HABER MERKEZİ
Her yazın başında olduğu gibi yine çantam sırtımda, yürümeye devam diyorum. Her zamanki gibi yolculuğum Haftanin alanı ve sonrası Metina. En arkada yürüyen ben, diğerleri hemen önümde; Şaristan, Rojbîn ve Şîlan’ın bahar mevsiminin açığa çıkarttığı güzelliklere hayranlıkla bakmaları hala aklımda kalan bir iz. O gün her zamankinden bir kaç saat daha fazla yürüdük. Zaten Haftanîn’de, özellikle de Pîrbilla’da yürümek can katıyor cana. Etrafımız meyve ağaçlarıyla dolu. Yol kenarında boy boy dizili olan iğde ağaçlarının kokusu meyve kokularını bastırıyor. Yoldayız. Hava sıcak olmasına rağmen elden ne gelir, çalışmak gerek. Aslında öğle araları mümkünü yok sıcaktan yürüyemezsin. Fakat yürüdüğümüz patika meyve ağaçlarının içinden geçiyor. Bu ağaçlar bir nebze de olsa gölgelik görevi görüyor. Geçtiğimiz yolda her çeşit meyve var. Bir de etrafa yaydığı kokuyu betimlemek zor, yürüyüp içine çekmek lazım. Ah, hele o iğde kokusu…
Dağlar bu kadar sıcaksa, şehirlerin sıcaktan kokuşmuş, yapışkan toz halini tahmin bile edemiyorum. Birkaç saatten sonra varıyoruz son durağımız olan tabura. Karma taburun konumlandığı yer yüksek, bundan kaynaklı da burası diğer yerlere göre daha serin. İnsanı, havanın bunaltıcı sıcağından alıp götüren ve ferahlık veren hafif bir rüzgar da esiyor. O rüzgarın esintisiyle kendimize geliyoruz. Yüzümüzü rüzgara dönüyor, onun yüzümüze hafif dokunuşlarla vurmasına fırsat tanıyoruz. O, insanı halden düşüren sıcaklıktan sonra, bu serin rüzgar bizlere ilaç gibi geliyor.
Ve nihayet tabura ulaşıyoruz. Günün subayı bizi sıcak, candan bir merhabayla karşılayarak, arkadaşların bulunduğu kamelyaya götürüyor. Arkadaşlar bizi görünce, her zaman karşılaştığımız ama alışmak istemediğimiz, o bildik sözcükle karşılıyorlar: “Ah yine basıncılar.” Tabii bizim cevabımız da gecikmiyor; yok biz arkadaşız deyip hafif bir eleştiri yaparak, arkadaşlara selam vererek oturuyoruz. İyi niyetle söylenen bu sözcük, öncelikli kimliği her zaman için gerilla olan biz basıncıları etkilese de sorumluklarımızı yerine getirmeye çalışıyoruz. Eleştirilerimizin yarattığı mahcubiyetle; “biz öyle demek istemedik, yanlış anladınız” deseler de; bu sözlerin bizleri inandırmaktan çok, gönül almak için söylendiği düşüncesindeyiz. Çünkü bu dağlarda basın çalışmasını yapan her arkadaş ilkin gerilladır ve ‘heval’ kelimesi ile anılıp çağırılmasını hak ediyor. Tartışmalarımız sürerken; “tamam hevala basıncı diyeceğiz oldu mu yoldaşlar?” diyor, genç Rojvan. Ve bu anı anına başlayan ve süren sıcak tartışmamız, Rojvan arkadaşın bu sıcak ve esprili önerisiyle sonuçlanıyor.
O gece orada kalıyoruz. Taburun sayısı oldukça kalabalık. Sabahın kör saatinde herkes ayakta. Sabahın verdiği huzuru gerillanın güzel gözlerinden soluyorum yüreğime.
Kalabalık bir gerilla grubuyla oturmuş çay içiyoruz, zaten gerillada en güzel anlardan biridir çay anları. Sohbetimizin konusu ise dün akşam çığlıklarıyla uykumuzu bölen kuşun neden çığlık çığlığa kalmasıydı. Kuş gecenin verdiği sakinliği adeta yırtarcasına bağırıyordu. Öyle ki, uykusu ağır olan arkadaşlar bile kuşun sesiyle uyanmıştılar. Geceden kalma yorumlar sabah kahvaltısında devam ediyor. Herkes kendince tahmin yürütmeye çalışıyor. Colemêrgli Zozan’a göre; kuş yavrularını kaybettiği için bu kadar bağırıyor. Sağ tarafımda oturan Raperîn; “ kesin bir hayvan ona saldırmış. Yaralarının verdiği acının bağırarak üstesinden gelmeye çalışıyor” deyince. Sol tarafımda oturan Rojbîn; “bence o şarkı söyledi fakat sesi kötü olduğu için bize çığlık gibi geldi” dediğinde, herkes gülmeye başladı. Rojbîn, “öyle değil mi hevala Zîn, sesi güzel olmayanlar şarkı söylediklerinde bize bağırma gibi gelmiyor mu?” deyip onaylanmamı isteyen ifadeyle yüzüme bakıyor. Şaşkınım, şaşkınlığın verdiği dil sürçmesiyle evet doğrudur heval, diyorum ama itirazlar çok fazla, kimse bize katılmıyor. “Bağırma başka, şarkı söylemek başka” diyenler de çok. Rojbîn’in ısrarla “niye, belki opera söylüyordur” demesiyle herkes gülmeye başlıyor. Her halde en kötü şey, o gülüşleri o anda kameramın kadrajına alamamamdır. Hala da neden o anın fotoğrafını çekemediğimi düşünüp dururum.
