HABER MERKEZİ –
“Yaşam özgürlükle olursa anlamlıdır. Elinizdeki silahlar kutsaldır. Bu alanlar özgürlüğe en yakın alanlardır. Görkemli bir biçimde doğa yeniden canlanıyor. Doğanın canlanışı kadar kendinizi canlandırın. Özellikle bu bahar, ulus olarak ruhta ve düşüncede en çok baharlaştığımız bir bahardır.”
Kadında da bu bahar, yaşamı en çok özgürce vaat eden bir bahar olarak değerlendirilmelidir. Hem de o dağların eteklerinde açılacak çiçekler kadar kendinizi yeni bir dünyaya, yeni bir yaşama açabilmelisiniz. Bu temelde gerçekleştirdiğiniz konferans bir bahar yaşamı konferansıdır ve değerlidir.Türkiye’de hegemonik güç savaşının yüz yıllık geçmişi vardır. Enver Paşa dönemine kadar dayanır. 1920’lerde bunun işaretlerini görürsünüz. Türkiye’de bugüne kadar ortaya çıkan iki türlü hegemonik güç anlayışı var. Birincisi CHP’nin başını çektiği laik-cumhuriyetçi hegemonya. İkincisi ise AKP’nin başını çektiği Türkçü-İslamcı hegemonya. Biz bu iki hegemonyayı da reddediyoruz. Bizim geliştirmeye çalıştığımız üçüncü yol, demokratik modernite anlayışıdır-yoludur. Bizim demokratik modernite anlayışımızda insan haklarına saygılı, demokratik yasal-anayasal bir sistem vardır. Özgürlükçüdür. Özgür yurttaşı hedefler. Biz ne federalizm istiyoruz ne konfederalizm istiyoruz. Ayrı bir devlet de istemiyoruz. Bir devlet verseler de kabul etmeyiz. Biz halk olarak, Kürtler olarak Cumhuriyet içinde demokratik haklarını kullanabilen özgür yurttaşlar ve özgür toplum olarak birlikte yaşamak istiyoruz.
Laik-Cumhuriyetçi hegemonya, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, 1920’lerde Türk orta sınıf burjuvazisiyle Yahudilerin ittifakı sonucu ortaya çıktı. Bu ittifak sonucu yeni cumhuriyetin inşasına gidilirken kendisince tehlikeli gördüğü bütün toplumsal kesimler tasfiye edildi. Bu ittifakın arkasındaki hegemonik güç ise İngiltere’dir. Türk orta sınıf burjuvazisiyle Yahudilerin ittifakı -bu ittifakın içerisinde Yahudilerin entellektüelleri de vardır- bir nevi bugün Beyaz Türkçü denilen anlayışın da altyapısını oluşturur, onu temsil eder. O dönem Yahudilerin bir devleti de yoktu o nedenle yönlerini Anadolu’ya döndüler, burada etkin oldular. O dönem ortaya çıkan tablo, daha önce de değinmiştim bir nevi protoyahudilik, protoisrail’dir. Bir nevi İsrail devletinin ön biçimiydi. O dönem yaratılan buydu. Bu ittifak yani laik-Cumhuriyetçi hegemonya 1923-1950 arası sisteme tam hakimdir. Bu arada kendisine zararlı gördüğü bütün toplumsal kesimleri tasfiyeye yönelmiştir. Kürtlerin devlet içerisindeki sürekliliği, ağırlığı bu dönemde sona erdirilmiştir. Bu tasfiye, çeşitli provokasyonlarla sağlanmıştır. Şeyh Sait’e karşı yapılan provokasyon gibi. Bu döneme kadar süren Kürtlerin devletsel sürekliliği-ağırlığı komplolarla provoke edilip isyana teşvik ve sonrası askeri müdahalelerle sonlandırılmıştır. Böylece Kürtler sistem dışına atılmıştır. Yine islamcılar da aynı şekilde yaratılan provokasyonlarla tasfiye edilmiştir. Bu dönem Mustafa Kemal, sadece bir simge haline getirilip tamamen etkisizleştirildi. Cumhuriyetin kuruluşunda önemli roller alan meşhur dört paşa da zaman içerisinde tasfiye edildiler. Bu dönem yine sosyalistlerin de ilk tasfiye dönemidir. İşte bu tasfiyeler dönemi CHP öncülüğündeki laik-cumhuriyetçi hegemonya dönemidir.
