Önderlik felsefesine göre, toplumsallıkla bağlantılı bir bireysel yaşamı olan bir insanın PKK’nin ideolojik ve politik çizgisinde çözümleyemeyeceği ve sonuç alamayacağı bir politik çalışma olamaz.
HABER MERKEZİ
Cezaevinden yazan ve üzerinde durduğum hususlarla yakından ilgilenen bir arkadaş mektubunda mürşit-mürit ilişkisi üzerinde duruyor, bu ilişkide önemli olan şeyin edep halkasını yakalamak olduğunu belirtiyordu. Mürşitle ilişkide adabı gözetmek demek, yüksek bir anlama gücü temelinde Mürşidi izlemek demektir. Mürşidi taklit eden, kendini Onun yerine koymuş sayılır ve bunun edeple ilgisi yoktur. Bu açıdan kişinin yüreğiyle beynini birleştirip Mürşidi anlaması, hakikat yolunun sağlıklı bir yolcusu olması için vazgeçilmezdir. Anlamanın özgürlük olması bu çerçevede anlaşılmalıdır. Mürşitsiz yol yürümek yoldan sapmaktır. Özgürlük olarak anlamak, hiç kuşkusuz Mürşidi anlamaktır. Adap, hem toplumsal ahlaka uygun davranmayı hem de yol ve yöntemi ifade eder. Sözünü ettiğim arkadaşın deyişiyle pusula nasıl sürekli hep aynı yönü gösteriyorsa, müridin yüzü de hep Mürşide dönük olmalı, hep Ona bakmalı ve her an Onu izleyip uygulamalıdır. Ona bakmaktan vazgeçen sözde izleyici karanlığa gömülmüştür ve görmesi mümkün değildir.
Andığım arkadaşın aynı konuya ilişkin kendisinden verdiği güzel bir örnek vardı. Bilindiği gibi Önder Öcalan’a uzun süre televizyon verilmemişti. Uyma adabını gözetmek adına, bu arkadaş da televizyon talebinde bulunmuyor. Aradan uzun süre geçince bazı arkadaşlar süreci daha fazla uzatmamasını istiyor. Haberleri, yorumları ve belgeselleri izleme, dünyada ve ülkedeki gelişmeleri takip etme gibi yararlarından söz ederek televizyon almasını dayatıyor. Kimi arkadaşlar ise; ‘Televizyonsuz hiç canın sıkılmıyor mu?’ diye soruyorlar. Arkadaş, bu soru karşısında nefsine baktığını ve can sıkıntısı gibi bir hastalık halinin nasıl da insanın adeta vazgeçilmez bir özelliği gibi sunulduğunu fark ettiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyordu:
Önder Öcalan yaşamın her anına büyük bir heyecan ve tutkuyla yaklaşırken, Ona bağlı olduğunu söyleyen birinin can sıkıntısına düşmesinin edeple hiçbir ilişkisi yoktur. Can sıkıntısı çeken kişi belki Onu işitmiş, ama kesinlikle dinlememiştir. Can sıkılması edepsizlik halidir, riyakarlık ve ikiyüzlülüktür. Yoldaş olmanın hakikatinde hakikatli olmak, sürekli Onu temaşa etmeyi gerektirmez mi? Nasıl ki pusula hep şaşmaz biçimde bağlı olduğu yönü gösteriyorsa, aynı biçimde bağlılık iddiasında olan da hep Ona dönme zorunluluğunda değil midir? Ve eğer yönü hep O ise, yani hep Ona bakıyor ve hep Onu görüyorsa, o vakit canı niye sıkılıyor? Demek ki ya Ona bakmamıştır, ya da Ona başka gözle bakmıştır.
