HABER MERKEZİ
Harfleri sallıyorum kâğıda, yazıyorum. Ama hep yaşamın zorluğunu yazıyorum. Peki, ölüm nasıl bir şey? Ölüm nasıl yazılır kâğıtlara? İnsan kendi ölümünü hayal edebilir mi? Mesela Gotama Buda’yı, Buda yapan kendisinin de ölümlü olduğunun farkına varmasıymış. Ölüm beni de bir gün bulacak diyerek bu dünyanın onun ayrıcalıklı yaşamın (çünkü o bir prenstir) velinimetlerini tersleyip dervişane bir yaşama girmesini sağlıyor. İşte insan düşünebilir ölüm anlarını. Hele bizim gibi ölümle burun buruna yaşayanlar kolunda kellesini taşıyanlar için nasıl bir ölüm? Diye sormak çok da acayip olmasa gerek. İşte bende hep hayal eder dururum o nasıl bir şey? Ölürken ne hissedilir? Ölümle yaşam arasındaki fark nedir? Ölümün uykudan farkı nedir?
Ölüm…
Bitiş mi yoksa yeni bir başlangıç mı? Bedeni görürüz ölünce, ne olup bittiğini anlarız da peki ya konuşan, hisseden, duygulanan, akıl yürüten, seven, nefret eden, üşüyen, ısınan, korkan, meydan okuyan, kalbinin atış ritimlerine yetişemeyen ben nereye gidiyorum? Şayet geri dönüyorsam bu dünya ya bu kez nasıl dönüyorum? Neyse bir kitap okudum, o kitapta bir kadın bir suyun kenarında mahsur kalıyor ne bir kayık var ne bir bot. Bir ada burası ve kadın çıkmazda, bir kayık bekliyor ama gelmiyor ve en sonunda yüzerek geçmeye karar veriyor, atlıyor suya. Suyun içinde yüzerken öyle özgür ve hafif ki. Gerçekten de yüzmek insanı hafifletir. En azından bu kahrolasıca dünyadan ayakların yükselmiştir. Tıpkı halay çekerken havalara uçtuğun gibi yüzerken de ayakların yerden kesilir. Yerden kesilmek gerçeklerden uzaklaşmak değil midir? Bir an için bu gerçeklerden kopmak belki de -hayır hayır kesinlikle- mutluluk verir. Çünkü sürekli gerçeğin yüzüne bir tokat çarpması hele bizim gibi tanrının haksızlığına uğramış çocukları için bir ayin de söylenen bilinen bir ilahi gibidir. Ya da ezbere bir ayet gibi tekrarlanır. ‘’kürt olduğun için ve bir de kadın olduğun için acılar içinde yaşamalısın… ‘’
Neyse, kadın kulaç atıp, suyun içinde ritmik bir biçimde yüzdükçe dalgalarla yarışa girdikçe daha bir bağlanıyor yaşama, onu daha bir seviyor. Ve ölesiye yaşamı sevdiğini düşünürken garip bir biçimde ağırlaşıyor. Sanki ayaklarına ağır taşlar bağlanmış birdenbire batmaya başlıyor. İradesi dışında gelişen bu ağırlaşmayı da seviyor o. Nereye gittiğini düşünüyor. Sanki ölmektedir o. Yavaş yavaş ağırlaşan bedeni tıpkı bir geminin suyun üzerinde görüş alanından uzaklaşması ya da batmakta olan bir cismin artık su yüzeyini terk ederek suyun derinliklerine gömülmesi gibi. Kayboluyor kadın suyun dışından. Ama suların içinde de başka bir yaşam var. Evet, suyu oluşturan hidrojen ve oksijen moleküllerinin yanı sıra, mutlaka yosunlar var, taşlar var. Ve balıklar, kurbağalar, mercanlar, yosunlar ve başka canlılar var. Balıklara yem olmaya gidiyor suyun içinde, her bir parçası balıkla birleşecek balık olacak belki de. Yani balık da mı yaşayacak? Velhasıl… Ölüyor işte.