1950’den sonra Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıyla birlikte 1950-80 arası bu laik-cumhuriyetçi hegemonya biraz farklılaşsa da etkinliğini sürdürdü. Öyle ki kendi hegemonik anlayışı dışına çıkan herkesi darbelerle tasfiye etmekten de çekinmedi. Adnan Menderes’in başına getirilenler buna en iyi örnektir. Çünkü Menderes biraz bu hegemonyanın dışına çıkmak istedi, işte Rusya’ya gidip burada ilişkiler geliştirmek istedi. Bunlar Menderes’in sistem dışına çıkması olarak değerlendirildi ve bu süreç Menderes’in asılmasıyla sonuçlandı. Yine Erbakan, Demirel, Ecevit dönemlerinde de aynı şekilde olmasa da yine hegemonik müdahalelerde bulunuldu. İşte Demirel buna en iyi örnektir. Demirel gitti-geldi, en sonunda bu hegemonik güce ayak uydurdu. Bu dönem NATO’ya üyelikle birlikte Türkiye’de Gladio örgütlenmesi, toplumsal gelişmelere müdahalede bulunup önemli rol oynamıştır.
Gladio, NATO’nun özel savaş örgütlenmesidir. 1980’e kadar NATO Gladiosuyla Türkiye Gladiosu tamamen birdir, özdeştir. Daha iyi anlaşılması için bir örnekle açıklayayım. Ağca’nın Maltepe cezaevinden kaçırılması, Papa’ya suikast düzenlemesi karşılığında yapılmıştır. Türk Gladiosuyla NATO Gladiosunun birliğinin, özdeşliğinin bir örneğidir. Büyük oyunun bir parçası için bir Türk kullanılıyor. 1980 askeri darbesinden sonra ise aralarındaki ilişkide farklılaşmalar oldu. 1980 sonrası bu değişimi Kenan Evren’in “Türkiye Gladiosu ile NATO Gladiosu arasındaki ilişki 80’lerde farklılaştı, ’90’larda ise Türkiye Gladiosu özerkleşti” anlamında ifadeleri çok iyi özetlemektedir. ‘85 yılı NATO Gladiosunun PKK’ye ilk müdahale yılıdır. 1984 silahlı atılımından hemen bir yıl sonra NATO Gladiosu PKK ile savaşmaya başlamıştır ve bu müdahaleyi de NATO Antlaşmasının 5. maddesine dayandırmışlardır. NATO Antlaşmasının 5. maddesine göre NATO’ya üye devletlerden birine karşı yapılan saldırı tüm NATO üyelerine yapılmış sayılır şeklinde düzenlenmiştir. Tabii bu müdahale yasal-resmi ilan edilmiş bir kararla yapılmamıştır, açıklanmamıştır ama gizli bir şekilde Gladio tarzında, özel savaş olarak başlatılmış ve yürütülmüştür. Biliniyor NATO Gladiosu’nun merkezi Almanya’dır. Almanya 1987 yılında PKK’yi terör örgütü listesine alarak bir nevi NATO’nun tavrını netleştiriyordu. 1987 yılında Almanya’da alınan bu kararla PKK’nin üzerine gidildi. Onun etkisiyle birçok yerde PKK’nin faaliyetleri yasaklandı. Son olarak da bu süreç 2000’li yılların başlarında AB’nin PKK’yi terör örgütü listesine almasıyla tamamlanmış oluyordu. Türkiye’nin PKK ile savaşı, Türkiye Gladiosu ile NATO Gladiosu arasındaki özdeşlik ilişkisinin karakterini de değiştirdi. Kenan Evren’in bahsettiğim sözü bunu kanıtlıyor. Çiller darbesiyle birlikte Türkiye Gladiosu bir nevi özerkleşti. Özal’ın Kürt sorununu çözme konusundaki iyi niyetli yaklaşımı biliniyor. Hatta o dönem Özal ve Jandarma Genel Komutanı’nın iyi niyetli çözüm çabaları vardı. Bu çabalar Gladio’yu rahatsız etmişti.
