HABER MERKEZİ
İnsanın en korkunç edimlerinden biridir savaş. Bu denli yıkıcı bir olgunun neden hiç hayatlarımızdan çıkmadığı başlı başına analiz gerektiren bir konu. Yaşam ve yeryüzüyle tanıştığımızdan beri savaşın ateşiyle yanıyoruz. Daha doğrusu eril iktidar, akıl ve yanlış yaşam bizlere öğretildiğinden beri. Neden bu korkunç kıyamete alıştırıldık ve neden ölümün her yanıyla kol gezdiği bir yaşamın içinde varolmaya çalışıyoruz. Yaşamımız böyle mi sürecekti?Böyle olmadığı halde neden bu yana saptı. Anamız niye diyarı terk eyledi, babamız niye diyara el koydu. Tanrıçalar ruhlarımızın kuytuluklarına çekilirken, doğayı ve toplumu ayaklar altına alan erkek tanrılara neden tapınır hale geldik. Avcılar, şamanlar, tanrı-krallar cehenneme giden yolları kadınlar ve toplumlar için neden teker teker ördüler, kendilerine ise cenneti bahşettiler?
Ve sonra tanrı neden öldü. Tanrının yerine geçen insan da gün be gün bir an bile arkasına bakmadan hunharca neden doğayı ve yaşamı katlediyor. Sonsuz tüketim çılgınlığı içinden debelenen bu maddileşmiş, cisimleşmiş sistem içerisindeki bireyin sonu ne olacak. Toplumun temel üretim nesnesi haline gelen kadın ve erkek bu karanlık tünelden nasıl çıkacak. Karanlık tünelin ucundaki ışıkta beliren kadın yüzlü umudu görebiliyor muyuz ve dipten gelen dalganın seslerine kulak veriyor muyuz? Bu nedenlerin hepsi elbette sadece bir fikir değildir. Nedenleri daha da çoğaltmak mümkün. Şüphesiz bu çokluk daha fazla doğru sonuçlara ulaşmak, kadın, toplum ve doğa adına daha iyi, doğru ve güzel olanı bulmak içindir. Güzelliğin temel oluşturucusunun da eyleyiş ve mücadele olduğu kesin. Egemenlik karşısındaki direnişin soy ağacından, özellikle de yasak elmadan beslendiğimiz müddetçe sırtımızın yere gelmeyeceği gün gibi aşikar.
Her yerde hazır ve nazır olan iktidar
Bugünlerde ormanların cayır cayır yanmasına, ağaçların bizden umudunu kesip gözyaşlarını içine akıtmalarına, suyun plastiklerin içinde kendini aramasına, balıkların yumurtalarını daha temiz sanıp karalara bırakmasına, Amazon yerlisinin çığlığına hepimiz şahidiz. Bu sonuçlar doğa, toplum ve kadın karşısında tam bir savaş halinin göstergesidir. Ve bizler nasıl hala nefes alıp veriyoruz? Soluduğumuz hava yaptıklarımıza inat ciğerlerimizi paslandırırken. Yani insan sadece kendi soyuyla boğuşmuyor. Doğaya, tarihe, kültüre onu çepeçevre saran her şeye karşı çok korkunç bir savaş halinde. Elbette bu halin ataerkil sistemle doğrusal bir bağı var. Ataerkil sistemin özdeği olan iktidar olgusunun fıtratı savaş ve türevleridir. Zayıf-güçlü, egemen-ezilen, birincil-ikincil, ben ve öteki çemberi içerisinde döndürülen yaşam an be an savaş üretir. Hayatın ekonomik, sosyal, kültürel, çevresel vb. tüm ilişkilerini saran iktidar gerçeğinin kendini var etme biçimi olan bu yok edici düalizm bir savaş halidir.