Su da ölmek. Nerede ve ne biçimde olursa olsun hiç yanımıza yanaşmasından memnun olmasak bile onun görevi yani ölümün görevi zamanı geldiğinde hedefine oku saplamak. O, mutlaka bizimle bir gün randevulaşıp görüşecek. Tıpkı bir istihbarat görevlisinin ulaşmak için hedefine yaşamın başka alanlarında kendini hiç anlamadığımız ve tanımadığımız biçimde gösterecek ve sonra esas randevuya kadar kendine ilişkin en ufak bir gizemi bile göstermeyecek, mistikliğinden ödün vermeyecek. Hep bir sır olacak o görüşme ve o şey… Yani ölüm.
İşte bu kadın suyun içinden farklı ve başka bir dünyaya yolculuğa ya ölüm denilen o şeye kavuşmaya doğru giderken vay be diye geçirdim içimden birçok kez öyle ölmeyi ne kadar da çok hayal etmişim diye.
Farklı zamanlarda suda son nefesini veren 2 kadın arkadaş gördüm dağlarda. Adı gibi güler yüzlü olan Ruken Malatya, bu tarz bir ölümü yazarken ilk aklıma düşendi. Sene 1999 Ocak ayının son günleri.
Ve muhteşem zümrüt yeşili Avaşin kenarlarındayız. Yeşil, berrak suyuna bakarken içini dolduran o eşsiz güzelliğin kenarında bir kış kampında kalıyoruz. Zaman zaman suyun diğer tarafında olan depolarımızdan erzak almak için karşı tarafa gidiyoruz. İşte o gün, yine rutin bir görev var. Bölük olarak yaklaşık 20 kadın arkadaş Avaşin kıyısı boyunca ilerleyip asteng denen dar bir boğaza geliyoruz. Hem derin hem de iki kıyı arası. Burada çok derin olduğu için karşı tarafa kendi imalatımız olan 4 lastik ve 1 saçtan oluşan botumuz ile geçiyoruz her seferinde. Sabah erken yola düşmüşüz. Moralimize diyecek yok. Yolda yürürken kampta matematik dersi alan yeni Türkçeyi öğrenen yoldaşlarımız Türkçe sayı sayarken o yarım yamalak Türkçeleriyle bizi kahkahaya boğuyor. Biraz ilerleyince Ruken arkadaş önümde yürürken “ ben çok acayip bir rüya gördüm deyip başlıyor anlatmaya. Bir çok arkadaşa gidiyor sesi. “rüyamda her taraf bembeyazdı, öyle kar yağmıştı ki, üstüne üstün ayakkabımın bir tekini kaybetmiştim deli gibi arıyordum onu.” Bizim rüya yorumcuları başlıyor yorumlamaya. “ kötü şeyler olacak keşke anlatmasaydın, iyi değil, iyi değil, keşke suya anlatsaydın gibi şeyler…”
“ Öff, bırakın ya bir şey olmaz diyorum.”
Biraz daha ilerleyince Ruken arkadaş “ ben sudan çok korkuyorum” diyor.
“Biliyorum, rahat ol” diyorum ona. Aklıma farklı bir şeyde gelmiyor.