Özal’ın öldürülmesiyle açıkça Çiller’in başbakanlığı ve Doğan Güreş’in genelkurmay başkanlığı dönemine yol açıldı. Bu dönem Türkiye Cumhuriyeti’nin en karanlık dönemidir. Kenan Evren’in bahsettiği özerkleşme budur. Bu, Çiller darbesidir. O dönem 4 bin köyün yakılması, boşaltılması ve yüz binlerce Kürdün göçe zorlanması hatta on binlercesinin de katledilmesi olayları da var. Bu olaylar bile tek başına en az Ermeniler ve Rumlara yapılanlar kadar ağırdır. Ermeniler ve Rumlara yapılan fiziki soykırımdan daha da ağır sonuçları olan bir dönemdir.
PKK’nin ortaya çıkışıyla, PKK’ye karşı Gladio içindeki ittifaka Güney Kürdistan yönetimi de dahil edildi. Daha sonra Suriye ve İran da PKK’ye karşı olan bu ittifaka çeşitli şekillerde dahil edilmiştir. NATO, Barzani’ye NATO Barış Ödülü verdi. Bu verilen ödül de bu ittifakla bağını gösteriyor. Bu dönem ta 1997-‘98 Çevik Bir dönemine kadar devam eder. 28 Şubat sürecine kadar bu şekilde gelindi. NATO Gladiosu, Türkiye Gladiosu’nun bu özerkleşmesinden rahatsız olmuştur. Hatta Karadayı ve Kıvrıkoğlu NATO Gladiosunun o dönem için temsilcileri gibidirler. Bunların hareket alanları da Türk Gladiosunun etkisi altında daraltılmıştı.
Bütün bu olumsuzluklar karşısında dönem dönem Kürt sorunun çözümü konusunda bazı iyi niyetli adımlar atılmak istendi. Özal’ın girişimleri onun sonu oldu, Özal o şekilde tasfiye edildi. Yine Erbakan dönemindeki girişimler siyaseten tasfiye biçiminde bastırıldı. Ecevit döneminde ben buradayken bazı iyi niyetli kesimler sorunun çözümü için buraya gelip benimle görüşüyorlardı. Çözüm için çabaladıklarını söylüyorlardı. Son olarak da burada görüştüğüm heyetin iyi niyetli çabalar içerisinde olduklarını görüyorum. Ancak bu heyetin ne kadar etkili-yetkili olduğunu bilmiyorum. Sonuç itibariyle bürokrattırlar, etkinlikleri sınırlıdır. Ben onlara da bazı pratik öneriler sundum, kabul edilir mi bilmiyorum. Burada önemli olan hükümetin tavrıdır. Bu heyet hükümet üzerinde ne kadar etkilidir bilemiyorum. AKP Mart’a kadar bazı pratik adımları atmalıdır. Mart’a kadar olumlu değerlendireceğimiz, geliştirebileceğimiz bazı güven verici pratik adımlar atılmazsa Mart’la birlikte aradan çekilebilirim. Ben çekilirsem seçim sürecine de sancılı bir şekilde de girilebilir. Bahsettiğim pratik adımlar atılmazsa Mart’ta çekilebileceğim hususunu halkımız da herkes de bilmelidir.
Yine Mart’ta genel bir değerlendirme zaten yapacağız. Ancak bu şekilde giderse sorumluluk almamın da bir anlamı kalmayacak. AKP çözüme ne kadar yakın, çözüme ne kadar hazır göreceğiz. AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’de faşist-İslamcı bir hegemonik güç inşa edildiği yönünde işaretler-veriler oldukça kuvvetli. Ergenekon operasyonuyla çözüm karşıtı güçlerin tasfiye edilmeye çalışıldığını sanıyordum. Ancak ondan sonraki siyasi gelişmeler dikkatle incelendiğinde buradaki amacın çözüm karşıtı güçlerin tasfiyesi olmadığı görülüyor. Daha ziyade deşifre olmuş, bilinen kesimler tasfiye edildi. Ama AKP, dışarıda olup da deşifre olmamış çözüm karşıtı güçlerle anlaşıp kendi Gladiosunu-hegemonik gücünü inşa etmenin adımlarını atıyor. Aslında AKP bu Ergenekon konusunda kamuoyunu aldatıyor. Görüntüde çözüm karşıtlarını tasfiye ediyor gibi görünse de, özünde çözüm karşıtlarıyla anlaşmıştır. Bütün bunların bu amaçla olduğunu düşünüyorum. Hatta AKP ile ordu arasındaki anlaşmanın temeli 2007’de Büyükanıt ve Erdoğan’ın Dolmabahçe toplantısında atılmıştır. Öyle sanıldığı gibi AKP’nin orduyu tasfiye etmesi değil, burada bir anlaşma vardır. Bu anlaşma sonucunda günümüze kadar gelen adımlar atıldı.
