HABER MERKEZİ
Önder Abdullah Öcalan IŞİD için “Ortadoğu’nun JİTEM’i” dedi. Bu açıdan IŞİD, bugüne dek oluşturulmuş en büyük paramiliter güçtür. Gerçekleştirdikleri katliamlar, dayandıkları fikir, ilişkilendikleri ‘meşru’ güçler ve savaştıkları, saldırdıkları aktörler IŞİD’in, devletli uygarlığın yarattığı en büyük paramiliter güç olduğunu gösteriyor. Gladyo fikrinin iktidarcı dinle yoğrulmuş faşist çete örgütüdür.
IŞİD’in hamiliğini Erdoğan yaptı
Erdoğan Ortadoğu’da süregiden savaşa hamiliğini yaptığı IŞİD ile katıldı. Etkinlik alanı yaratmak istediği tüm bölgelere; Ortadoğu ve Akdeniz’de yaşanan savaş ve gerilimlere IŞİD’i sahaya sürerek dahil oldu. Bu şekilde hem amaçları için savaşta kalmaya hem de birinci derecede kendisinin sorumlu olmasının önüne geçmeye çalıştı. Bu iki noktada ne kadar başarılı olduğu ayrı bir yazının konusudur. Fakat Türk devlet faşizmi ve Tayyip Erdoğan’ın sahadaki paramiliter gücü IŞİD’tir. Bu açıdan IŞİD bir aktör değildir, bir savaş makinesidir. Küresel ve bölgesel hegemonya, daha ne kadar bu aracın Türk devleti tarafından kullanımına izin verecek, bilinmez. Ama gerçek olan bir şey var ki Türk devletinin koruyucusu olan Türk ordusu, sahada savaşacak durumda değildir. PKK’ye karşı yürüttüğü savaşı esasen kaybetmiştir. Bu, hem devlet olgusunun meşruluğunu tamamen yitirmesi ve halkların artık devlet ve iktidar dışında da bir yaşam ve sistemin inşa edilebileceğine olan inancının yükselmesinden hem de özgürlükçü ve demokratik çizginin öncüsü Kürt Özgürlük Hareketi’nin kazanımlarının önüne geçemeyişindendir. Belirtilen iki sebep de iç içedir ve birbirinden doğan sebeplerdir. Türk devleti, Kürt Soykırımını gerçekleştirme ve bölgesel hegemonya olma amaçları için son dönemeçtedir. Bu nedenle tıpkı birçok devlet gibi son çare olarak faşizmi yükseltmiş, yeni tip paramiliterleşmeyi esas almıştır. Türk devletinin, başta PKK ile savaşı olmak üzere, yürüttüğü soykırımcı-sömürgeci tüm savaşlarda ordusunu değil, tekniğini ve paramiliter güçlerini kullanmaktan başka çaresi yoktur. Çünkü tarih de çokça yazmıştır ki devletler kaybettikçe faşistleşiyor ve bizzat kendisi de haricileşiyor.
Yeni tip paramiliter güçler, sivil görünümlü örgütlenmeler
Yeni yüzyılın bir başka yeni tip paramiliter gücü, yine ülke içi ve dışı ‘sivil’ görünümlü örgütlenmelerdir. Hemen her devletin, ihtiyaç, amaç ve hegemonya içindeki konumu gereği hem kedisinde hem de başka ülkelerde örgütlediği dernek, vakıf, cemaat gibi yapılanmalar vardır. Bunun en çarpıcı örneği yine Türk devletinin, başta Avrupa ve Ortadoğu olmak üzere, birçok ülkedeki faşist ve dinci Türkleri, Balkan, Kafkasya ve Orta Asyalı göçmenleri ‘Ülkü Ocakları’, ‘Osmanlı Ocakları’, ‘Türk Gücü’, ‘Türk-İslam Birimleri’ gibi isim ve temel anlayışlarla örgütlemesinde de görülebilir. Bunun, Türk istihbarat örgütü MİT’in bizzat çalıştığı bir alan olduğu da artık herkesin malumu. Burada altını önemle çizmek gerekir ki bu örgütlenmelerin ucu, 1970’ler ve 80’lerde kurulan, Komünizmle Mücadele Dernekleri, İslam Kültür Merkezleri, Milli Görüş Teşkilatları, Türk Federasyonu, DİTİB ve ATİB gibi kuruluşlara dek gidiyor. İdeolojik olarak İttihat-Terakki’ye dayanan bu örgütlenmelere günümüzde, Türkçülük, İslamcılık, tarikatçılık, aşiretçilik