HABER MERKEZİ
Tarihsel-toplumumuz kadim uygarlığın yaşlılığını öne sürerek, kendini ‘yeniçağ, yakınçağ’ adıyla genç göstermek ister. Burada bir gariplik vardır. Gençlik bir olgunun doğuş ve doğuşuna yakın zamanını ifade eder. Eğer kanıtladığımız gibi Sümer toplumu uygarlığımızın doğuş anını temsil ediyorsa, gençlik de ona göre belirlenmelidir. Bu durumda yeni, genç sıfatları bir aldatmaca olup, en yaşlı uygarlık toplumu olduğumuz anlaşılacaktır. Zamanı tersinden okuyarak yaşlıyı genç gibi göstermek, uygar topluma ilişkin yapılan maskelemelerin bir devamıdır.
Sorulması gereken temel soru şudur: Kent uygarlığı da diyebileceğimiz uygar toplum neden yoğun maskelemelere ihtiyaç göstermektedir?
Sümer rahiplerinin müthiş maskeleme ustalığı durmadan sürdürüldü. Başlangıç halinde soylu ve anlamlı bir içeriği olan tanrısallık, neden en çok düşürme ve anlamsızlığın baş kavramına dönüştü?
Uygar toplumun lehinde ve aleyhinde birçok görüş dile getirilmiştir. Fakat en zor ifade edilen ve başarılan, uygarlığın radikal eleştirisi ve aşılma pratiğidir. Bu da yapılan yorumların başarısızlığını göstermektedir. İnsanlığın özgürlük arzusu üzerinde muazzam bir baskının oluştuğu da ortak bir yargıdır. Sürdürülemez bir konuma çoktan gelindiği sıkça söylenmektedir. Hegel uygarlık tarihini ‘kanlı mezbahalar’ seremonisi olarak yargılar. Savaşsız geçen bir yılı yoktur. Baskılı yaşam sanki doğa kanunuymuş gibi yansıtılmaktadır. İstismar tam bir yaşam kuralı seviyesine yükseltilmiştir. Dürüstlük, saflık, ahlaki kalabilme enayilik yerine konulmaktadır.
Şuna varmak istiyorum: Uygar toplumu onu aşmak isteyen bir eleştiriye imkân sunacak bir içerikte yorumlamak gerekir. Kapitalist moderniteyi kendi başına eleştirmekle uygar toplumun aşılamayacağı, başta Marksistler olmak üzere birçok ekolün çabalarında açığa çıkmıştır. Bunda da en temel etken, bir zincir gibi bağlı olduğu uygar toplumun çözümlenmemesidir. Avrupa merkezli dünya görüşü en sert muhaliflerini bile etkisizleştirmiş gibidir. Neolitik kültür-Avrupa uygarlığı ilişkisinde olduğu gibi, Avrupa uygarlığı-önceki uygarlıklar tarihi ve toplumu ilişkisinin anlaşılır bir yorumu en çok ihtiyaç duyduğumuz husustur. Çok amatörce de olsa, bu uygarlığın en sert baskısı altındaki mahkûmiyetim, yorum geliştirmeyi benim için hem hak hem de görev olarak önüme koymaktadır.
a-Uygarlık yorumu öncelikle yapısal sosyolojinin bir sorunudur. Bilim olmanın temel koşulu eğer pozitivizm bataklığında debelenmek olmayıp, özne-nesne ayrımını aşan ‘anlambilim’ ise, buna en çok ihtiyaç yapısal sosyoloji alanında vardır. Genel sosyolojinin biricik görevi (nasıl doktorun yaptığı teşhis ve tedaviyse), toplumun teşhis ve tedavisidir. Bilmenin bir tek gerekçesi olabilir: Çok bağlı olduğumuz yaşamı anlamlandırmak. Yaşamın anlamlandırılması ise, yapısallıklar sorununu anlamamıza ve varsa sağlıksızlıkları yeniden yapılandırmamıza imkân verecektir.
