HABER MERKEZİ
Bir savaşçı için yaşamı tanımlamak; kendi dağlarımızda kaçak dolaşmak kadar zor, sevdayı seyre dalmak kadar güzeldir. Duyguların tarifi zor denilir ya gerçekten de öyledir. Dolayısıyla duygular da yaşamın bir parçasıdır ve yaşamı duygularla anlatmaya çalışmak zoru başarmak demektir. Üstelik bir savaşçının bakış açısıyla yazmak, başlı başına bir eylemdir.
Bir kavramı, bir olayı ya da bir insanı anlatmak veya yazmak istediğinde, yazının bir başlangıcı ve sonu olur. Bir cümleyle ya da bir iki paragrafla anlatırsın. Ama konu yaşam olunca, yazının sonu olmayacağını düşünürüm. Çünkü bana göre yaşamın bir başlangıcı hatta birden çok başlangıcı olabilir ama yaşamın bir sonu yoktur. Şimdi bunu okurken“…nasıl yok? Ya ölüm…” dediğinizi işitir gibi oluyorum. Çoğu insan ölüme bir bitiş, bir son olarak bakar. Özellikle de sistem içerisinde öyle bir bakış açısı oluşturulmuştur. Bence yaşamı anlatabilmek için en başta ölümü iyi anlamak gerekir. Bir ara sistemin insanları çaresiz duruma getirerek içine sürüklediği intihar olaylarına ilişkin tartışma yürütürken, bir arkadaş hepimize şu soruyu sormuştu; “Ölüm anında ne yapmak istersiniz?” Bu soru karşısında herkes son anda yapmak istediklerini dile getirirken, Welat arkadaş “Ölümün nasıl olduğunu anlamak için o anda sadece ölümü yaşamaya çalışırım” diyerek farklı bir cevap vermişti. Soruyu soran arkadaş; “İçinizde yaşamı en çok seven ve anlamak isteyen Welat arkadaştır” demişti. O zaman hiç anlam verememiştim. Çünkü yaşam ile ölüm arasında bu şekilde bir bağ kuramıyordum.
Bizler yaşamı salt fiziksel bir varoluş ile ele aldığımız için, çoğu zaman yanılgılar yaşıyoruz. Oysaki insanın “Küçük bir evren” olduğunu unutuyoruz. Evrende yıldızlar, güneş, gezegenler ve daha sayamadığım gözle görülen birçok şey var. Fakat bunlar sadece evrenin görünen kısmıdır. Birde bu maddi boyut dışında evrenin oluşumunu ve bütünlüğünü sağlayan enerji var. Öyleyse, insanda da -ki ispatlanmış- gizli bir enerji vardır. Onun için olay ve olgulara sadece biçim olarak bakmak, doğru sonuç almamamıza neden olacaktır. Ölüm gerçekleştiğinde bedenen insan yok olabilir ama enerji yok olmaz. Sadece değişim-dönüşüm içerisinde tekrardan bir varoluş gerçekleşir. Bu yüzden ölüm bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Enerjiniz belki de başka bir canlıda yaşam bulacak ve siz yeni bir yaşam içerisinde varlığınızı sürdüreceksiniz. Belki kelebeğe eşlik edecek olan bir çiçekte belki de yeni filizlenecek olan tohuma can olacaksınız.
Bazen düşünüyorum da bizler hakikat arayışında, özgürlüğe ulaşmak için savaşıyoruz. Özgürlük ruhla ilgili bir kavramsa eğer o zaman insanda var olan enerji de özgürlük arayışındadır. Beden, ruh için bir engeldir belki de… O zaman ölüm de ruh için bir çıkış olamaz mı? Yaşanan ölüm anında yaşanan sancı boşuna değildir, yeni bir doğumdur. Ve doğum gerçekleştiğinde enerji yani ruh özgürdür artık. Ruh, sonradan kendisini evrenin o eşsiz güzelliğine kaptırarak sonsuzluğa karışır. Sonsuz olan her şeyde bir gizemlilik söz konusudur. Hakikat, özgürlük ve aşk gibi…
Unutmayalım ki ölüm de yaşamın devamlılığını sağlamakta ve anlama kavuşturmaktadır. Bunlar birbirini tamamlayan unsurlardır. Evrende tüm zıtlar böyle değil midir? Elektron ve protonlar da zıt ama birbirlerini dengede tutuyorlar. Bizler illa da bazı şeyleri ak-kara görmek istiyorsak, bu bizim zihniyetimizde var olan bir sorundur. Bir şeyin zararı varsa, yanında muhakkak yararı da vardır. O yüzden biraz da Ying-Yang (iyi-kötü) ikilemi üzerinde yoğunlaşmamız gerektiğini düşünüyorum.