gibi birçok eksene oturtulmuş araştırma merkezleri, kimi özel okullar, basın-yayın kuruluşları, yazarlar, siyasetçiler ve siyasal partileri de dahil etmek gerekir. Aralarındaki zamansal farkın dışındaki tek fark örgütlenme biçiminde ve faaliyetlerinde yatıyor. Eskisinden daha ileri düzeyde; yani ideolojik donanımın yanında, silahlı eğitim ve örgütlenme biçimini esas alarak Türk devletinin IŞİD şahsında sahada yürüttüğü savaşa, çete kazandırmakta, gizli hücreleri örgütlemekte, ajitasyon ve propagandasını yapmakta ve meşruiyet kazandırmaktadırlar. Hali hazırda, özellikle Fransa ve Avusturya’da yaşanan IŞİD katliamları sonrası bu yapılanmaların önünün alınmasına dönük kimi söylem ve politikaların devreye girdiği görülüyor. Bu, sistemin kendi yarattığı gücün, kendisine döner hale gelmesini de ifade ediyor.
Unutmamak gerekir; hiçbir paramiliter güç yoktur ki ‘sahibine’ yüzde yüz itaat etsin. Hiçbir paramiliter güç, kendisini kullanan devlete veya hegemonik güce bağımlı kalmaz. Oluşum biçimi ve yapısı gereği düzensiz ve zamanından sonra kontrol dışıdır. Özellikle IŞİD, ÖSO, mafya ve benzeri yapılar şahsında bunu görmek mümkün ki bu gibi paramiliter güçlerin iki temel bağımlılığı vardır: Para ve faşizm.
Para, paramiliter yapının can damarıdır. Onsuz hiçbir devlet paramiliter güçleri örgütleyemez, harekete geçiremez. Yani bağlılığı maddidir. Fakat sadece paranın kendisiyle sınırlı değildir bu bağımlılık. İktidardan pay vermek de buna dahil edilebilir. IŞİD’in, çete üyelerini savaştırma biçiminde ‘savaş ganimeti’ olarak kadınlar, çocuklar, halktan kalan mallar vardı. ‘Emirlik’ vaatleri de dahil olmak üzere bu, hala da böyledir. Türk devleti, IŞİD’i Kürtlere saldırtırken hem maaş hem ganimet hem de iktidar sözü vermiştir. Örneğin; basına da yansıdığı bazı zamanlar olmuştur ki Türk devletinin, çetelere maaşlarını ödeyemediğinde, çeteleri savaştıramadığı ortaya çıkmıştır. Yani özünde gönüllülükle hiçbir bağı yoktur, çünkü manevi bir birlik yoktur. Belirlenen faşizan hedefler dışında bir ortak bağ da olamaz. Sömürgeciliğe ve soykırıma, talana ve gaspa dayalı bir ortaklığın dışında başka bir şeyden bahsedilemez. Öyle çok söylenegeldiği gibi ‘din’ veya ‘toprak’ temalı birliktelikler birer yalandır. Bunlar, paramilitarizmin kök hücresi olan faşizmin örtmecisidir, ötesi veya berisi değildir.
Paramilitarizmin beslendiği faşizmdir
Faşizm ise paramiliter güçlerin damarlarındaki kan gibidir. O olmadan paramiliterizme çok az ihtiyaç duyulur. Faşizm, paramilitarizmle aynı yaştadır. Faşizm, devletin kök hücresinde uykuda olan yandır. Paramilitarizm de onunla uyandırılan ve faaliyete sokulan pratiğidir. O halde denebilir ki her paramiliter pratik, aslında faşizan bir politikanın uygulamasıdır. Veya tersidir de. Hücresel bir farkları yoktur. Bu nedenle devlet aygıtının, ulus-devlet adlı son formunun -yaşanan yapısal kriz de dahil olmak üzere- ve devletli uygarlığın gün geçtikçe yıkılıyor olması, faşizme daha fazla öykünmesine, dolayısıyla paramiliterleşmesine sebep olmaktadır. Kısır bir döngü gibi biri diğerini daha da körüklemektedir. Devletli uygarlığın 6 bin yıla yakın süreden bu yana biriktirdiği (aslında çaldığı) tüm enerji ve imkanların buna aktığı görülmektedir.