Uygarlık toplumu, anlambilimin en zorlandığı yapısallıklar yığınıdır. Bu yığının varlığı bizzat anlambilimin saptırılması ve anlambilim olmaktan çıkarılmasıyla yakından bağlantılıdır. Elde tüm silahlarını kuşanmış olarak, varsa can çekişmekte olan bir kurbanına son söz olarak ‘YALANI’ itiraf ettirmek, aksi halde her tür yöntemle ‘İMHA’ etmek olan garip bir varlık, bir Leviathan’dır o. Bu varlık, yani uygarlık, yerinde bir tavır olarak her tür canavara benzetilebilir. Fakat bu çok geri bir yaklaşımdır. Hele bilim adamı hüviyetimiz varsa, bu bizi çocukluk hayalinden (canavarlık hayalleri) öteye götürmez. Canavarın yetkin bir teşhisi de yetmez. Acilen yapılması gereken tedavidir. Bütün tedavi denemelerinin boşa çıktığı ortadadır. En son aşamasında oluk oluk akan kan, korkunç acılı, soykırımlı geçen yaşamlar, beterin beteri açlık, işsizlik, her tür hastalıklar ve eko-çevrenin (mutlak gerekli olan yaşam çevresi) yıkımı en son durumun bir cümleye sığdırabileceğim raporudur. Eğer yapısal ve özgürlük sosyolojimiz sosyal bilim yaptığını iddia eden binlercesinin yaşadığı bir çöp yığını olmaktan kurtulmak istiyorsa, teşhis ve tedavisindeki gücünü kanıtlamak durumundadır. Aksi halde Adorno’nun söylediği gibi, “Soykırım kamplarından sonra, tüm gökteki tanrıların -sözcü bilim adamlarının- söyleyecekleri tek bir sözcükleri olamaz.”
Uygarlık sadece bir ‘kanlı mezbahalar’ (Hegel) seremonisi değil, daha fazlası olan bir şeydir; insan yaşamının biricik nedeni olan özgürlüksel anlamının sürekli soykırıma tabi tutulmasıdır. Gerisi yaşamın posasıdır. Uygarlık en yalın teşhisle özgür yaşam anlamının boşaltılmasından geriye kalandır.
En basit canlı yaşamına baktığımızda gördüğümüz şey yaşama verdiği anlamdır. Bu öyle bir anlam ki, milyonlarca çeşide ulaşabilme, kayalıklara kök salma, gerektiğinde kutup soğuklarında varlığını sürdürme, gerektiğinde uçma, insan buluşlarının yanından bile geçemeyeceği sınırsız teknikleri geliştirme gücüne eriştirir. Uygar toplum ise, başlangıcında yalan dolanla, örgütlenmiş zorla en gelişmiş yaşam varlığını anlam yitimine uğratma; son aşamasında ise intiharın eşiğine getirme gücünden başka hangi anlam veya anlamsızlığa sahiptir?
Sosyoloji Avrupa merkezli uygarlık aşamasında ona bu gücünü yeniden tanıtma sözü olmuştur. Hıristiyanlıktaki deyişle Tanrının son ‘sözü’ olmuştur. Bu sözleri terk etmek, en basit canlının sahip olduğu yaşam anlamına saygının gereğidir. Ahlakın en gelişkin varlığı, bu kadar ahlaksızlığı hiçbir şeyle izah edemez. Tekrar hatırlatalım: İLAHLARIN SÖYLEYEBİLECEĞİ TEK SÖZÜ KALMAMIŞTIR.
Tarih diye belletilen, devlet kurumları ve yardımcısı dolaylı kurumların kuruluş, yıkılış öyküleri değil mi? Biricik amaç hanedan yükseliş ve çöküşleri, yeni hanedanların entrika ve zorbalıkla iktidar tacı denilen ‘sürü çobanlığı’nı elde etmeleri değil midir? Bunun ise biricik amacı yünü, sütü, gerektiğinde eti ve derisi için istismarı değil midir?
Kahramanlık öykülerinden hangisi zorbalıktan azadedir, istismardan uzaktır? Aşireti, kavmi, dini için ayağa kalktıklarını ilan edenler, iktidar tacından başka bir değer kanıtlamışlar mıdır?
Savaşsız bir yılı ve insan alanı kalmamış uygar toplum, gerçekten ‘mezbaha’ kurumundan başka hangi adı anlamlıca hak edebilir?
Bilim, sanat ve tekniğin gelişimi diye hikâye edilenler hangi gerçek mucitlerinin başını almadan gerçekleştirilmişler veya gasp edilmişlerdir?
Düzen, istikrar, barış diye öykülenen gerçeklik kuzuların sessizliği değil midir ya da kulların (köle, serf, işçiler, emekçiler, tüm ezilenler) boyun eğdirilmesini anlatan tiyatro seanslarından başka hangi derin anlama sahiptir? Bu uygarlık konusunda sorular sınırsız artma ve derinleşme anlamına sahiptir. Asıl dehşet verici olan, bu öykünün şanlı tarih, kutsal din, güzellik ve aşk destanı, harika buluşlar, bir gün erişilecek cennet hayali, dostluk, centilmenlik, ittifak gereği diye sanki insanlığın mutlak kader yürüyüşüymüş gibi sunulması cesareti ve küstahlığıdır.
Şüphesiz bu soruları üretmedeki amacım, yaşamın özgürlükten ibaret olan anlamı uğruna gelişen tüm direnişçilerin gerçek kahramanlık, kutsallık, aşk destanlığı ve yoldaşlık olan özüne ve onların söylenmemiş son sözlerine duyduğum derin ilgi, anılarına saygı ve bağlılıktır. Eğer bir gül ağacı kadar dikenleriyle güzelim güllerini savunmak için dikenlenmek gerekiyorsa bunu yapmak, anlam gücü belki de sonsuz güzellikte olan özgür insan yaşamının savunulması uğruna savaşımı bilmektir.
b- Ahlaki yargılarımızdan teorik yargılarımıza biraz geçelim. Modernite (kapitalist) döneminde muhaliflerin çok sözünü ettikleri ‘sınıfsallık’ kavramını bütün yönleriyle, özellikle tarihsel akıştaki rolüyle anlamak çok önemlidir. Aksi halde en yavan ‘demagojik sakız’ ve anlambilimini perdeleme araçlarından biri olmaktan öteye gidemez.
Sınıfsallığı gerçekten kavramak için bilinmesi gereken ilk husus, onun güç organizesinin el ve ayak kısımlarını teşkil ettiğidir. Bu organların kendi başlarına bir anlam değerleri yoktur. Belki benzetme aşırı sosyobiyolojiktir, ama yerindedir. Gücün, toplumdaki iktidarın, uygar toplumdaki Leviathan’ın en organize güç olduğu herhalde tartışılmaz. Eğer devleti sınıflı toplumun genel baskı ve istismarı mümkün kılan en geliştirilmiş iktidar ilişkileri bütünlüğü olarak yorumlarlarsak, baskı altındakiler ve istismar edilenler bu ilişkiler ağının ayrılmaz parçaları değil midir? Uygarlık yalnız devlet örgütlenmesinde değil, dinden ekonomiye kadar tümüyle bir yapılanma, örgütleme gücü değil midir? Esas olarak da organize edilmiş köleyi, serfi, işçiyi, sayılamayacak kadar çok yatay ve dikey toplumsal katmanları oluşturmak bu gücün esas işlevi değil midir?
Şunu önemle belirtmek istiyorum: Güç örgütlenmesinde el ve ayakların özne değeri olmasına asla fırsat tanınmaz. Eğer iktidar başarılmış bir organize ise, kaba diye tabir ettiği emekçilerine mutlak hâkimiyet sağlamış demektir. Bu da daha önce varsa bile, iktidar koşullarında özne değerini yitirmeleri demektir. Bu nedenle Spartaküs’ten Paris Komünarlarına kadar köle emekçi isyancılarının başarı şansı yoktur. Bir şartla olur: İktidar için taze kan değerinde olabileceklerse! Bu da yeniden uygar topluma eklemlenmekten başka anlama gelmez. Yüz elli yıllık bilimsel sosyalizm denemeleri bu gerçekliğin veciz bir açıklanmasında çarpıcı örnek değerindedir.