O gün birçok yeni arkadaş tanıdım. Tanıştığım her bir yoldaşım diğerinden değerli ve özeldi. Çay içerken ki sohbetimizin konusu kuştu ama zaman geçtikçe kuşla başlayan sohbet, Norşîn arkadaşın anlatımlarıyla devam ediyor.
Norşîn arkadaşın sohbeti oldukça sıcak, bir de dolu dolu konuşuyor. Ee, Norşîn arkadaş bir anını anlat diyorum, gülümsüyor. Anı anlatmaktan yana değil. Herkesin dinleme pozisyonuna geçtiğini görünce bizleri kırmayarak; “ilk dağa geldiğimde beni şaşırtan, dağdaki yaşam sistemiydi;” diyerek başlıyor anlatmaya. Mütevazı, bir o kadar da dik ve heybetli duruşuyla; “gerillaya ilk katıldığım dönem beni en çok şaşırtan şey eğitimlerdi. Çok küçük olduğumdan eğitimden hiç bir şey anlamıyordum, yine de bir şeyler anlamak için uğraşıyordum. Eğitim esnasında çok komik şeyler çıkıyordu. Bugün o günleri düşünürken ne kadar da güzel anlar yaşamışım diyorum. Bunca yıl geçti, bir kaç eğitimden geçtim her eğitim kişiliğime birçok şey kattı. Ancak o yıllar bambaşkaydı. İlişkilerimizden, yaşama katılmamıza kadar her şey daha farklıydı. Eskiden şimdiki gibi fırsatlar yoktu. Partiye katılan herkes savaşın kızgınlığın da savaşçılığı öğreniyordu. Öyle şimdiki gibi eğitim imkanları da yoktu. Bu konuda şimdi ki nesil daha şanslıdır.”
Ve söz Gabar’dan açılıyor; Norşîn arkadaş, sevgiyle sözcüklerini dizmeye devam ediyor; “Gabar’da kaldığım süreçlerde koşullar çok zordu. Bir kış boyunca sadece pekmez ve biraz da bademimiz vardı. Ekmeğimiz oldukça azdı. Arada bir arkadaşlar ava gider domuz vururlardı ama ben ne domuz ne de pekmez yerdim. Yanımdaki yoldaşlarım bu halime çok üzülüyorlardı. Arkadaşlar; “domuz değil de bir seferliğe mahsus pezkovî vuralım” dediler. Ben kabul etmedim. Ancak Bedran arkadaş gizlice pezkovî vurmak için araziye gidiyor. Gerçekten de Bedran yoldaş avdan boş gelmemiş, dediğini yapmış ve bir pezkovî avlamıştı. Tüm arkadaşlar işe koyulduk, pezkovîyi doğrayıp ateşin üzerine koyduk. Ancak bu sefer de tuzumuz kalmamıştı. Arkadaşlar her yeri aradılar ancak biraz bile tuz bulamadılar. Yani anlayacağınız et geldi bu sefer de tuz kalmamıştı, ben zaten et sevmeyen biriyim bir de eti tuzuz kim yerdi ki?”
Gözleri sanki bizden, bulunduğumuz mekan ve zamandan kopmuş ve o anlara gitmiş gibiydi. Sanki o anları göz bebeklerinin içinde yeniden yeniden yaşıyordu. Gabar’dan bahsederken o zorlu gerillacılığın kendisiyle yarattığı ruhu dillendirmeden geçemiyor. “Kısıtlı koşularda birbiriyle kalan yoldaşlar birbirine çok bağlı olurlar. Gabar deyince zorlu koşullar akla geliyor. Fedakarlığın yarattığı ruh Agit arkadaştan bu yana hep devam ediyor. Gabar’da yoldaşlık sevgi ve emekle inşa edilir. Birçok arkadaşımız erzak getirebilmek için canlarından oldular. En ön mevzilere gidebilmek için birbiriyle yarıştılar. Savaşın en sıcak anlarında bedenlerini siper ederek yoldaşlarını kurtaran birçok yiğit arkadaş tanıdım.” O anda yitirdiği yoldaşları gözlerinin önüne getirdiği kesin. Buğulu gözlerle uzağa dalmış, bizler de onun gözlerinde canlanan anlara…
Norşin arkadaş; yitirdiği yoldaşlarının eksikliğini yaşayarak zamana yolculuk edenlerden.
Anlar ve anılar bizleri var ettiği kadar, bir arada toplayan da anlardır. Bazen yaşadığımız anlar eskidikçe ve bir de yalnız kalmışsan bir yerde, eski yoldaşlarını arayıp bulmaya çalıştığında anlar ve anılar etrafını sarar. Bir bakarsın güneşin en sıcak zamanında kar yağar, tüm kemiklerine kadar üşürsün, ama ellerini cebine koyamayacak kadar unutkan olursun. Zamanın alıp götürdüğü anları toplamışsın bir yerde, zamana inat. Zaman akmaz olur, gözler yürekle bir olur gider o anlara. Zaman ve zamanın eskitemediği anlar birikince gönülde, zamanın acımasızlığına değil kızgınlığın kendinedir.
O zaman duygular simya taşına döner. Nasıl ki simya dokunduğu her nesneyi altına dönüştürüyorsa anlarda insanın büyümesinde ışık oluverir.
İşte böyledir insanevladı hem kızdığı hem de yüreğinde sakladığı yoldaşlarından uzakta olunca üşüyüverir gözleri.
Yolları yürüdükçe bir anla birçok anıyı yaşayabiliyorsun bu dağlarda…
Zîn Koçer