HABER MERKEZİ –
Zeynep az önce birkaç jeton almış, telefon kulübesinin önüne gelmiş ve beklemeye başlamıştı. Kulübe Dersîm’in en işlek ve merkezi caddesinin üzerindeydi. Bu caddenin adı Palavra meydanına çıkmıştı. Zeynep de bu meydanda, savaşın ağırlığını tümüyle hisseden herkes gibi sessizce yerini almıştı.
Sakin ve kararlı bir görünümü vardı. Çıkık elmacık kemiklerini, güneşten esmerleşmiş teni, siyah ve parlak gözleriyle tipik bir Kürt kadınının çizgilerini taşıyordu. Özellikle gebe kadın görüntüsüyle düşmana teslim olmamak için, Dersîm’in gebe kadınlarından biriydi. Elindeki çanta davranışlarına bir rahatlık kazandırıyor, dikkat çekmesini önlüyordu. Bu dış görünümün altında yaşananlar, hiç de bu kadar sakin ve rahat değildi. Kafasının içinde adeta bir düşünce kasırgası kaynağını, çözümlenememiş bir ustalıkla sıraya diziyor, sistematiğe kavuşturuyor. Bir yandan da duygularla düşünceler arasındaki muazzam paralelliği kuruyordu. Bu mükemmel işleyiş Zeynep’in beyninde son birkaç dakika içinde doruğa ulaşmıştı. Zeynep, ağırlığını parçalıyordu. Bombalarla memeleri, patlayıcı kalıpları karnındaki bebek gibi bedeniyle bütünleşmişti. Yan büfenin önünde duran iki kişinin bakışları da olmasa herhangi bir rahatsızlık hissetmeyecekti. “Bir aksilik olmaz inşallah” diye geçirdi içinden. Başarısız eylemlerin partiye kaybettirdiğini iyi biliyordu. Böyle bir pratiğin sorumluluğu altına girmek istemiyor, tam aksine döneme en iyi cevabı vermek, taktik öncülüğü üstlenmek istiyordu. Kendini buna uygun bir planlama, hedefsizlik ve kararlılık gücüne ulaştırmak için ne gerekiyorsa yapmıştı. Yeter ki iradesi dışında bir talihsizlik çıkmasın.
Aklına Başkan APO geldi.
“Başkan APO çok üzülecek! Fakat eyleme en büyük sahiplenmeyi de o gerçekleştirecek, bundan eminim” diye kendi kendine mırıldandı. Aklından tıpkı bir film şeridi gibi, Başkan APO’nun şehitlere ilişkin yaptığı konuşmalar ve kendisinin Başkan’a hitaben yazdığı son mektup geçti. Yüzünden içten bir gülümseme belirdi. Yeniden kendine döndü. Hiç gebe kalmamıştı ama şimdi devrimin zorlu doğumlarından birini gerçekleştirmeye hazırlanıyordu. Karnında taşıdığı bir çocuk değildi, fakat taşıdığı bu ağırlıkla gerçekleşecek eylemin tarihselliğini düşündü.
Çok değil birkaç dakika sonra, bu askerleri hedef alacak, onlar karargahlarına dönmek için komutlarla ilerlerken, o koşarak içlerine dalacak, son sözlerini haykıracak, bombasının pimini çekecek ve kendisiyle birlikte mazlum Dersîm’in bağrına çöreklenen Kemalizm’in artıklarını söküp parçalayacaktı. Devrimin yeni bir silahını ilk o patlatacak ve partinin intihar eylemlerinin kararını yaşama ilk geçiren gerilla olma onuruna ulaşacaktı. Şaşkınlığı kendine güvenmediğinden değildi. O, Kürdün bu kadar hızlı ayağa kalkışına olan sevincinden dolayı hayretlerde kalmıştı. Kürdün yirmi yıllık bir savaşta o derece düşmüşken, bu kadar hızlı dirilişine düşmanın değil de, kendi halkıyla kucaklaşmasına akıl sır erdiremiyordu. Bu bir rüya mıydı, güzel bir düş mü, yoksa gerçek mi? Elbette ki gerçekti ve bu gerçek bu an, burada onun şahsında ete kemiğe bürünmüştü. Bu hayret ve heyecan Zeynep’i öylesine yormuştu ki, uzun bir koşuyu tamamlamış gibi derin derin soluklandı. Yorgunluğuna rağmen, düşünceleri karınca sürüsü gibi başına üşüştü. Tarifi imkansız bir dünyaydı şimdi. Bakışlarını askerlerin üstünden bir an olsun ayırmıyordu. Bununla birlikte dış dünyadan aldığı tüm sinyaller anında beynine ulaşıyor, bir karara dönüşüyordu. Bu karar emir olup gözlerine, kulaklarına, burnuna, sinirlerine kadar yayılıyordu. Kısacası kafasında geçmiş ve bugün arasında gidip gelen düşünce dalgalarına rağmen Zeynep, bulunduğu anın gereklerinden kopuyordu. Beyniyle vücudu arasında muazzam bir işleyiş süregidiyordu.