Peki, iktidar ilişkileri kapsamına alınmakla bu sonuçlar arasında ilişki yok mudur? Esas anlaşılması gereken husus, resmi iktidar ilişkisindeki sınıfsallığın bağlılık düzeyidir, niteliğidir; sınıfsallığın kendi başına bir eylem, anlam değeri taşıyıp taşımadığıdır. İster sınıfsallığın üst katmanı efendi, senyör, patron, burjuva olsun, ister alt katmanı köle, serf, işçi olsun, iktidar ilişkisinde aynı ideolojik-politik yaklaşımda anlaşılırlar. İçlerinde itiraz etmeleri fazla değer taşımaz. Bu ilişki öyle bir ağdır ki, binbir düğümü vardır. Birine itiraz etsen, hatta yırtsan bile, 999 tanesi hemen devreye girer. Yırtığı tamir ettiği gibi, yırtanı en sağlamından bağlamayı başarmadan bırakmaz. Gerekirse başını alarak bunu yapar.
Sümer rahipleri ve hanedan şefleri tarafından tesis edilen ilk taslak devlet-iktidar ilişkilerindeki çalışanı, kabilenin emekçilerini düşünelim. Rahibin kullaştırmaya başladığı çalışan, bir defa iki kat üstteki yeni imal edilmiş tanrıların (Kutsallık kavramları; ki, birey üzerindeki etkilerini hiçbir maddi güç sağlayamaz) müthiş meşrulaştırıcı etkisi altındadır. Böyle olmazsa zaten oraya alınmaz. İkincisi, eskiye göre daha iyi beslenmektedir. Daha iyi beslenmenin kendisi için başka bir alternatifi görünürde yoktur. Üçüncüsü, cinsel tutkuları açısından eskisiyle kıyaslanamaz, güzellik saçan huriler gerçeği ile sürekli hayali süslendirilmektedir.
Günümüzde medyanın sunduğundan ve orduların sağladığından belki de katbekat daha fazla itaate ve düzen düşkünlüğüne katkı sunan kadın sunulmaları!
Sınıf kapsamındaki bu yeni kul bir özgürlük isyancısı değil, olsa olsa bir özgürlük hainidir veya özgür yaşam anlayışından boşaltılmış bir vakadır, farklı bir olaydır. Hanedan şefi de devlet-iktidarı ilişkilerine yönelirken benzer bir uygulama içinde olacaktır. Temel ittifak güçleri içinde daha görünür sağlam çıkarlara dayalı güçlü bir örgütlenme ilk şarttır. Hanedan aile, geniş soy ilişkisi içinde saygı duyulur, korkulur bir meşruiyete sahiptir. Kabile gelenekleri hiyerarşiyi sürekli yüceltir. Ufak rahatsızlıklar bile ya barışçıl olarak kabile meclisinde, ya da çatışmayla aşılır. Böylesi ilişkiler yumağı içinde devlet olmaya giden bir hanedanının en zayıf tarafı olarak sınıf karakterini göstermek stratejik bir yaklaşım olamaz. Şuraya varmak istiyorum: Sınıfsallık uygarlığın temel karakteristiklerindendir. Fakat sınıf devrimleri için temel alınacak stratejik anlamdan, teorik olarak imkânsız olmasa da, pratikte sonuç alıcı olmaktan uzaktır. Devrilen tüm uygarlıklar, iktidarlar kulları ve emekçileriyle birlikte devrilmişlerdir. Kulları ve emekçileri tarafından devrilen iktidarlar ya çok azdır, ya da olsa bile yeni getirilen iktidar eskisini aratmayan bir zulüm ve istismar makinesi olmaktan öteye bir anlam ifade etmemiştir.
Tarihi sınıf savaşlarından ibaret görmek aşırı indirgemeci bir görüştür. Baskı ve istismar uygarlığın ve dolayısıyla uygarlık tarihinin dayandığı sürdürülme tarzıdır, sistemdir. Fakat bunun ideolojisi, politikası, hatta ekonomisi farklı çalışır. Daha doğrusu, dar sınıfa-karşı sınıf, tarihin akış tarzı değildir. Burada köleleştirilmenin korkunçluğu, sisteminin alçaltıcılığı, özgürlük inkârcılığı tartışılmıyor. İktidar ve uygarlık sistemlerinin kuruluş ve çöküşlerinin başka anlam ve stratejilerle cereyan ettiği, sınıfa karşı sınıf mantığının var olan iktidar sistemine, uygarlığına ya bilerek yeni bir iktidar biçiminde katılındığı ya da tam tersine, karşı çıkıldığı halde yeni bir taze kan olmaktan (Sovyet ve Çin deneyimleri) öteye sonuç vermediği yorumlanmak isteniyor. Burası tartışılıyor. Belki bu tartışmada aşırı iktidar indirgemeciliği yaptığımız, iktidardan kurtuluş ve çıkış kapısı göstermediğimiz biçiminde bir eleştiri şimdiden yapılabilir. Bu konuyu Özgürlük Sosyolojisi bölümünde kapsamlıca ele alacağımızı belirterek cevaplandıralım. Özgürlüğün de en az iktidar ideolojisi, politikası ve örgütlenmesi kadar farklı bir toplumsal alanı, mantığı ve stratejisi olduğunu cevabın işareti olarak verelim.