Tam da bu noktada sistemin bu enerji kaybını en aza indirecek ama sistemin sürdürülebilirliğini de sağlayacak yeni güç odakları yaratması gerekli oldu. Paramiliterleşmekten kurtulması neredeyse mümkün olmayan devletin, amaçlarını gerçekleştirmek üzere, paradan daha fazlasını vermeyi göze aldığı başka paramiliter güçler devşirmesi de olası olmaktadır. Öyle ki kendiliği gereği ‘meşru’ olanın devşirilip paramiliterleştirilmesidir bahsi edilen. Bir anlamda paramilitarizmin bu yeni tip örgütlenmesi, devletin dışındaki meşru aktör ve güçleri kendine paramiliter güç olarak örgütlemesidir. İlginç olan ise şudur: Yukarıda bahsi edildiğinin aksine, meşru kabul gören bir aktörün, kısmen gönüllülüğe dayanan ama ne olursa olsun para ve faşizm odaklı bir anlaşmanın sonucu olarak herhangi bir devletin paramiliter bir gücü olmayı kabul etmesidir ya da kabul etmek zorunda bırakılmasıdır.
Büyük güçlerin paramiliter güç devşirme politikaları
Her faşizm, ilk çemberde kendinden ve çevresinden paramiliter güçler (Ülkü Ocakları, bekçiler, mafya) yaratır. İkinci çemberde daha evrensel bir ‘ülkü’ etrafında ama bu kez ‘çok uluslu’ paramiliter güçler (IŞİD, ÖSO) yaratabilir. Son çemberde ise, ilk ikisinin arasında duran, kendini bir aktör olarak tanımlarken aslında sistemin bir parçası olarak kalmaya mahkum olan unsurları işaret etmek mümkün olabilir. Buradaki esas ayrıntı, devlet ile soykırım arasında sıkışmış olmaktır. Afrika’nın birçok ülkesinde, devletler arası savaşlarda, sahada en çok savaşanlar o devletlerin orduları değildir. Bunlardan muhakkak biri yerine, kendi ülke sınırları içinde ya da yakınında yaşayan, devletsiz büyük kabile öncülüklü halklar sahada yer almıştır. Kimi kabilelerin soykırıma uğratılmasında nasıl rol oynadıkları yine son yüzyılın en acı gerçeklerinden biri olarak ortada durmaktadır. Örneğin; Nijerya’da İngiltere’nin, Kongo’da Belçika’nın bu konumda olan halkları nasıl birer paramiliter güç olarak örgütleyip kullandıkları bilinmektedir. Yine de bu örnekler bugün Kürtlerin şahsında yaşatılmak istenen kadar ‘meşru’ gözükmez. Yani Önder Öcalan’ın deyimiyle ‘biricik’tir. Daha yakinen bilindiği üzere Ermeni, Asuri-Süryani-Keldani, Pontos, Rum ve Çerkes Soykırımlarında da benzer durumların yaşandığı çok iyi bilinmektedir. Ve hepsinde de Türk devlet faşizminin paramiliter yapıları ya da paramilitaristleştirdiği güçleri nasıl kullandığı da bilinmektedir.
Kürtlüğün tarihsel gerçeklikleri içinde en acımasız yeri tutan şeyin ihanetçi ve işbirlikçi çizgi olduğu tartışma götürmezdir. Herkesin bildiği ‘Med-Pers İmparatorluğundan bugüne…’ diye başlayan cümleler sık sık duyulur. Ancak Kürt’ün özgürlük ve demokrasi mücadelesi öyle bir noktaya ulaşmıştır ki soykırımı ve komployu tümden ortadan kaldırıp onurlu ve özgür bir geleceğin kapılarının aralanması işten bile değilken ihanetçi ve işbirlikçi çizginin de belki de son hamlelerini yaptığı bir süreçten geçiyoruz. Bu hamlenin bu yazıyla olan ilişkisi de ‘son’ olmasıyla ilgili. Devletin, sürdürülebilirliğinin ‘son çaresi’ olarak gördüğü paramilitaristleşme, ihanetçi ve işbirlikçi çizginin de varlığını aynı şeye dayandırdığı son hamlelerine işaret etmektedir. KDP, tarihinin belli dönemlerinde İran’ın da, Irak’ın da meşru ordularıyla hareket etmiş; İran ile Rojhilat Kürdistan’da, Irak ile de Güney Kürdistan’da Kürt’ün katliamında yer almıştır. Fakat bu iki örneği burada, kirli birer ittifak olarak tanımlamakla yetinelim. Zira bu kirli ittifak arayışları da artık sonuç alamaz durumdadır. Bunun da bir adım ötesine gidilme ihtiyacı doğmuştur. Baştan bu yana anlatılmak istediği üzere, devletlerin paramilitaristleşme eğilimlerini yükseltmesi, bu yeni tip paramiliter güç arayışını da hızlandırmıştır.
KDP, Türk faşizminin gönüllü paramiliter gücüne dönüştü
KDP, PKK’ye karşı tarihinin belki de en açık ve en kapsamlı saldırı hazırlığı içindeyse bu, Türk devletinin faşizmiyle ve paramilitaristleşmesiyle doğrudan ilişkilidir. İki güç arasındaki ilişkinin kalıcılığı ve niteliği bir kenara, devlet-paramiliter güç ilişkisi gereği, KDP’ye bugüne dek aldığından daha fazlasının verildiğini veya vadedildiğini bilmek gerekiyor. Artık bilinen bir gerçek var ki KDP, ihanetçi ve işbirlikçi çizginin yaşaması adına, Kürt Özgürlük Hareketi ve onun Önderliğine, kazanımlarına karşı son hamlesini oynamakta, paramilitaristleşen faşist Türk devletinin yeni tip ‘meşru ve gönüllü’ bir paramiliter gücü konumuna erişmek üzeredir. Mesut, Mesrur ve Neçîrvan Barzanî’nin ayrı ayrı askeri birliklere sahip olması ve neredeyse hepsinin Türk devleti tarafından eğitilmiş olması da bununla ilgili değil midir? Her biri, sahada başka birer görevle Türk devlet faşizminin konumlandırmasına göre hareket etmektedir. Bu birlikler şahsında Peşmerge’nin bir paramiliter güç olarak tarihe kirli harflerle yazılacak olmasına onay verilmiştir. Yani Barzanîler aslında Peşmerge’den vazgeçmiştir, gözden çıkarmıştır. Bunun da iki sebebi vardır: Kendisine biçilen rol ve PKK’nin yürüttüğü demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü mücadeledir.
Küresel ve bölgesel hegemonik güçlerin, KDP’ye ve Barzanîlere yüklediği misyon da bununla ilgilidir. KDP, başından bu yana Kürtlerin ve Kürdistan halklarının birlikte demokratik ve özgür bir gelecek hayal etmesini istememiştir. Bunu da Kürt’e dayattığı ama Kürt’ü kat’i suretle kapsamadığı ‘bağımsız’ bir devlet yalanı ile yürütmüştür. Belirtmekte oldukça fayda var ki olası bir ‘Bağımsız Kürdistan’ın, Orta Asya’daki hanedan-devletlerden bir adım ilerisi olamayacağı çok nettir. Üstelik her tarafı soykırımcısıyla çevrili bir coğrafyada bağımsızlık ve dayandığı fikir olarak Kürt milliyetçiliğinin, bir çeşit ‘intihar’dan ötesi olamayacağı da ortadadır. Önder Öcalan’ın daha 2015’te bir görüşme notunda “Bağımsız bir Kürt devleti, İsrail’e benzer. Bu durumda tecrit edilmiş, dışlanmış bir devlet yaşayamaz. Rahat bırakmazlar. Bu coğrafyadan kan ve gözyaşı eksik olmaz” deyişini unutmamak gerekir.