İktidarın her yerde hazır ve nazır olması zaten yaşama karşı bir meydan okuyuştur. İktidarı kurumsal bağlar içerisinde birkaç alanda özneyi kontrol altına alan bir yapı olarak görmek yetersizdir. Çünkü iktidar rutin hayat akışına, öznenin zihnine ve eylemlerine etki eden bir kurumdur. Ama bu her şeyi yenilmez birliğinin çatısı altında kümeleştirme ayrıcalığına sahip olmasından değil, her an her noktada daha doğrusu bir nokta ile bir başka nokta arasındaki her bağlantıda ürüyor olmasından kaynaklanır. ‘İktidar her yerdedir; her şeyi kapsadığından değil, her yerden geldiğinden dolayı her yerdedir. Ve iktidar sürekli, tekrara dayalı, cansız kendi kendini yeniden üreten her şeyiyle, tüm bu hareketliliklerden yola çıkarak beliren, bunların her birinden destek alan ve geri dönerek onları sabitlemeye çalışan genel bir sonuçtur. İktidar sadece bir kurum bir yapı değildir; bazılarının baştan sahip olduğu belirli bir güç değil, belli bir toplumda karmaşık bir stratejik duruma verilen addır. Foucault bu tanımı yaşamın nasıl iktidar tarafından kurulduğunu, üretildiğini ve savaşa dönüştürüldüğü açıklamakta.
Cinsiyetçilik tüm iktidar çeşitlerinin babasıdır
Öğretilen ve inşa edilen böylesi erke dayalı bir aklın, insanlığı ve toplumu savaşla nasıl oturup kalkar hale getirdiğiyle her gün karşılaşıyoruz. Hatta karşılaşmaktan ziyade hayatın bu olduğunu kader beller duruma gelmişiz. Kadere inanmayanların kaderimizi nasıl çizdikleri ve bizleri körleştirerek nasıl mahkûm ettiklerini görmek için erkek aklı ve duygusundan kopuş mutlak olmalı. Bu körleşme ve düşüş kadınların baş aşağı gidişiyle başladı. Tarihten günümüze kadın üzerinden gelişen bu tahakküm, doğayı ve tüm toplumu da zapturapt altına aldı. Köleleşen kadın köleleştirilen topluma, istismar edilen doğaya dönüştü. Dünyayı, bölgemizi, doğayı ateş altına alan bu şiddet sarmalının kökeni hiç şüphesiz erkeğin kadın üzerindeki tahakkümüdür. O yüzden şöylesi bir çıkarma yapmak mümkündür. İktidarın gensel yapısı cinsiyetçiliktir. Cinsiyetçilik tüm iktidar çeşitlerinin babasıdır, anayı yok ederek. Irkçılığın ve milliyetçiliğin kökeni de kadının ikincileştirilmesidir. Üstün erkek, üstün erk, üstün ırk ve ulustur. Diktatörlerin ‘halklar kadınlar gibidir’ demelerinin altında kesinlikle bu akıl -ya da akıl tutulması- vardır. ‘Kadınlar sizin tarlalarınızdır’ diyen dinsel retorik güya aydınlanmanın tanrılaştırdığı akılla, doğayı kadınla özdeşleştirerek bir nesneye dönüştürmüştür. Nesneleşen kadın ve doğa üzerine her türlü istismarı hatta tecavüzü gerçekleştirme bu fikri takibin ürünüdür. Kadın, doğa ve toplumun bedenleştirilmesi kesinlikle erkek aklının tezahürü olan özne ve nesne ayırımına dayalı patolojik zihniyettir. Bu yüzden kadın cinayetleri, sömürülen doğa, açlıktan ölen çocuklar ve bitmek bilmeyen kar hırsından kaynaklı gelişen savaşlar, birbirinden kopuk ele alınamaz. Amazon’un, Dersim’in yanması, Kürdistan’da ve bölgemizde şehirlerin yakılıp yok edilmesi, tarihin sular altında bırakılması ve uçurulmasının, Emine Bulut’un çığlığı olan ‘ölmek istemiyorum’ haykırışıyla bire birliğini görmezsek bu dünyanın zalim erkek egemenliği ile baş edemeyiz. Yanan ciğerlerin çığlığını yaşayan yüreklere dönüştürmek dışında başka bir yol yok.
Hayatın her zerresine nüfuz eden erkek aklı yaşlı gezegenimizi savaş alanına dönüştürdü. Beyaz ırkın, beyaz aklı, coğrafyamızda kültürel zenginliklerimiz olan kimliklerimizi sürekli çatıştırıyor, Dostoyevski’nin değimiyle “şarap gibi kan dökülüyor.” Güya bilimsel denilen çağda her birimiz turuncu kıyafetler içinde kameralar karşısında başların kesilmesine, bir kafeste ilahiler eşliğinde yakılan insanlara, recm edilen, yine köle pazarlarında elleri zincirlenip siyahlar giydirilerek satılan kadınlara şahit olmadık mı? İnsanlık bu çağda da kara elbiseli, bellerinde kılıçlar ve besmele naralarıyla ilerleyen bir vahşeti gördü. Acaba vahşeti örneklendirmek onu çoğaltmıyor mu diye düşünüyor insan?
Zenupya, Ayn Dara ve Cemile
Bodrumlarda yakılan genç bedenler, on bir çocuk annesi elli yedi yaşında, tam yedi gün kara kışın soğuğunda sokağın ortasında yaralı olarak yatan Taybet ananın -ki o Taybet ana ’93’te patlayan bir mayında dört yaşındaki Botan’ı ve 12 yaşındaki Esmer’ini de, parçalanmış halde bulmuştu- çocukları 23 yıl sonra onun ölümünü gördü. Yine ’92’de Cizre’de yaşanan olaylarda 7 yaşındaki kızı Fatıma’yı, kaynanası ve kayınbabasını kaybeden ve kendisi de yaralanan Emine Çağırga da 23 yıl sonra (7 Eylül 2005’te) bu kez 11 yaşındaki kızı Cemile’yi kaybetti. Emine evinin önünde keskin nişancılar tarafından vurulan kızının bedenini günlerce derin dondurucuda sakladı. Taybet ana ve Cemile’nin trajedisi Kürdistan kentlerinde yaşanan vahşetin ve asit yağmurlarının özetidir. Ne yazık ki ilerlemiyor insanlık. İlerleme illüzyonu sadece ve sadece bir sanrı. İnsanlık yıkılan Halep, Sur, Nusaybin, Cizre ve harabelerin altındaki nefeslerin vahşetiyle yüzleşmedikçe düze çıkmayacaktır. Savaş tanrılarının yakasına yapışmadığımız, sillemizi yüzlerine vurmadığımız müddetçe, ölüm üzerimize yağmaya devam edecektir. Havaya uçurulan Palmira’nın bedeni parçalanan Zenupya’dır. Musul üniversitesinin binlerce yıllık tarihe dayanan kütüphanesinin yakılması belleksizleştirilen Ortadoğu toplumudur. Aşk ve savaş tanrıçası İştar için üç bin yıl önce inşa edilen Ayn Dara tapınağının, siyah bazalt taşına oyulmuş tapınağın koruyucuları olduğuna inanılan kanatlı hayvan figürlerinin ve fresklerin yeryüzündeki tanrılara kanatları değecek. Zeytin ağaçlarının acısı mutlak bir gün ağuya dönüşecek. Dağılan nar taneleri zalimlerin yüzlerine dökülecek elbet. Ve öyle yüzlerindeki kan lekeleriyle tarihe rezil u rüsva olacaklar. Belki insan unutur fakat tarih ve kültür hükmünü mutlaka icra eder.
Asimetrik egemenlik ağı
Yani dünya her haliyle ayaklarımızın altından kayıyor. Üçüncü dünya savaşının içinde yaşarken biz hala üçüncü dünya savaşı çıkacak mı diye bekliyoruz. Savaşı hep gelecek ama henüz ufukta görünmemiş bir şey olarak kurguluyoruz. Ufukta görünecek olanı beklediğimiz için gelmiş olanı göremiyoruz. Dünya savaşını temelde egemen devletler arasında cereyan eden bir sonuç olarak algılıyoruz. Savaşların salt devletler arasındaki güçler, dengenin bozuluşu, yayılmacı devletlerin kontrol edilemez hale gelişi, yanlış hesaplar ya da devletler arası kaynak paylaşımı gibi nedenler yüzünden egemen devletler arasında ortaya çıktığı varsayımından hareket ediyoruz. Bunu yaparken savaşın hegemonik formunda cereyan eden tarihsel dönüşümleri hesaba katmıyoruz. Oysa savaş tıpkı aile gibi, devlet gibi, tarihsel bir form. İktidarın oluşumuyla birlikte süregelen bir olgu. Gerçekleşme biçimi toplumsal ilişkiler ile şekillenen ve gerçekleştiğinde içinde bulunduğu toplumsal ilişkileri yeniden örgütleme ve dönüştürme kapasitesine sahip bir güç. Savaş günümüzde aldığı spesifik biçimin ötesinde farklı aktörleri karşılıklı yoğun bir ilişkiye sokan, aktörlerin niteliğini belirleyen dönüştürücü ve yeniden kurucu bir pratik. Bir sonuç olduğu kadar bir neden de.