Yaşamın ölümle olan bağını biraz olsun bu şekilde yansıtabildim. Asıl olan, yaşamın bizim için ifadesini paylaşmaktır. Bazen bir gülüşte bazen de bir bakışta ararsın yaşamın gizemini. Bazı günler isyan olursun, öfkelenirsin haine, düşmana. Bazı günler intikama bürünür yaşamın. Gün gelir bir savaşa katılırsın. Savaşın sonunda büyük bir zafer elde etmişsindir fakat hemen yanında en değer verdiğin yoldaşlarını da yitirmişsindir. O anda hem kazandığın zaferin mutluluğunu hem de yoldaşlarını yitirmenin acısını en derinden hissedersin. Yaşam sana aynı anda iki farklı duyguyu tattırır.
Bazen çocuk gözüyle bakarsın yaşama, hiç büyümek istemezcesine sarılırsın o zamana. Sonra Kürdistan’da tanrıça geleneğinin çalındığı bir anaya dönersin “kadın yaşamdır” dersin. Ve ana yüzünde kaybettiklerinin hüznü ile tebessüm eder. O zaman umutlarımız yaşam olur. Bir patikada yürürken ya da bir zirveye tırmanırken an olur yorulursun, tam pes edecek, bırakacakken zirve görülür. Ve o an avazın çıktığı kadar haykırırsın zaferini. Bilirsin ki yaşam her şeye rağmen başarmaktır.
Hiç beklemediğin bir anda bir yoldaşın yanına gelir, yazdığı şiiri seninle paylaşmak ister. Sana verdiği yazıyı okursun, işte o an yaşam yüzünde anlamlı bir gülüş olur. Sonra dilinden şu sözcükler dökülür; aslında paylaşmaktır yaşam.
Dedim ya yaşamın tanımı zordur ama asılında tüm bu güzelliklerin bir arada olmasıdır. Yaşamasını bilene bir sevdadır. Her şey tükenir, gider de sevdan kalır geride. Başta sadece bir yürekte tohum atılmışsa da sonrası bir tarihe yazılacak efsanedir. İşte tüm bunları Güneş’imize borçlu olduğumuzu unutmadan yürüyoruz bu yolda. Ne diyordu bizlere Güneş’imiz; “ Yaşamda evrenin anlamı gizlidir. Bu gizi fark ettikçe mutluluğa ulaşacaksınız.”
Yaşamaya çalıştığımız düzende, ölüm bir korku, yaşam ise dayanılmaz bir işkence gibi dayatılıyordu bizlere. Özellikle de biz Kürtler açısından bu durum daha da derindi.
Eskiden bu durum daha çok belirgindi. Hiçbir yaşam alanı bırakılmamıştı. Kavramların içi boşaltılmış, istedikleri gibi insanların beynine yerleştirip onları yoz yaşama çekiyorlardı. Şimdi, gittikçe derinleşen kapitalizm hastalığı daha da öldürücü oluyor. Onlar için yaşam; gezmek, eğlenmek, aile kurmak vs… Diğer taraftan insanlar yoksulluk içinde yaşama tutunurken, Kürtlerin olduğu mahallelerde, onların hitabıyla “varoş mahallelerde” her türlü kirliliğin, çirkinliğin yaşatılması da düzenin ne kadar canavarlaştığının apaçık göstergesi oluyor.
Tüm bunları bilip de hala o sistemde, deyim yerindeyse “koyun misali” yaşamak, insan onuruna, iradesine ve ahlakına karşı büyük bir hakarettir. İnsanın kendi yaşam tercihleri elinden alınmışsa ve gerçeğini, tarihini, ulusunu yok sayıp parçalamışsa o zaman senin yeniden, çalınan yaşamını geri alman için savaşman gerekiyor. Eğer bugün bir şey yapamıyorsan tarihte kaybolup gidersin ve o zaman tarih seni hiç affetmez.
Önderliğin ve şehitlerimizin yaratmış olduğu bu yaşamla beraber, yeniden kaybettiklerimizi almaya ve yaratılan yaşamı daha da anlamlandırmaya çalışıyoruz. O yüzden şehitlerimiz “Yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” diyerek yaşamın bizim için ne kadar değerli olduğunu ortaya koymuşlardır. Onların bıraktığı yerden bayrağı devralmak bizim görevimizdir.
Jiyan Tekoşin