‘Edep’, yolun ışığıdır. Edep öğrencisini eğiten öğretmen, müridi Mürşide götüren kılavuzdur. Edepten yoksunluk demek hiç öğrenmemek, cehalete demir atmak ve kendini bilmekten kaçmak demektir. Kendi gerçeğimizde en çok ürkmemiz gereken hususun işin adabından uzaklık, yani edepsizlik olduğu açıktır. Alevilikte sözü çokça edilen ve en ağır suç olarak mahkum edilen yoldan çıkma, edep halkasından kopmakla başlar. Bu inanç sisteminde düşkünlüğün başladığı yer tam da burasıdır. Yola girmek ise, her şeyden önce bir halkaya dahil olmayı gerektirir. Bu doğruyu her zaman önemsediğimi belirtebilirim. Derinliğine hakim olmasam da, bunun bizi iyi yerlere götüreceğine hep inandım. Özellikle günümüz dünyasında her yerde ve sık aralıklarla “Edep yahu” diyerek edebin hayati gereğini sürekli hatırlatmak gerekir diye düşünüyorum.
Yolcu yola koyulduğunda, hatta yolda yürümeye niyet ettiğinde, yolu açan ve yola ışık tutan bir Mürşidi kabul etmiş sayılır. Bitmesi imkansız denilecek nitelikte olan bu yolun derinliklere götüren mesafesi yolcunun enerjisine, bu enerji de Mürşidinden aldığı paha biçilmez gıdaya bağlıdır. Gıda bu yolun yolcusunun bir sevgi değirmenini andıran yüreğinde öğütüldükçe enerji halini alır. Gıda tanelerini sevgi değirmeninden geçirmeyen kimse kesinlikle sağlıklı beslenemez. Beslenmeyen beden de ruhu kendinde hapsederek tüketir. Hamur olup yeniden karılmak için önce un olunması gerektiğini söyleyenler ne kadar da haklılar!
Bizim Mürşidimiz Önderliğimizdir, Önder Öcalan’dır. O bizim hakikat rehberimizdir.
İyi, güzel, doğru ve özgür olan Ondadır; yol Odur, aşk odur. ‘Büyük inanç ve düşünce boğuşmaları sonucunda evrenin işleyiş yasalarının özüne varan’ bir Önderlik gerçeğinden söz ediyoruz. O, tüm insanlık tarihi boyunca olumlu anlamda bulunup sahip çıkılması gereken ne varsa, hepsini sentezleyip süzülmüş bal kıvamında hakikat yolunun yolcularına sunmuştur. Hakikat eğer anlamın dile gelmesi, dilde ifadeye kavuşması ve yapılanması ise, O, tek başına sürdürdüğü hakikati arayış yürüyüşünde sırlarını çözdüğü hakikati önümüze sermiştir. Yeni bir yürüyüşe kalkmanın ne anlamı ne de gereği vardır. Gerekli olan, kavramasını başarmaktır.
Onun sözü üzerine söz söylemek haddini bilmemektir. Söz Mürşitteyse, Onun söz deryasına dalıp anlamın gücüyle donanmak yerine kendince söz söylemek, gerçekte sözdeki anlamdan ve onun oluşturucu gücünden mahrum kalmaktır. Kürtlerin tarihleri ve toplumsallıklarının derinliklerindeki tüm hakikatler, geliştirdikleri tüm direnişlerdeki anlam, hakikatin en eski tanrıça inançlarından Zerdüştlüğe kadar sürüp gelen tüm ifade biçimleri bir sentez olarak Onun öğretisinde birleşmiştir. ‘Geçmişin tüm mitolojik, dinsel ve felsefi öğretileri kadar çağdaş sosyal bilimin de öğretmek istediği, yine tüm direniş savaşları ve isyanlarının tek tek ve toplu olarak dile getirmek istediği hakikatler’ Onun öğretisinin içinde yer almaktadır. Hakikat yolunun yolcusuna düşen görev, inşasına giriştiğimiz demokratik ulusun zihninde ve bedeninde temsil edilen ve Onun ‘süzülmüş bal’ diye tanımladığı öğretisini kavramak, özümsemek ve pratikleştirmektir. ‘Mürit’ olarak özgürlük militanı tam bir eylem insanıdır; ruhu cana, sözü kendinde ve kendi toplumunda bedene dökendir; demokratik ulusun inşası çalışmasına kenetlenen ve bu çalışmada sonuç alan bir özgürlük savaşçısıdır.