Modern devletlerin üzerine oturduğu savaş aygıtı çöktü. Savaşı yapan aktörler biçim değiştirdi. Uluslararası ağlarla iş gören, aynı anda birden fazla ülkede eylem yapma kapasitesine sahip, kurumsal yapısı itibarıyla esnek, dünyanın her yerinden şiddet aktörlerini bünyesinde eriten IŞİD gibi ağlar ortaya çıktı. Egemen eşitler varsayımına dayalı bu uluslararası düzenin yerini parçalı ve asimetrik egemenliğe sahip bir devletler sistemi aldı. Özcesi küreselleşmenin yaygınlaşmasıyla değişen ekonomik, sosyo-politik ve kurumsal yapı ulus-devlet mekanizmalarını ve askeri güç kullanma tekelini ortadan kaldırdı. Bu ortamda türeyen devlet dışı aktörler olarak suç örgütleri, yerel savaş lordları, terör grupları ve çeteler yeni savaşların temel oyuncularıdır. El Kaide, Taliban IŞİD, Boko Haram, gibi silahlı örgütlerin kuruluş zeminini böyle görmek mümkündür. Bu cihadist, islamist örgütlerin ideolojik, kültürel ve askeri bir formasyonun yanında toplum içerisinde bir tabana sahip olmaları da saldırılarını daha yapısal kılıyor. Dini, cinsiyeti ve etnik kökenleri istismar etmeleri vahşetlerini kat be kat artırıyor. Dünyanın egemenleri, serseri mayına benzeyen bu güçleri çıkarları temelinde kullanmakta bu çetevari güçlerde özellikle de dinsel gericiliği hortlatarak toplumu tamamen başkalaştırmaktadır. Kapitalist sistemin kendi çıkarları için koçbaşı gibi öne sürdüğü bu dehşet saçan örgütler, toplumun tüm değerlerine saldırdılar. Toplumların kök tarih ve kültürlerini yok ederek, şeriatçı bir nizam geliştirdiler. Siyah bir kasırga gibi toplumların üzerinden geçerek, tüm nefes borularını boğup, kara çarşafa büründürdüler. Bu örgütlerin şüphesiz irdelenecek çok yanı var.
Aynalara kadınlar bakmasın
Biz kısaca kadınlara ve çocuklara yaptıkları üzerinde duralım. Ki bu örgütler cihat adı altında işgal ve biat üzerine kuruludur. İşgal sadece toprağın değil, cariyelik adı altında köle pazarlarında kadınların da işgal edildiği bir sistemdir. Kadın zaten Âdem’den Âdem için yapılmıştır. Bu örgütlerin evlilik ve boşanma metinlerinde bir kızın dokuz yaşında evlenmesi meşrudur. Kadınların televizyon izlemeleri, internet kullanmaları, çalışmaları hatta hastahaneyebile gitmeleri yasaktır. Evli kadınlar eşinin ihtiyaçlarını karşılamadığında, tecavüze direndiğinde boşanma ve altı aydan az olmamak üzere hapis cezasına çarptırılmaktadır. Boko Haram kelime anlamıyla zaten ‘Batı eğitimi haram’ demektir. 2002 yılında Nijerya’da şeriatın getirilmesi amacıyla kurulan bu örgüt, kızların eğitim için değil, evlilik için yaratıldığını söyler. 14 Nisan 2015’de Chibok’taki okullarından kaçırılan kızlar için amaç buydu. Taliban da keza böyledir. Hayatın her alanından kadınları soyutlar, tamamen eve kapatır. Düşünsenize toplu taşıma araçlarından aynalar, kadınların bakabileceği ihtimali gerekçesiyle kaldırılmaktadır. Afganistan’da 90 yaşındaki bir erkeğin on yaşında bir kadınla evlenmesi ve onun hamile kalması korkunç bir vahşet ve savaş değil de nedir?