Günümüzdeki Hizbullahçıların tahliyesini de AKP’nin bu yeni hegemonik güç inşası bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Binlerce insanımız bunların cinayetlerinin mağdurudur. Hizbullah tahliyelerindeki zihniyetle çözümsüzlükte ısrar eden zihniyet aynıdır. Bunlar öyle sıradan tahliyeler değildir. Bir taraftan bu canileri serbest bırakacaksın diğer taraftan bazı PKK’lileri zorla mahkemeye çıkartıp ceza vereceksin! Bir taraftan bu canileri dışarı çıkaracaksın diğer taraftan her gün onlarca Kürdü, demokratik siyaset hakkını kullandı diye tutuklayacaksın. 2000 KCK tutuklusu var, bunlar ellerine silah aldılar mı! Bir insan öldürdüler mi! Hayır, bir çakı bile kullanmamışlardır. Tamamen demokratik kanallarla şiddete bulaşmadan özgür yurttaşlar olarak demokratik siyaset yapma hakkını kullandıkları için şu anda cezaevindeler. Bir taraftan Kürt siyasetçileri tutuklayıp alanı boşaltacaksın sonra da bu katilleri, canileri dışarı çıkararak yarattığın boşluğu bunlarla doldurmaya çalışacaksın! Bu tahliyeleri Hükümet ve Yargıtay arasında bir çelişki olarak yansıtmaya çalışıyorlar! Burada günlük değil, uzun vadeli planlar söz konusudur. Öyle Hükümet-Yargı çelişkisi gibi basit bakılmamalıdır.
Burada yaratılmak istenen “Kürt Haması”dır. Hamas’ı yaratarak nasıl ki FKÖ’yü bitirdilerse burada yarattıkları sahte İslamcılıkla da Kürt hareketini bitirmeye çalışacaklar. Bunlara Kürt Hamas’ı demek de doğru değil, bunlar şebekedir. Bu şebekeler, bir de Müslümanız diyorlar, bunların dinle de İslamiyetle de alakaları yok. Kürtlere yaklaşımı tamamen faşistçedir. Bu zihniyet faşist-İslamcı bir zihniyettir. Bunların değerleri cumhuriyet değerleriyle de örtüşmüyor, cumhuriyet de bunları kabul etmez. Bizim yaptığımız da bu yönüyle cumhuriyeti de korumaktır.
Burada oynanan oyun çok tehlikelidir. Sözde İslamcı geçinenleri kullanarak, halkımızın dini duygularını sömürerek PKK’yi tasfiye etmektir amaçları. 1960’lı ’70’li yıllarda nasıl MHP, milliyetçiler kullanılarak Türkiye sol hareketi, sosyalistler tasfiye edildiyse şimdi de amaçlanan sahte İslamcıları kullanarak PKK’nin tasfiyesidir. 1970’li yıllarda MHP’ye iktidar olmasa da siyasi iktidarla bütünleştirilerek sosyalistlerin tasfiyesinde önemli bir rol oynatıldı. Bugün de bu sahte İslamcılıkla yapılmak istenen de aynıdır. Bu sahte İslamcılar geçmişte Kürtlere, PKK’ye karşı özel savaş yürüten Gladio örgütlenmesinin içinde yer alarak, kullanılarak masum insanlarımızı canice katlediyorlardı. Dolayısıyla bu tahliyeler sıradan tahliyeler değil, uzun vadeli bir planın parçasıdır. Bazı ihanetçi tipler Kürt hareketinin tasfiyesi için sahte İslamcılıkla birlikte kullanılacaklar.