Oysa evrensel tarihin kabul ettiği bir gerçek olarak Kürtlük, Ortadoğu ve Kürdistan’daki kadimliğinin yanısıra demokratik-komünal yaşamın öncülerindendir. Uygarlığın şafağının attığı toprakların günyüzlerindendir. Kadın, emek, özgür yaşam ve birlik Kürtlerin evrensel tarihte oynadığı rolün şifreleridir. KDP ise bunun tam tersidir. KDP, Kürtlerin bu özgürlük ilkelerine ve değerlerine düşmanlığı seçmiştir. Daha doğrusu bu biçimde dizayn edilmiştir. Bu anlamda iğdiş edilmiş, tarihi unutturulmak istenmiş, kof ve sahte Kürtlüğün aşılması amacıyla somut bir adım atmamıştır. Bunun en başta gelen kanıtı şudur: KDP, Kürdistan’ı işgal etmiş, Kürt’ü soykırımdan geçirmiş herhangi bir güçle bugüne dek savaşmamış, bir mermi bile atmamıştır. Bundan sonrasını bile konuşmak, o çizgiyi meşru kılmaktan başka bir etki yapmaz. Zaten en çok da bu yönüyle ayakta kalabildiğini önemle belirtmek gerekir.
Bu nedenlerden ötürü, kendi ailevi-aşiretsel-hanedancı çıkarları etrafında meşru görünen/gösterilen bir yapı olarak bölgesel ve küresel hegemon güçler tarafından desteklenmekte ve ‘geleceksiz Kürt’ü temsil etmesi emredilmektedir. Geleceksiz olan, kimliksizdir. Kimliksizlik de paramilitarizmin özünü oluşturan bir gerçektir. Dolayısıyla tüm boyutlarıyla özgür bir yaşamın inşa edilmesinin önünde engel olması istenmiştir. Mevcut sistemin de en çok korktuğu böylesi bir yaşamın inşasıdır. Ama her şeye rağmen neredeyse yarım asırdır devam eden mücadele ve Rojava şahsındaki somut gerçekler, böyle bir yaşamın mümkün olduğunu tüm dünya halklarına ispatlamıştır. Böylece halklara büyük bir umut ve heyecan kazandırmıştır.
Tam da bu sebepler yüzünden PKK karşıtlığı ve PKK şahsında Kürt’e ve Kürdistan’a düşmanlığı gün geçtikçe artmaktadır. Özellikle yeni paramiliter yapılanma sürecinden başlayarak KDP’nin bu kadar saldırgan olması başka neyle açıklanabilir ki? Bu da onu, faşizmin kucağına itmektedir. PKK’nin ilk savaştığı ve cezalandırdığı yapının, Kürt işbirlikçi-ihanetçi kompradorlar olduğunu hatırlatmak gerekir ki KDP bu gerçeği en iyi bilen bir durumdadır. PKK, KDP’nin daha önceki saldırılarında onu, olması gerektiği çizgiye çekmeye çalışmıştır. Hem de ağır bedel verme pahasına bunu yapmıştır. Ancak KDP, gerek bölgesel ve hegemonik güçlerin ona biçtiği rolden gerekse PKK şahsında Özgür Kürt’e düşman çizgisinden vazgeçmemiştir. Güncel olarak da Güney Kürdistan’daki gerilla alanları, Şengal, Maxmûr ve Rojava’da, kendisine biçilen rolü, farklı isim veya araçlarla yerine getirmeye çalışmaktadır. Bu da KDP’yi, salt PKK ile ideolojik bir mücadele yürütüyor olmaktan çıkarmıştır. Nitekim ideolojik olarak hanedan-devlet fikrini benimsemiş olmasından dolayı KDP de tıpkı ulus-devletler gibi çöküşün içindedir. Ve ömrünü uzatmak için ‘son çare’ olarak Türk devletine sarılmıştır. Kendisini Türk devlet faşizminin paramilitaristleşmesine yatırmıştır. Hem de meşru kimliğiyle.
Burada anlatılanların ışığında Türk devlet faşizmi ve onun paramiliter güçlerinin varlık nedenleri olarak iki temel unsura bir kez daha vurgu yapılabilir. Birincisi, sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin bekası; ikincisi de Kürt düşmanlığı ve Kürt’ün soykırımı. İşte kendisini ve her türden gayri nizami faaliyeti bu iki gerçek üzerine oturtan, sırtını yasladığı küresel ve bölgesel hegemonların jandarmalığını yapan bir devletin, onlarca paramiliter yapısından biri olma yolunda hızla ilerleyen bir KDP ile karşı karşıyayız.