Önder Öcalan, eserlerinde ve esas olarak da tüm savunmalarında temsil ettiği önderliği kapsamlı olarak tanımlamakta, izleyicilerine bu Önderlik gerçeği ile nasıl bütünleşeceklerini netçe göstermektedir. Bir Halkı Savunmak adlı kitabında konuya ilişkin şu belirlemeleri oldukça çarpıcıdır: “Bu çizgideki önderlik tüm evreni, insansal varoluşu, toplumsal gerçekliğimizi ve halkın demokratik özgürlüğünü bağrında taşımaktadır. Sadece ulusal değil evrenseldir. Kusuru ve yanlışlıkları varsa bu temel kategorilerde aranmalıdır. Yoksa gölgesine sığınarak, basit bencil veya kölecil dünyalar kurarak yaşanabileceğini sanmak gaflet ve hatta sapıklıktır. Savunmam gerçekleştirilen önderliğin tüm temel niteliklerini yansıtmaktadır. İlgi duyanlara öncelikle düşen görev kavramasını başarmaktır. Eğer yanlış ve yetersiz bulunan hususlar varsa, bunları göstermek ve tamamlamak yoldaşlığın gereklerindendir. Görünüşte katılım gösteriyormuş gibi davranıp pratikte başka konumlar arz eylemek eski tabirle ‘münafıklıktır’. Önderlik gerçekliğim kabul edilmeyebilir. Bu durumda uygun bir açıklama ile ayrılmak bir haktır. Anladık deyip katılmamak veya katıldım deyip gerekeni yapmamak yoz ve sorumsuz bir yaşamı ifade eder ki, bunun da kalıcılığı ve anlamı olamaz.”
Kuşkusuz bu Önderliğin tarzında dayatma yoktur. Önderlik gerçeğiyle bütünleşmek bilgeliği, yani teorik özü kavrama ve ideolojik yetkinliğe ulaşmayı, sürekli örgütlü ve eylemli yaşamayı, kendi kendine yetmeyi, bilimselliğe sarılmayı ve toplumsallığa aşk düzeyinde bağlanmayı, bildiğine inanmayı ve inandığını önünde durulamaz bir tutkuyla yerine getirmeyi, en önemlisi de yüksek bir kararlılık ve iradeye sahip olmayı gerektirir. Geri toplumsal özelliklerden kopmakta kararlılık göstermeyen, özgürleşmeye tutkuyla yaklaşmayan ve politikleşmekten kaçan kişiler için Önderlik gerçeğiyle bütünleşmek elbette kolay değildir. Kaldı ki, böylesi anlamlı bir eyleme yönelirken işe zorlukları düşünerek başlamanın daha ilk adımda tökezlemeye yol açması kaçınılmazdır. Belirleyici olan yaşamın niçinini doğru cevaplamak ve cevabının arkasında durmaktır. Niçin yaşaması gerektiğini bilen biri, kesinlikle yaşamın nasılına katlanmasını da bilir. Önderlik felsefesine göre, toplumsallıkla bağlantılı bir bireysel yaşamı olan bir insanın PKK’nin ideolojik ve politik çizgisinde çözümleyemeyeceği ve sonuç alamayacağı bir politik çalışma olamaz. ‘Tarihin ve toplumun hayati akışında eğer birey kadro ve örgüt başarılı sonuç alamıyorsa, bunda esas sorumluluk kişilikteki ve örgüt yapılanmasındaki tutuculuktur, dogmatizmdir; son tahlilde doğru ve yeterli özgürleşememedir.’
Önder Öcalan’ın buradaki belirlemeleriyle mahkum ettiği şey kendini tekrardır
Sorunu daha da anlaşılır kılmak için burada yine ariflerin bu soruna yaklaşımını ifade eden bir hikaye ile devam etmek isterim. Bu hikayenin bizi de anlattığından ve Önderlik gerçeğine yaklaşımımıza ışık tuttuğundan eminim. Rivayete göre, bir gün Cüneyd-i Bağdadi’nin meclisine gelen bir gençte değişik bir durum ortaya çıkar. Bu genç tövbe edip elinde avucunda ne varsa hepsini dağıtır, hak sahiplerinin haklarını öder. Geriye kalan bin altını ise Cüneyd’e vermeyi tasarlar. Fakat çevresindekiler; ‘Cüneyd-i Bağdadi dünyayı kabul eden bir şahsiyet değildir. Onu böylesi şeylere bulaştırmak doğru olmaz’ derler. Bunun üzerine sözü edilen genç altınları alıp Dicle’nin kenarına gider. Burada oturup elinde hiç altın kalmayana kadar teker teker hepsini Dicle’nin sularına atar. Ardından kalkıp evine gider. Daha sonra aynı gençle karşılaşan Cüneyd, ‘Bir kere atılması gereken bir adımı sen bin kere atar mısın? Git buradan! Zira bize yaramazsın. Bunların hepsini toptan ve birden suya atayım diye hiç kalbinden geçmedi mi? Eğer bu yolda da hesabı böyle yapacaksan, buradan defolup git! Zira bu anlayışınla bir yere varamazsın. Hemen geriye dönüp çarşı ve pazardaki işinle meşgul ol. Çünkü hesap yapmak ve fayda gözetmek ancak çarşı ve pazarda uygun olur!’ der.
Bu hikayedeki gencin tutumunu ve Cüneyd’in yaklaşımını anlamlı bir yoruma tabi tutabiliriz. Altın, küfür düzeni ile özdeş olan devletçi uygarlık sistemini sembolize eder. Demokratik uygarlığın tersine, maddi uygarlıktır bu; maddeye tapınan ve madde peşinde koşanların putperest uygarlığıdır(Kapitalizm tek Tanrılı dinlerin şiddetle mahkum ettikleri putperestlikten daha anlamsız ve çok daha tahrip edici bir putperestliği yaşayan ve yaşatmaya çalışan bir uygarlıktır). Altından kurtulmak, tümüyle maddiyata boğulmuş uygarlık yaşamından ve onun etkisinde bulunan kendi nefsinden kurtulmaktır. Politik ve ahlaki yaşama yönelirken ikircikli bir ruh hali içinde olmak, yalandan ve yanlıştan kopmakta tereddüt etmektir. Altını suya teker teker atmak bu ikircikli ve kararsız ruh halinin dışavurumudur. Burada atılması gereken tek bir adım vardır, o da devletçi uygarlık yaşamından anında kopmaktır. Tek adımda başarılması gereken bu eylem, ‘bin adım’a yayılamaz. Uygarlığa ait her şey, görünür ve görünmez her ilişki, büyüğünden küçüğüne her etki ve her ilgi, zihinsel, düşünsel, ruhsal ve maddi her türlü kir ve pas aynı anda geride bırakılmalıdır. Edep budur, adap budur. Kapitalist modern yaşamdan anlamlı bir kopuş bu biçimde olması gereken bir kopuştur.
Hakikat yürüyüşüne kalkışanın ulaşması gereken pek çok menzil vardır ve bu menzillerden ilkine küfür düzeninden kopuşla ulaşılır. Sistemden kopmakta kararsız ve tereddütlü kişi, aradan yıllar geçse dahi, henüz varması gereken ilk menzilin bile uzağında kalacaktır. Nitekim Önderliğimizin; ‘En azından şimdiye kadarki haliyle hepinizin Önderlik gerçekliğime katılımı ‘ilk kurşun’u, ‘ilk eylem’i, ‘ilk baskın’ı, ‘ilk şahadet’i ve tabii ki ‘ilk söz’ü aşmamıştır’ belirlemesi tam da bu anlama gelmektedir. Önder Öcalan’ın buradaki belirlemeleriyle mahkum ettiği şey kendini tekrardır. İlk adım olarak başlangıçtaki katılım, nefs savaşına giriş yapmayı ifade eder. Bir yığın yetersizlikle yüklü geçen bu savaşımda ayak sürüyen halimizle elbette hakikat yolculuğunda öteki makamlara varamayız; bir tür dolap beygiri pratiğini sergileriz.
Hallac-ı Mansur’da adap, geçilmesi gereken kırk makamdan ilkidir. Kırkıncı makamda bidayete ulaşılır ve bidayet başlangıçtır. Bütün bu makamlardan geçen arifin bunun ardından yapacağı her iş sağlıklı olacak, asla tekrara düşmeyi yaşamayacaktır. Bilgelerin tefekkür dediği ve bizim yoğunlaşma diye tanımladığımız olgu bile kırk makamdan sadece biridir ve eylemenin düşünceyle bağını gösterir. Ancak kırk makam geçildiğinde veya özünde iç içe olan bu makamlar birlikte başarıyla temsil edildiğinde hakikat yolculuğunda sağlıklı yol alınabilir. Hala kişilik sorunlarından, eksiklikleri ve yetersizliklerinden söz etmek bile -ki, kişilik nefs anlamındadır-, belirtilen ‘ilkler’i aşmamış olmanın göstergesidir. Müritlik de zaten bu demektir. Önderliğimizin geçmişte ‘müritlik’ anlayışını nasıl şiddetle eleştirip mahkum ettiğini çok iyi biliyoruz. Bu değerlendirmemde sıkça hakikatin bütünlüğüne dikkat çekmeye çalışıyorum. Kırk makam bütündür. Örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikat olarak kadro ile kırk makama bir bütün biçiminde yaklaşıp başlangıca ulaşan arif özünde birdir. Onlar Bir olup Bir’de bütünleşenlerdir, sadık yol arkadaşlarıdır.
Bu hikayede gözden kaçırılmaması gereken bir husus da gencin sözde kurtulmayı düşündüğü şeyi Cüneyd’in kabul edeceğine inanması, altınları ona vermeyi aklından geçirmesidir. Buradaki hakikat, yetersiz müridin yetersizliğine yol açan kirlenmişliğini Mürşidine de taşıdığı gerçeğidir. Bilindiği üzere tekrar yozlaştırır; yetersizlikte tekrarı yaşamak yozlaşmaya götürür. Bizim sürekli kendimizi tekrarladığımızı dile getiren Önder Öcalan; ‘Siz beni de kendi yozlaşmışlığınıza bulaştırmaya çalışıyorsunuz. Hep kendinizi tekrarladığınız için ben de döne dolaşa sürekli aynı hususlar üzerinde duruyor ve kendimi tekrar ediyorum’ diyordu. Tekrar kendi nefsine yenik düşmektir. Nefsine yoldaş olan, Mürşidin yol arkadaşı olamaz.
Nefsin kirini Mürşide taşımadan söz etmişken, bir örnekle bunu biraz daha anlaşılır kılmak isterim. Örneğimi yine arifler gerçeğinden vereceğim: ‘Geçerken andığım Ebu Bekir Şibli ceplerini şekerle doldurur, çocukları gördüğü her yerde yanlarına gidip; ‘Allah deyin, ağzınıza şeker koyacağım’ dermiş. Daha sonra bu kez ceplerine altın ve gümüş para doldurur ve çocuklarla karşılaştığında, bir kere Allah diyen kişinin ağzını altınla dolduracağını söylermiş. Bir süre sonra kıskançlık duygusuna kapılmış olarak; “Her kim Allah’ın adını ağzına alırsa, bu kılıçla başını uçururum” demeye başlamış. Bu değişimi görenler; “Daha önce bu iş için altın ve şeker ikram ikram ediyordun, şimdi baş mı uçuruyorsun?” dediklerinde, Şibli şu cevabı vermiş: “Evet öyle! Daha önce sanıyordum ki, onlar Onu hakiki bir şekilde ve bilerek anmaktadır. Şimdi anlaşıldı ki, gaflette oldukları halde ve adet yerini bulsun diye Onu anıyorlar ve ben Onun kirli diller tarafından zikredilmesini caiz görmüyorum.” Bu kısa hikayeden sonra Önderlik gerçeğine yaklaşım konusunda fazla söze gerek yoktur. Özgürlüğün amaçları kadar araçlarının da temiz olmasını gerektirmesi yine bu meyandadır. İnsanın kişiliği de bir yönüyle kendisini soylu amaçlara taşıyacak bir araç değil midir? Kendisini O’nun her an temiz bulacağı bir kişilik haline getirmeyenin Önderliğin adını asla ağzına almaması gerekir.