Savaş sadece yıkım ve ölüm müdür?
Yine IŞİD tarafından 6 bin 800’den fazla Ezidî kadın kaçırılarak cinsel esarete maruz bırakılmışlardır. Halen 3 bin beş yüz kadın kayıptır. 12 yaşında kaçırılan ve 4 yıl boyunca seks kölesi olarak çalıştırılan yüzlerce kadının hikayesine tüm dünya şahit olmuştur. ‘Ezidîler kafirdir, sizinle yatarak müslümanlaştıracağız’ demek; kadın şahsında bir toplumu kırımdan geçirmektir. Bu durumun ’90’lı yıllarda Ruanda’da yaşanan soykırımda tecavüze uğrayan beşyüz bin Tutsi kadından bir farkı yoktur. Bu tecavüzler sonucunda 5 bin çocuk dünyaya gelir. Yine Bosna Hersek savaşında kadınların kapatıldıkları kamplarda günlerce toplu tecavüze ve işkenceye maruz kalmaları ve bilinçli olarak hamile bırakılmaları da böyle okunabilinir.
Tüm bu verileri sıralamak belki de işin en kolay yanıdır. Savaşı sadece yıkım ve ölüm olarak tanımlamak da öyledir. Halbuki yıkılan şehirler; yok edilen anılar, komşuluk ilişkileri, oyunlar, gülüşler, ezcümle öldürülen hayatlardır. Tecavüze uğrayan, kaçırılan, satılan her kadın bir ülkenin bedeninin ve ruhunun sadece yitimi değil, Dersim’in yitik kızları gibi kendinden çıkmadır. Tecavüz soysuzluğun hükmüdür. Yine katledilen kadın gerilla cesetlerinin çıplak bir şekilde meydanlarda dolaştırılması bir toplumun ar damarlarından koparılmak istenmesidir. Zaten savaş ve şiddet eylemleri çocukları ve genç nesilleri hayatlarının sonuna dek sürecek olan duygusal ve psikolojik etkilere maruz bırakırlar. Savaş bölgelerinde yaşamakta olan her üç çocuktan biri, yaşam süresi boyunca TSSB, (Travma Sonrası Stres Bozukluğu) semptomları ve psikopatolojik semptomlar yaşamaktadır.
Tutuşan kara çarşaflar
Elbette toplumlar ve kadınlar hegemonya merkezli savaşlara karşı öz değerlerini korumak için kendilerini savunmuşlardır. İşgale, talana, soykırıma karşı öz savunmalarını gerçekleştirmişlerdir. Tarihin diğer yüzü de hep ezilenlerin, kadınların direnişi olmuştur. Bir nehir hep kanla, irinle siyah bir şekilde akarken, diğer nehir önüne çıkan her engeli aşa aşa çoşkuyla halkların ve kadınların baharını getirmiştir. Aslında tarihte çoğu zaman vahşi yerliler, barbarlar günümüzde de terörist olarak tanımlanan güçler kesinlikle halkların ve kadınların öz değerlerinin koruyucusudurlar. Tanrıçaların, etnisitenin, kölelerin, peygambersel hareketlerin, cadıların, komünarların, partizanların ve tüm bu geleneğin toplamı olan özgürlükçü, demokratik, ekolojik, feminal kadın mücadeleleri bu minvaldedir. Bu projeksiyonla gelişen, Kürt kadın özgürlük hareketinin, Kobanê’de, Şengal’de, Efrîn’de gösterdiği emsalsiz direniş tüm dünyaya güzeli, iyiliği ve hakikati göstermiştir. Ellerini yüreğinde taşıyan binlerce genç kadın ve erkeğin cesaretleri, özgürlük bilinçleri sayesinde IŞİD’in elinden binlerce kadın kurtarılmıştır. Özgücün örgütlülüğü muazzam bir farklılık oluşturmuştır. Dünya kadınlarının kendilerini savunmaları için güçlü bir deneyim açığa çıkmıştır. Kurtarılan kadınların ateşe tutuşturdukları kara çarşafları, özgürlüğün boy verişidir.
Roni Eylem
Kaynak: Newaya Jin