c- Uygarlıklar arası çatışma mı, ittifak mı sorusu günümüzde pratikte tartışılan bir sorun olsa da, tarihi anlamı daha kapsamlıdır.
Uygarlık toplumu gerek kendi içinde, gerek farklı uygarlıklar arasında esas olarak çatışma üreten bir yapılanmadır. Bu yapılanmanın üretildiği anlam ve amacı, dayandığı sınıflaştırma, bunun için baskı, istismar, sürekli yanıltma ve perdeleme gerçekliği, neden sürekli çatışma üreten karakterde olduğunu açıklamaktadır. İktidar ve sınıflaşmanın kendisi çatışmadır. Bunun içte ve dışa karşı cereyan etmesi özünü değiştirmemektedir. Uygarlıkları vasıflandırarak da özünü değiştirmek, farklı özdeymiş gibi yansıtmak gerçekçi görünmüyor. Savaşçı-barışçı, tek tanrılı-çok tanrılı, verimli-verimsiz, kültürlü-cahil, aynı kavimden-farklı kavimlerden oluşları özselliklerini değiştirmez. Yönlendirici gücü dünyanın tamamını fethedinceye kadar kendini görevli sayar. Cihan gücü olmak bünyesel bir hastalıktır; iktidar kaynaklıdır. Genişlemesi durduğu an gerilemeye başlar. Bunun sonu normale çekilmek değil, yıkılıştır. Çünkü tüm iktidar sistemlerinin normali yoktur. Kanser hastalığı gibi ya yok etmek ya da edilmek zorunluluğunu duyar. Basit bir aşiret şefliğinden olup da uygarlık atına binip kendini tanrılaştıran çok kişilik vardır.
Tanrısallık iddiasının altında insanlığı yok etme gücü yatmaktadır. Savaşla büyük yok eden, büyük yaratacağını da sanır. Psikolojik olarak benlik kontrol edilemezse, kendini sınırsız abartma hastalığındadır. Uygarlık sistemi bu hastalığın ortam bulduğu toplumu sunar. İktidarın yozlaştıramayacağı hiçbir toplumsal değer ve kişilik yoktur denilir. Bu, iktidarın özüyle ilgili bir değerlendirmedir. Uygarlıklar iktidar toplumları olduğundan, yaşamla en yoğun çelişkili sistemlerdir. Kardeşten tutalım eşe dosta kadar iktidar uğruna gözden çıkarılamayacak değer yoktur. Uygarlıkların yönetim güçleri incelendiğinde işlemedikleri cinayetler, yapmadıkları komplolar yok gibidir. Yalanların sistemleştirilmesine politika adını verirler.
d- Uygarlık toplumlarında kurumlaşan bir özelliğe çok dikkat çekmek gerekir. Bu gerçekliğe toplumun iktidara yatkınlık hali de diyebiliriz. Bir nevi kadının karılaşma geleneği üzerinde yeniden yaratılması gibi, iktidar da toplumu kadının karılaştırılmasına benzer biçimde hazırlamadan, varlığından emin olamaz. Karılık, en eski kölelik olarak, ana-kadının tüm kültüyle birlikte, güçlü adam ve maiyetindekiler tarafından uzun ve kapsamlı mücadeleler sonunda yenilgiye uğratılıp cinsiyetçi toplumun egemen kılınmasıyla kurumlaşmıştır. Bu egemenlik eylemi belki de uygarlık tam gelişmeden toplumda yerini bulmuştur. Bu o denli şiddetli ve yoğun bir mücadeledir ki, sonuçlarıyla birlikte hafızalardan da silinmiştir. Kadın neyi, nerede, nasıl kaybettiğini hatırlamaz. Boyun eğmiş bir kadınlığı doğal hali sayar. Bu nedenle hiçbir kölelik kadın köleliği kadar içselleştirilerek meşrulaştırılmamıştır.
Bu oluşumun toplum üzerinde iki türlü yıkıcı etkisi olmuştur: Birincisi, toplumu köleliğe açması; ikincisi, tüm köleliklerin karılaştırılma temelinde yürütülmesidir. Karılaşma sanıldığı gibi salt bir cinsiyetçi obje değildir. Biyolojik bir özelliği çağrıştırmıyor. Karılaşma özünde sosyal bir özelliktir. Kölelik, boyun eğme, hakareti sindirme, ağlama, yalancılığa alışma, iddiasızlık, kendini sunma vb. gibi özgürlük ahlakının reddetmek durumunda olduğu tüm tutum ve davranışlar karılık mesleğinden sayılır. Bu yönüyle düşürülmüş toplumsal zemindir. Köleliğin asli zeminidir. En eski ve tüm köleliklerin, ahlaksızlıkların üzerinde işlevselleştiği kurumsal zemindir. İşte uygarlık toplumu bu zeminin tüm toplumsal kategorilere yansıtılmasıyla da alakalıdır. Toplumun bir bütün olarak karılaştırılması sistemin yürümesi için gereklidir. İktidar erkeklikle özdeştir. O zaman toplumun karılaştırılması kaçınılmazdır. Çünkü iktidar özgürlük ve eşitlik ilkesini tanımaz. Aksi halde var olamaz. İktidarla cinsiyetçi toplum arasındaki benzerlik özseldir.
Uygarlığın büyük aşamalarından biri sayılan Yunanlılarda gençler resmen tecrübeli bir erkeğe ‘oğlan’ olarak sunulurdu. Uzun süre bunun nedenini çözememiştim. Sokrates gibi bir filozof bile, “Önemli olan oğlanın sürekli kullanılması değil, efendisinden terbiye görmesidir” der. Buradaki mantık, gaye gençlerin oğlan olarak sürekli kullanılmasından ziyade, kadınsı özelliklere hazırlanmasıdır. Daha da açıklayıcı olarak, Yunan uygarlığı da karılaşan bir toplum ister. Soylu, asil gençler oldukça bu toplum oluşamaz; bu toplumun oluşması için kadınsı davranışları içselleştirmeleri gerekir. Tüm uygarlık toplumlarında benzer eğilimler vardır. Oğlancılık bu toplumda çok yaygındır. Bu öyle bir hal almıştır ki, her efendinin oğlan sahibi olması gelenekselleşmiştir. Oğlancılığı bir bireysel cinsel sapıklıktan, hastalıktan ziyade, sınıflı toplumun, iktidar toplumunun yol açtığı sosyal bir olgu olarak anlamlandırmak önemlidir. Cinsellik ve iktidar uygar toplumda toplumsal bir hastalıktır. Hem de kanser gibi. Birbirleri olmaksızın edemedikleri gibi birbirlerini çoğaltırlar: Tıpkı kanser hücrelerinin çoğalması gibi. Kaldı ki, bireysel kanserlerle toplumsal kanser arasındaki ilişkiyi kapitalist modernitede daha kapsamlı yorumlayacağız.
Şuraya gelmek istiyorum: Uygar toplumlarda iktidar zemini binlerce yıldır özenle ve bir karılaşma misali hazırlanmıştır. Uygarlık geleneğinin yargısı, kadının ‘erkeğin tarlası’ olduğudur. Toplumda da benzer gelenek geçerlidir. Erkek iktidara kendini bir kadın gibi sunmalıdır. İsyan eden, sunmayı reddeden, savaşlarla hazır hale getirilmeye çalışılır.
İktidar sürecini bir kişi, zümre, sınıf ya da ulusun aniden oluşan eylemi olarak görmek büyük yanılgı içerir. Belki hükümetler ani kurulabilir. Ama iktidarlar, siyasi sistemler uygar toplumlarda yüzlerce vahşi imparatorlar, klikler, egemen güçlerin her türlüsü tarafından öncelikle egemenlik kültürü (tarlası, geleneği) olarak hazırlanmışlardır. Toplumlar tıpkı karı nasıl kocasını alınyazısı gibi bekler ve kabul ederse, öylesine iktidar bağımlısı, tarlası olarak sahibi tarafından kullanılmayı bekler veya öyle alıştırılmışlardır. İktidar toplumda egemenlik kültürü olarak vardır. Bu noktada Bakunin’in “En benim diyen demokrat, iktidarda yirmi dört saatte bozulur” özdeyişi anlamlıdır. Açıklayamadığım, ama uzun süredir açıklamaya çalıştığım, bu bozulmayı sağlayanın iktidar zemininin kendisi olduğudur. Binlerce yılın kan deryasından ve istismarından (sınırsız savaşlar ve sömürüler) oluşan iktidar koltuğu, elbette aniden üzerinde oturanı yirmi dört saatte bozar. Tek şartla bozamaz: İbadet eder gibi kendini korursa! Sınırsız hile, savaş ve sömürü ortamında kurulan iktidar; gelenek, kültür ve sistem olarak çok etkili ve nerdeyse mutlak anlamda bozucudur. Bunun en çarpıcı örneği ‘reel sosyalizm’in yaşadıklarıdır.
Sistemi kuranların iyi niyet ve amaçlarına bağlılıktan kuşku duyulamayacağı açıktır. Peki, reel sosyalizmin kurucuları nasıl oldu da onca karşısında savaştıkları kapitalizme gönüllü teslim oldular? Bana göre iktidara geliş ve iktidarı kullanış biçimleri bu tarihsel trajedinin temel nedenidir. Sosyalizm kurucuları uygar toplumun kültürü üzerinde iktidar oldular. Yani çok karşı olduklarını iddia ettikleri kanlı ve sömürgen mirasın (devlet gelenekli iktidara alıştırılmış toplum) enkazı üzerinde iktidar olmaktan çekinmek şurada kalsın, ona dört elle sarıldılar. İktidar öyle bir fahişedir ki, baştan çıkaramayacağı sahibinin olamayacağını anlamak bile istemediler. Bu konudaki bazı eleştirileri (Kropotkin’in Sovyetler’den hızla devlet iktidarına geçtiği için Lenin’i eleştirmesi) oportünizm olarak değerlendirmekten kendilerini alıkoymadılar. Wallerstein, Sovyetler’in kapitalist-dünya sistemin birleşik etkisi tarafından çözüldüğünü, onu aşacak gücünün olmadığını söylerken gerçeğe yakınlaşmıştır. Fakat sorunun özüne dokunmaktan uzaktır. Michel Foucault ise, sistemin bilgi-iktidar tekniğini kullandığı için sistemle yeniden bütünleştiğini yorumlarken gerçeğe daha yakındır.
Benzeri yorumlar Paris Komününden başlayarak sayısız ulusal kurtuluşçu, komünist ve sosyal demokrat girişimler için de geçerlidir. Her tarla kendine has bitki üretir. Binlerce yılın bilgi-iktidar tarlasında genelde özgürlük, özelde sosyalizm bitkileri üremez. Bunun için özgürlük ve sosyalizm eylemcilerinin (tabii ki kuramcılarının da) öncelikle kendi tarlalarını hazırlamaları, iktidar tarlasında üreyen bulaşıcı hastalıklara karşı sürekli teşhis ve tedavide bulunmaları, en önemlisi de iktidar (her tür kurumlaşması, kişiliği) gibi yetişen bir bitki fideliğinden uzak durmaları, kendi öz fidelerini (zengin demokratik biçimlenişler) yetiştirmeleri ve ekmeleri gerekir. Aksi halde tüm uygarlık tarihlerinde ‘özgürlük ektim’ deyip de önceki iktidar sistemlerinden farklı olmadıklarını görüp yaşamaktan kurtulamayan binlerce örneği tekrarlamaktan kurtulamazlar. Burada yapısal sosyolojiyle bağını hatırlatmak için Özgürlük Sosyolojisi’nde kapsamlıca yorumlayacağımız konuya giriş kabilinden değinme gereği duydum.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan
Demokratik Uygarlık Manifestosu’ndan