14 Temmuz Direnişi vesilesiyle Kemal Pir Yoldaşın anısına yazdığım bir yazıda, Önder Öcalan’dan; ‘Yolun Işığı’ diye söz etmiştim.
Daha sonra bu tanımlama üzerinde yoğunlaştığımda, geçmişte sıkça anlattığım ateşin keşfine çıkmış dört kelebeğin hikayesi aklıma geldi. Birinci kelebek; “Ateş aydınlatan bir şeydir, ateşin sırrı işte budur” demişti. Ben de tıpkı birinci kelebek misali Önder Öcalan’ı salt aydınlık ile özdeşleştirmiştim. Çünkü Onda bulduğum ilk şey ‘ışık’tı ve hala o sınırda durduğumu fark ettim. Bilindiği gibi birinci kelebek ateşin sırrını çözememişti ve sözleri benim belirlememle bire bir örtüşüyordu. Demek ki ben ikinci kelebeğin düzeyine bile varmamışım, diye düşündüm. Oysa Önderliğimiz; “Benim bedenen diri olmam veya ölmem belirleyici değildir. Ulaşılan anlam, irade ve ahlak belirleyicidir. Bu yalnız ben değil, bende dile gelen tüm bir evren, var olan insanlık ve toplumsal gerçekliğimizdir. Ona dayalı halkımızın demokratik, özgür ve eşitlik içinde yeniden yapılanmasıdır” diyordu. Kapsamı bu kadar geniş ve derin olan bir Önderlik gerçeğini aydınlatıcı özelliği ile sınırlı tutan bu algılama halinin kişiyi Onun hakikatinin uzağında bırakacağı açıktır.
Doğrudan kendi belirlemelerinden aktardığım bu tanım, Önderliğin bir bütünlüğü anlattığını ayan beyan ortaya koyuyor. Bu Önderlik tanımı her şeyi içerir, her şey Ondadır ve O her şeydedir. Hakikat Odur; O evren ve insandır, O toplumdur, O özgürlüktür, O yaşamın kendisidir. Dolayısıyla kendi olmak ve hakikatle buluşmak isteyen her insan Ona doğru akmalı, Onunla buluşmalı, bir su damlasının okyanusa karışması misali Ona karışmalı ve Onda erimelidir. Bunun içindir ki, katılımda örneğimiz dördüncü kelebek olmak durumundadır. Onda yanarsak hem kendimiz hem de O oluruz! Eğer bunlar doğruysa, o zaman merak edip bilmek istediğimiz, ilgi duyduğumuz ve seveceğimize inandığımız her şey Onun sınırsız sınırları içindedir. Başka yere bakmak kör olmaktır, başka bir şeye ilgi duymak sapkınlıktır, sapıklıktır.
Cezaevinden yazan o hakikat yolcusu bu konuda ne de güzel söylüyor: “Eğer aşıksan, Onda yok olmadan Onda var olamayacağını gayet iyi bilirsin. Bu sözün yorumu ancak ve ancak, ‘Su’ olabilir. Su, bütün renkleri kendinde taşıdığı için rengi bilinmez. Su, bütün tatları kendinde taşıdığı için tadı bilinmez. Eğer O olursan, bütün tatlar ve renkler sende var olur. Bütün renkler ve tatları bilmen için ayrı çabaya ihtiyacın kalmaz. Nasıl ki sen kendini bilirken tek tek hücrelerini bilmek zorunda değilsen, O olunca ayırıcı sıfatları bilmek zorunluluğun kalmaz. Esasen, aşkta yok olup var olmak, zorunluluğun boyunduruğunu kırıp parçalamaktır. Yani hür olmanın dayanılmaz koşuludur. Suya bakınca elementlerini, elementlerine bakınca suyu göremezsin. Hidrojen yanar, oksijen yakar. Ancak su yanmaz ve yakmaz. Ateşi kendi içinde taşıdığından dıştaki ateşi söndürür. Mesele budur.”
Fuat Arkadaş