HABER MERKEZİ
Yüzyılımız gerçeğini sosyolojik açıdan değerlendirdiğimizde yabancılaşmanın ne denli derin olduğunu görürüz. İktidarla iç-içe gelişen bu kavram günümüz siyasetinde da fazlasıyla etkilidir. Yabancılaşma, yaşamımızdaki ya da çevremiz ile olan etkileşimde yansımasını bulmakta.Çevremizdeki çoğu insan, öz doğasından uzak, gerçeklerden bihaber, emeğini sömürü çarkına açık tutarak üstelik bu duruma şükrederek yaşamakta.
Toplum ve birey yaşamını birebir ilgilendiren yabancılaşma kavramını derinlemesine yorumlamaya ihtiyaç var. Kavram olarak ‘yabancılaşma’yı felsefik boyutta ilk kullanan Hegel’dir. Daha sonra Karl Marks’ın temel değerlendirmelerinin başında gelmiştir. Yabancılaşmayı ekonomi üzerinden yorumlayan Marks, “Yabancılaşmış emek, doğa, yaşamsal etkinliğin insana yabancılaşması, kendi öz bedenine yabancılaşma, tüm bunların sonucunda da insan insana yabancılaşır” der. Tüm belirlemelerin kendi içinde ciddi bir doğruluğu vardır. Kendi çağında emek ve üretimle daha çok ifade edilen yabancılaşma günümüzde daha zorlayıcı sonuçlarla karşımıza çıkmakta. Bu anlamda iktidar ve toplumsal yabancılaşmanın sonuçlarını günümüzde nasıl yaşıyoruz? sorusu değerlendirmeye muhtaçtır.
Kalabalıklar içinde izole olmuş yaşamlar
Kapitalizmin etkili olduğu ve kendini var ettiği meşruluğun sancıları toplumumuzda da yansımasını bulmakta. Tüketime giren ve bunu meşrulaştıran yaklaşımlar ailemize, arkadaşlıklarımıza ve yakın çevremize sirayet etmekte. Emeğe yabancılaşmanın düşünce ve davranış biçimlerini gün içerisinde ilişkide olduğumuz çevremizle yaşamaktayız. Giderek birey olmaktan uzaklaşan, tanımsızlığa götüren düşünce ve duygu biçimi toplumun bireyle ilişkisini öldürmektedir. Böylece toplumsal dinamik ya da değer oluşturan olguların canına okunmakta. İnsanlar kalabalıklar içinde izole olmuş yaşamları, kaybolmuş benliklerini arama arayışına dahi yönelmiyor. Sanatta, iletişimde, emek alanlarında sanalda yaşıyor gibi yaşanması kendine yabancılaşmanın en aleni örneklerinden. Geriye, solgun, inançsız, maddiyata eğilimli, doğadan kopuk birey kalmakta.
Doğaya ve topluma yabancılaşma tüketim çılgınlığını son sınıra vardırmıştır. Bu tüketim kapitalist modernitenin emdiği insan ruhu, duygusu ve maneviyatını da kapsamakta. Tüketim ve kendi kültüründen uzaklaşma eskiden yadırganırken şimdilerde ise sıradan bir hal almış durumda. Bu nedenle yaşanan yabancılaşmayı sosyo-kültürel, tarihsel ve toplumsal bir yabancılaşma olarak ifade etmek yanlış olmayacak. Tatlarda, dokunuşta, aşkta yaşanan doyumsuzluk ve tatminsizlik zamanla bireyin kendini, varlığını, toplumsallığını tüketmeye götürüyor. Tüm bunlar elbette ki toplumsal değerlerden sapmış hastalıklı bireyin eğilimleridir.
Kendi varlığını bilince çıkartmak?
Türkiye’yi örnek verecek olursak; tam bir sömürü düzeni ile karşı karşıyayız. Kırk yılı aşkın savaş politikalarının yarattığı sömürü düzeninin ekonomik, toplumsal, kültürel, tarihsel yansımaları bireye ve topluma tahribat ve travma olarak yansımakta. Ruhsal, psikolojik, emek ve manevi yabancılaşmayı derinleştirmektedir. Yabancılaşmanın boyutları çok fazlaca. Sıradanlaşma, doğadan kopuş, maddi yaşama bağlanma bu örneklerden sadece birkaçıdır.
Sonuç ise; yaşama, kültüre, dile ve hakikate yabancılaşmadır.
Peki bu yabancılaşmanın önleyici tedbirleri nelerdir? Her şeyden önce bireyin kendi varlığını bilince çıkarması kadar radikal bir toplumsal örgütlenmeyi gerektiriyor. Yabancılaşmaya karşı öze dönüş, kültürüne dönüş, diline dönüş mücadelesi yürütmek önemli. Tarihsel hafızayı diri tutmak ve toplumsal kök hücreleri yeni nesillere nakledecek olan biz kadınlara bu konuda önemli rol düşmekte. Bu rol ile kadınlar bu tersi ve tehlikeli gidişata karşı direnç noktası oluşturabilir. Çünkü yaşanan her yabancılaşmanın sonuçları kadına ve topluma mal olmakta.
Çarçel Engizek
KAYNAK: http://www.newayajin.net/