Astenge yaklaşıyoruz. Bizden önce gelen erkek arkadaşlar karşıya geçmişler bile. Son iki sıra ve biz yanaşınca tekrar o taraftan boş geliyor bot. 2 erkek arkadaş tek kalmış, hadi iki kadın arkadaşta binsin diyor arkadaşlar. Ruken ve Jiyan arkadaş atlıyor botun üzerine o iki arkadaşla beraber toplam dört kişiler, karşıdan bağıra çağıra botu kendilerine doğru çekiyor erkek arkadaşlar. Aslında Ruken arkadaşın kolları güçlü, karşıya geçip geri kalan arkadaşları çekmek için de önden gidiyor. Bot biraz ilerliyor ki suyun derinleştiği bir yerde bot hafifçe sendeliyor. Her dört arkadaşta hemen ayağa kalkıyorlar, biz oturun diye bağırsak da her şey bir iki saniye de oluveriyor. Bir daha sendelenince bot yamuluyor ve gözle kaş arası bir aralıkta her dört arkadaşta suda. Ruken hariç her 3 arkadaşta yüzme bildiği için iki üç kulaç atıp yetişiyorlar bota. Ruken ise ters istikamette gidiyor. Bir film gibi her şey. Hiç kulaç bile açmıyor ve ilginç hiç çırpınmıyor bile. Ya da bize görünen o. Yavaş yavaş o sarı kısacık saçları batıyor. Hepimizde bir panik başlıyor. Diğer 3 arkadaş suyun soğukluğundan ve akışından bizi çekin der gibi bakıyorlar. Karşıdaki arkadaşlar halatı gevşetiyor ve biz çekiyoruz diğer üç arkadaşı. Tir tir titriyorlar soğuktan, Ruken ise gözlerimiz arasında kayboluyor. Bağıran çağıran ağlamaya başlayanlar arasında yüzme bilen iki- üç arkadaş ilerliyoruz suya. Biraz yüzüyoruz ama su çok akışkan ve götürüyor, herkeste bir panik bağırıyorlar “çıkın heval” diye. Karşıdan yüzmede ve suya dalmada usta iki arkadaş hemen dalıyor suya. Donuyoruz soğuktan fakat içimizdeki yangından dolayı soğuk umurumuzda bile değil. Hepimiz merakla suya dalan arkadaşları beklemekteyiz mutlaka bulacaklar Ruken’i. Bir balık gibi suya dalan arkadaşlar, kafalarını her sudan çıkardıklarında umutlanıyoruz. Her şey bir – iki dakikada oluyor. Su çok soğuk ve o arkadaşlarda yanımıza doğru geliyorlar. Hemen iki – üç arkadaş ortalıktaki çalı çırpıyı toplayıp üst üste tutuşturuyor. Arkadaşlar birazcık ısınıyor, hepimiz yanı başlarındayız. Hepimizin gözü suda. Acaba sürüklenmemiştir diye üç- dört arkadaş geldiğimiz yöne doğru kıyı kıyı gidiyor. Birazcık ısınınca aynı arkadaşlar yeniden dalıyor suya. Her kafalarını sudan çıkartınca işte buldular diye güp güp atıyor kalplerimiz. Zaman ilerliyor. Ruken yok. Ve yeniden umutsuzca sudaki arkadaşlar yeniden geliyor ateşin başına. Üzerimizde ne kadar kazak, parke, mont varsa atıyoruz arkadaşların üstüne. Dişleri zıngır zıngır titriyor. Ve yeniden dalıyorlar suya. 5 dakikadan fazla oldu. O suyun içinde kimde olsa dayanamaz artık. Umudumuz halen var. O mutlaka çıkmalı. O zaman nasıl bir atmosferde olduğumuzu yazacak kelimem yok. Tek bildiğim şaşkınlık ve sadece onu bir kez daha görebilme aşkı. Ve sonra soğuktan tir tir titreyen sudan çıkmış arkadaşlar aşağıda büyük kayalar var, oraya sıkışmış olabilir diye karşıdaki erkek arkadaşlara işaret ediyor, “ bize acele iki uzun kavak ağacı kesin.” Artık onun sağ olmayacağını biliyoruz. Bari cenazesini çıkaralım. Ve hemen koşup gidiyor karşıdan arkadaşlar ne yapsalar da gidiş geliş en az 10 dakikayı alıyor. Bu arada ağlayanlar yanından kurtulan arkadaşlarda şaşkınlık. Yaklaşık kırk arkadaş, sanki trajik bir gösterinin içindeyiz.