Kürt karşıtı ittifakın içinde yer alan bir başka güç İran’dır. İran ve Türkiye, Kürt sorunu konusunda ikiz kardeş gibidirler. Hatırlıyorum 1980 yılında ben Lübnan’da kamptaydım. Oradaki kampa iki İran’lı genç geldi ve Hizbullah’ı kurmak için çalışacaklarını, bunun için geldiklerini söylüyorlardı. Sonra onların kurduğu o Hizbullah o kadar büyüdü ki Lübnan’da rejimi krize soktu ve onlar istemedikçe rejim bir şey yapamaz hale geldi. Türkiye’de de benzer gelişmeler olabilir, bu tarz oluşumlar önümüzdeki dönemde hem İran hem Türkiye tarafından desteklenebilir! Çünkü bu iki ülke Kürt sorunun çözümsüzlüğü konusunda birbirlerine muhtaçtırlar. İran’da Kürt sorunu çözülürse Türkiye çözülür; Türkiye’de Kürt sorunu çözülürse İran çözülür. İki ülke de bu durumun farkındadır. Burada hedeflenen Kürt sorunun çözümsüzlüğü yani Kürtlüktür. İran ve Türkiye’nin bu Kürt karşıtlığı temelindeki zorunlu ittifaklarının sonucu Kürtlere yönelimi de ortaktır. İşte İran’da idam edilen Kürtler var. Yüksekova, İran’a yakınlığından dolayı iki gücün ortak hedefi haline gelebilir. AKP döneminde dikkat çekicidir, İran ziyaretleri sık sık oluyor. Erdoğan ve Ahmed-i Necat neredeyse ikiz kardeş olmuşlardır.
Kürtlerin önünde bir soykırım tehdidi hala vardır, buna da bu yönelime de önce en örgütlü olduğumuz yerden Hakkari’den başlayabilirler, sonra Cizre, Şırnak, Diyarbakır, Batman, böyle örgütlü olduğumuz bütün alanlara yönelik saldırı dalgası da başlatabilirler, bu konularda uyanık olunmalıdır. İki dilli yaşam konusunda da yeri gelmişken belirteyim. Biz kendi çocuklarımıza kendi dilimizi öğretemeyeceksek, kendi kültürümüzü yaşatamayacaksak yaşamın bir anlamı var mıdır Kürtler için? Bu bizim varlığımızla ilgili bir sorundur. Dilimiz onurumuzdur, varlık nedenimizdir. Önce varlığını koruma sonra özgürlük mücadelesi gelir. Bu, varlık sorunu çözülmeden özgürlük sorunu başta olmak üzere diğer sorunlara eğilemezsin. Ben bu yüzden tehlike büyüktür diyorum. Öz savunmadan kastım da budur. Hakkari’de Geçitli Köyü’nde öldürülen köylüler, katledilen 9 gerilla, bunların hepsi birer işarettir. Biliyorsunuz Hakkari’de bir “imam” öldürüldü, bu imamın öldürülmesinden sonra bu olaylar oldu. Verdikleri mesaj, bir kişiye karşı yirmi kişi öldürürüz mesajıdır. Buna benzer olaylar -işte Hizbullah canileri de serbest bırakıldı- ileride daha da geliştirilebilir, katliamları planlıyor olabilirler, kanlı vahşetler geliştirebilirler.
Burada yarın öbür gün öldürülebilirim de ama bu da hiç umurumda değil, biz her zaman ve her koşulda varlığımızı korumayı esas alacağız. Ben vicdanım ve sorumluluğum gereği halkıma bu uyarıları yapmak zorundayım. Kaldı ki özsavunma hakkı anayasal, evrensel bir haktır. Bizim özsavunma anlayışımız bölünmeyi değil, tam tersine anayasal-yasal haklar temelinde demokratik muhalefet hakkını kullanarak Türkiye ile demokratik bütünleşmeyi sağlayan bir anlayıştır. Yani özsavunma anlayışımız bölünmeyi değil demokratik temelde birleşmeyi ifade eder. Yasal demokratik yollarla özgür yurttaşlar olarak varlığımızı koruma-savunma hakkımız vardır. Bir demokratik muhalefettir, asıl bunun, bu demokratik muhalefet hakkımızın önü açılmazsa şiddet tırmanır ve bölünme olur.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan