan’da açığa çıkan o direnişçi duruşu selamlıyorum. Gerçekten Kürt halkının nasıl bir özgür halk olduğunu ortaya koydular. Gerçekten Önderliğin halkı olduğunu, Önderliğin de böyle bir halk yarattığını yani savaşan halk gerçekliğini açığa çıkardığını gösterdiler. Bu tanımlamaya uygun bir halk gerçekliği Kurdistan’da yaşandı, yaşanıyor. Tabii bu durum iyi analiz edilmeli. Onun da verdiği mesajlar var. Evet, seçim bir mesaj verdi ama bir de açığa çıkan bu serhildan gerçekliğinin bize ve iktidar güçlerine, soykırımcı sömürgeciliğe verdiği mesajlar var. Bunların iyi çözümlenmesi lazım. Bir ananın sokak röportajı vardı, gerçekten çok etkilendim. “Gençlerimiz sağolsun” diyordu. “Burada sokakta direnen gençlerimiz de sağolsun, Cîlo’da direnen de sağ olsun, Zap’ta direnen de sağ olsun”. Yani aslında o direniş kaynağını çok güzel ifade etti. “Artık Kürt halkı eski halk değildir. Herkes yürürken nerede durduğunu bilecek. Artık Kürt halkı birlik olmuştur” diyordu.
DİRENİŞ GÜZELLEŞTİRDİ KURDISTAN İNSANINI
Seçime katılımın düşük olmasının Türkiye açısından tabii farklı nedenleri olabilir. Türkiye’de mesela şöyle söyleniyor. Deniliyor ki aslında esasta AKP’li küskünler gitmedi sandığa. Seçimlerden önce biraz daha farklı değerlendiriliyordu. Deniliyordu ki CHP seçmeni gitmeyecek. Çünkü CHP’deki karışıklığın etkili olduğu falan söylendi. Fakat öyle olmadı. Fakat Kurdistan’da bizce şöyle bir şey var; giderek siyasete karşı inancın kırılması gibi bir durum var. Biz ne yaparsak yapalım, biz ne kadar sandığa gidersek gidelim işte bu devlet soykırımcıdır, sömürgecidir. Böyle bir dilden anlamıyor. O anlamıyla gitmeyi gereksiz gören bir kesim oluştu. Şimdi bu öfke patlaması da biraz aslında buna dayalı olarak da gelişti. Bütün bunlara rağmen, gitmeyenlere rağmen kazanımlar oldu. Ve bunu oldu bittiye getirip gasp etme girişimine karşı halk büyük öfke duydu. Yani o anlamıyla radikal, çözümü radikal mücadelede gören, eylemde, sokakta gören bir kesim var. Bu yanlış değildir. Eğer o radikal mücadele, duruş, tutum olmasaydı, eğer başta Wan gençliği ya da Serhat gençliği olmak üzere eğer toplum mücadeleyi tercih etmeseydi, gerçekte oraya çöreklenebilirlerdi. Kürt halkı kararlı duruşuyla dedi ki, bu bizim yaşam alanımız, varlık sahamız. Eğer siz gelirseniz yakar yıkarız, dediler. O anda bile çok heyecan vericiydi. Çok güzeldi gerçekten.
Direniş çok güzelleştirdi Kurdistanı, Kurdistan insanını, Kurdistan gençliğini. Çünkü haklı bir mücadele yürütüyor. Yani kendi hakkını istiyor. Mesela 17 yaşındaki Muhammed Orhan’ın görüntüleri vardı. Herhalde onu o kadar güzel ve değerli kılan, içinde bulunduğu o pozisyondu. Çünkü herkes dedi ki bu ne kadar güzel bir gençtir. Ne kadar güzel bakıyor, ne kadar güzel gülüyor. Bizim arkadaşlarımız da öyle. Kendi içimizde de böyle tartıştığımız için söylüyorum. Bu aydınlanmayı, bu ışık saçmayı, bu güzelleşmeyi direniş sağlıyor. O anlamda da ben gençliğe sizin aracılığınızla yeniden selamlarımı iletmek istiyorum.
GENÇLİK ZAPTURAPT ALTINA ALINMAZSA KURDISTAN ASLA ALINAMAZ
Açığa çıkan bu düzeyi çok geriye düşürmemek lazım. Kurdistan’ın geleceği, varlığı gençlere emanettir, kazanımları gençlere emanettir. O anlamıyla Kurdistan gençliği sonuna kadar o direnişi sergilemeli. Daha da radikalleşmeliler. Öz savunmasız varlık olamaz. Yani en doğadaki, en basit canlının bile savunma sistemi var. Kimse Kürtleri öz savunmadan mahrum bırakamaz. Biz öz savunmamızı, kendi savunmamızı hiçbir güce havale edemeyiz. Savunmayı kim yaparsa irade odur. O yüzden bir kez daha bu serhildan ışığında şunu söylemek istiyorum. Kürt genç kızları, genç erkekleri savunma çizgisinde kendilerini örgütlemeliler, mümkün olduğunca gerillaya katılmalıdır. Mümkün olduğunca şehirlerde öz savunma birimlerini örgütleme, bu konuda otonom örgütlenmeleri kesinlikle görmeliler, doğal birimler oluşturmalılar. İlla ki birisi gelecek onları örgütleyecek değil, kendi varlıklarını, kendi haklarını savunacak değil. Onlar bir işgalcinin, bir sömürgecinin, onun en doğal yaşam hakkını, en doğal sosyal hakkını, en doğal varlık hakkını elinden almasına izin vermeyecektir.
Böyle olursa kimse Kurdistan toplumunu zapturapt altına alamaz. Kurdistan gençliği zapturapt altına alınmazsa Kurdistan asla zapturapt altına alınamaz.
Gerçekten başta Wan olmak üzere Kurdistan’ın genelinde özel savaş politikalarıyla teslim alınmak istenen bir Kurdistan gençliği vardı. Uyuşturucu, fuhuş çok fazla geliştirildi. Fakat Kurdistan gençliği her sokak başında, her mahallede, her evde bulunan şehitlerin anısına bağlılığını kendisini büyüterek, güçlendirerek gösterdi diyebilirim.
Beklenti içerisinde olmak, hep birilerinden beklemek, istemek, talep etmek bir nevi dilencilik türevidir. Siyasi dilenci olmamak lazım yani. Devletten beklemek, birilerinden istemek, niye yapmıyorlar demek olmamalı. Kurdistan gençliği böyle bir üslubu kullanmamalı. Kimseden beklenti içerisinde olmamalı. Yani hakkını kendisi almalı. Bu duruş olmalı. Apocu gençlik böyle bir gençliktir. Apocu gençliğin temel karakterini nedir diye sorarsanız Mazlum Doğan, Önderlik için şöyle bir değerlendirmede bulunuyor. “Arkadaşta kartal yürüyüşü var” diyor. Kartal yürüyüşü nedir? Hep yükseklerde uçmaktadır. Yani asla boyun eğmeyen, hep yükseklere tırmanan. Şimdi bu gençlik, bu halk önderliğin halkı. Biz yükseklerde seyredeceğiz. Öyle basit olmayacağız. Yani kolayı tercih etmeyeceğiz. Herkes gibi olalım demeyeceğiz. Herkes gibi yaşayalım demeyeceğiz. Kurdistan gençliği kendi farkını ortaya koyacak. Hem kendisini anlamlı kılacak hem de soykırımcı sömürgeci güçlere cevap verecek diyorum. Bu kapsamda Apocu gençlik övülmeyi hak ediyorlar, sevilmeyi hak ediyor.
1 MAYIS ENTERNASYONAL BİR GÜN OLMALI
Ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçiyoruz. Bu ihtiyacın çok yakıcı bir şekilde açığa çıktığı bir dönem oluyor bu. Elbette bunlar kendiliğinden çıkmıyor, mücadeleyle çıkıyor. Kurdistan’da yaprak bile örgütsüz, eylemsiz, partisiz kıpırdamaz sloganı boş bir slogan değil, günceldir de. Biz bunu görüyoruz. Nerede örgütlü isek, nerede bir araya gelebiliyor isek, nerede gerçekten halkımızın çıkarlarını savunacak araçlar, örgütler, yapılar açığa çıkartacak olursak orada sonuç alıyoruz. O yüzden tarihsel bir dönemde Önderlik, bu dönem devrim dönemi dedi. O yüzden 1917’ye dikkat çekti. O yüzden Cumhuriyetin kuruluş dönemine dikkat çektiği benzer süreçleri yaşadığımızı ifade etti. Üçüncü Dünya Savaşı gerçekliği içerisindeki bağlantılarını koydu. Bunlar geçerliliğini koruyor. Bunlar etkisini yitirmemiştir. Gerçekten Kurdistan’da devrimci mücadele süreci, devrim süreci tüm yıkıcılığı ile kendisini dayatıyor. O yüzden ben başta Kürt halkı ve kadınlar ve gençlik olmak üzere tüm demokratik kamuoyunu içinde bulunduğumuz süreçte daha aktif mücadele etmeye, daha örgütlü davranmaya ve sonuç almaya çağırıyorum. Bu çerçevede önümüzdeki süreçte önemli günler var. Mesela 1 Mayıs var. Bu yıl 1 Mayıs gerçekten işçinin, emekçinin, ezilenin ve bir araya geldiği bir gün olmalı ve enternasyonal bir gün olmalı. Yani yerel değil de daha enternasyonal, halkların, ezilenlerin bir araya gelerek kendi sınıfsal çıkarlarını savundukları, ortaya koydukları ve barışı birlikte inşa ettikleri bir güne dönüştürülmeli. O çerçevede mücadele tüm hızıyla devam ediyor, giderek de yükseliyor, ivme kazanıyor ve önümüzde önemli günler de var. Öyle günler olmasa bile her günümüzü bir mücadele gününe çevirerek sonuç almamız gerekir diyorum. Bu çerçevede kadın ve gençlik öncülüğünde önümüzdeki süreçte doğru mücadele edersek gerçekten AKP-MHP faşizmi yenilmiştir, şu anda artık meşru olmayan bir güç konumundadır.
Yerel ayrı, merkezi ayrı gibi bir ayrım yok. Esas olan yereldir, yereldeki otoritedir. Bu büyük oranda açığa açılmıştır. Yani bunun açığa çıkartacağı yeni mücadele imkanları vardır. Şimdi günümüz Türkiye’sinde demokrasi mücadelesi çok daha güçlü yürütülebilir. AKP-MHP faşizminin yürüteceği işgal saldırılarına karşı topyekun direnişe geçilebilir. Bunun koşulları vardır. Türkiye’yi ısrarla böyle Ortadoğu bataklığına sürükleyerek böyle savaşın bir ürünüdürler. Öznesi haline getirmeye çalışan politikalara karşı da Türkiye toplumu bilinçlendirerek birlikte karşı durulabilir diyorum. Bu çerçevede herkesin mücadeleye daha fazla katılmaya, gençleri gerillaya katılmaya, kadınları toplumsal mücadelenin daha aktif öncüsü haline gelmeye, serhildan hareketinin öncüsü haline gelmeye çağırıyorum. Başarılar diliyorum.