Herkesin yüzünde kocaman bir şaşkınlık
Karşıda iki tane uzun sırıkları elinde tutan arkadaşlar hazır diye bağırınca yeniden bu kez 4 arkadaş suya giriyor. Ve sırıkları atınca suya alıp yeniden dalıyor arkadaşlar. Bu kez arama tarama daha uzun sürüyor. Çok soğuk, yeniden sudan çıkıyorlar. Son kez girdiklerinde 1 arkadaş kafasının sudan çıkarıp bulduk diye bağırıyor. Sevinemiyoruz bile. Suyun altına batmış olan Ruken iki kaya arasına sıkışmış ve kavak ağaçlarının yardımıyla buluyor arkadaşlar. Nefesimiz kesilmiş suyun yüzeyinde 5 kafa görünüyor. Onun sarı saçları suyun üstünde ve çeke çeke getiriyorlar kıyıya. Onu izlerken tıpkı İştar’ın kıyıya gelişi diye geçiriyorum içimden. Derler ki, İştar bir yumura halinde Dicle suyunun üzerinde yüzerken kıyıya yaklaştığında bir balık onu fark eder ve balık onu yavaş yavaş burnuyla kıyıya getirip bir sazlığa bırakır. Bu sazlıktaki yumurtayı gören bir güvercin yanaşır yumurtaya ve üzerinde kuluçkaya yatar, ardından uzaklaşır. Zamanı gelince çat çat diye çatırdayan o yumurtanın içinden dünyalar güzeli tanrıça İştar çıkar. İçinden çıkan bereketin ve bolluğun tanrıçası İştardır. Aklıma gelen bu mitolojiyle izliyorum Ruken’i. Gül yüzlü, güleç Ruken’in sadece görünen kısacık sarı saçları. Kıyıya yaklaşınca atlıyoruz suya, yardım ediyoruz zor bela onu sürükleyip getiren arkadaşlara. Çok ağırlaşmış çok. Suyun kenarına çektiğimizde bir şişme bez bebek gibi kocaman olmuş. O, uyuyan masum bez bir bebek gibi, siyah çoraplarını dizlerine kadar çekmiş. Ama çok şişmiş çok. Sadece alnında küçük bir yarık var. Öyle su yutmuş ki boğulurken eski Ruken’in üç katı olmuş. Gözleri kapalı bir bebek gibi yatıyor. Böyle temiz böyle masum içimde hiçbir korku uyandırmayan bir cesede ilk kez rastlıyorum. Bir bez bebek o. Zaten oyuncak bebekler soluk alıp vermez ki. Yıkıyor bu tablo, dağıtıyor tabii ki.
Bir saat önce şen şakrak kalabalığın yerini, ağır bir sessizlik almış. Yol boyu yaptığı espriler geliyor aklıma. Ve anlattığı rüya…
Rüyasında kaybolan ayakkabısı değil o oluyor. Gördüğü kar ise kar değil dur durak bilmez Avaşin nehri. O son sözleri daha bir acıtıyor. “Ben sudan çok korkuyorum.”
Gözünün önünde bir can gidiyor.
Gözünün önünde bir yoldaş. Ama sen ve onlarca yoldaşı tabiat ananın gücüne karşı çaresiz elin kolun bağlı onun sessizce gidişini izliyorsun.
Yaban ellerden memlekete öz yurduna dönen Malatyalı Ruken yoldaşın son yolculuğu Avaşin kıyılarında bitiyor.
Önderliğin yanında eğitim görmüş 1996 da dağlara gelmiş Ruken arkadaş Avrupa’da İngiltere ‘de büyümüş olduğuna şahit gerekirdi. Kamp yapımında onu daha yakından tanımıştım, dağ koşullarında kazandığı tecrübe ile öğretmenim olmuştu O. Hemen şehit düştüğü yerin üstünde sonbaharda düşmanın yaptığı operasyonda kullandığı BKC silahı ile bir sürü arkadaşı kurtarmıştı. Çok maceracıydı, canlı moral dağıtan yaşam aşkıyla dolu dağların aşığı Çarçella’nın dostu Avaşin ‘in yeşili gibi gözleriyle onun sadık bir yoldaşıydı.
Dağ yaşamını öğreten öğretmenim beni acımla baş başa bıraktı. Onsuzluğun acısıyla, güler yüzü benimle kaldı. Bir de özene özene hazırladığı pembe gerilla günlüğü. Ne yazık ki kendi günlüğüm ile beraber o yaz Çarçella’da düşmanın yaptığı bir operasyonda o günlükleri de kaptırdım. Acım daha bir katlandı. Oysaki anasına gönderecektim o günlüğü, belki biraz acısını dindiririm diye.
Şehit Azê Malazgirt