Kendini düşünmeye, Kürdün yeniden dirilişini düşünmeye devam etti. Nereden nereye gelmişti. Şimdi bomba yüklü, gebe görünüşlü ama özünde ne yaptığının bilincinde bir kadın gerillaydı. Oysa doğduğu zaman bugünlere geleceği kimsenin aklına bile gelmemişti. Elmalı köyünde doğmuştu. Ve Elmalı köyünün tüm kızları gibi doğum müjdesi babasına götürülmemişti. Köyleri Malatya’ya yakındı. Malatya kayısılarıyla meşhurdu, ama elmaları da güzeldi. Belki de bu yüzden köyün adı Elmalı olmuştu. Ama kendi dilinden değildi, köyün adı, bir türlü ısınamadı bu isme… Oysa toprağına yakındı. Onu sarıp sarmalamış gibi yakın, o toprakların bağrından çıkmış anasını düşündü. Anası Zeynep’i doğurmanın sancılarını da o topraklarda çekmişti. Bir an için doğurgan anasıyla arasındaki biçimsel benzerliği düşündü. Ve daha birkaç yıl öncesine kadar, birbirlerinden uzak iki yabancı gibiydiler.
“Başımda anamın kofisi, üzerimde entarisi de olsaydı aramızdaki biçimsel fark ortadan kalkacaktı. Oysa anamın kofisinden bir zamanlar ne kadar da utanırdım. Onu dışlar, küçümserdim. Arkadaşlarım anamı görmesin isterdim. Onun gerçekliğini kabul etmez, bunun benim de özüm olduğunu görmezdim. Bana benzemesini isterdim. Yani kendisini inkar etmesini… Oysa şimdi ne kadar da yakın hissediyorum. Ne kadar da benzer yanlarımız…” Birden durdu, sonra yeniden kendi kendine söylenmeye başladı.
“Bu ne duygusallıktır beni yakaladı? Elbette ki analarımız ülke gerçekliğimizi daha fazla yansıtıyorlar, ama eski yüzünü. Gerilla kadınlar ile anaları arasında benzerlik ne olabilir ki? Evlilik analarımızın bedenlerini erken çökertiyor. Gerillacılık kadının ruhunu güzelleştiriyor. Oysa köle insanın evliliği ruh karartmaktan öteye gitmiyor. Analarımızın yüzü geçim ve koca kahrından kararır. Gerilla kızların teni savaşın kızgınlığında bronz renginde kararıp, ışıltı kazanır. Gerilla kızlarla konuşunca onların düşüncelerinin ne kadar genç ve ne kadar berrak olduğunu anlar insan. Oysa analarımız öyle mi? Daha on üçünde zihinleri, gelecekleri, inançları, ufukları kararır. Yüreklerinde ak kalan bir parça varsa, o da çocuklarına olan bağlılıklarındandır. Anamın da yüreğinde koruduğu o açık köşenin benim yerim olduğundan eminim. Acaba şimdi böylesine zorlu ve onurlu bir anı yaşadığımı hissediyor mu? Olsun şimdi hissetmese bile, sever anam beni. Arkamdan ağlasın istemem, ama biliyorum ağlayacak… Ya ağabeylerim…” Yeniden duraksadı Zeynep. Kendisine şaştı. Böylesi koşullarda annesini bu kadar düşünebileceğini hiç tahmin etmemiştir. Düşünmeye devam eder.
“Demek ki en çok çözümlediğimi sandığım sorun, son anlarımda bile yakama yapışıyor. Elbette insan annesini sever. Ama aileyi devrimcileştirme, devrimin bir ocağı haline getirme görevimi de yerine getiremediğimi de kabul etmeliyim. Ne yazık ki, bu görevimi yoldaşlarımın omuzlarına yüklemiş bulunuyorum. En acısı da şahadetimin bu sorunu çözeceği noktasında fazla emin değilim. Aile gerçekliğim, bu konuda pek iç açıcı değil. Ancak, devrim her derdin ilacıdır. Bir gün onlar da, gerçek yerlerinin neresi olduğunu kavrayacaktır. Umarım fazla geç kalmazlar.”
Zeynep bunları düşünürken, askerler İstiklal Marşı’nı okumaya başlamışlardı. Küçükken bilmezdi bu marşın kime ait olduğunu, kimler için çalındığını. Ama yalnız söyledikleri her nota yüzünden dayak yediklerini çok iyi hatırladığı bu marş, peşini hiç bırakmıyordu. Bu marşı, dış dünyaya ilk gözlerini açtığı okul yaşamında tanımıştı. Ondan sonra tüm yaşamı boyunca şurada veya burada hep karşılaşmış hep de tepki duymuştu. Peşini bırakmıyordu. Evet… Ölümsüzlüğü yaratmak için, ölüme ramak kala yine bu marş… Sinirlerinin gerildiğini fark etti. Bu gerginliği üzerinden atmak için, düşüncelerden sıyrılmaya çalıştı. Aklına ilk gelen yol, eylem anı üzerinde biraz daha yoğunlaşmaktı. Pimi çekeceği anı düşünecek oldu, vazgeçti. Çok kısa ama dolu dolu geçecek böyle bir anı, böyle önceden hayal etmek sanki o anın görkemine gölge düşürecekmiş gibi düşünmekten vazgeçti. Hem daha hazırlık sürecinden biliyordu, o an üzerinde fazla yoğunlaşınca garip bir duygu karmaşası yaşıyordu. Korktuğundan değil, ‘ya bir aksilik çıkarsa’ sorusu onu yaşamdan koparıyordu. Oysa Zeynep son ana kadar her şeyi görmek, düşünmek, duymak, hissetmek istiyordu. Zaten kulübenin önüne geldiğinden beri süren şu kısacık zaman diliminde duyumsadıkları, düşündükleri o anı, beklediğinden de dolu yaşayacağını gösteriyordu.
O an dediği ölüm anıydı. Peki neydi ölüm? O kadar kolay mıydı? Kolay mı tercih edilirdi? Hiç de kolay değil, fakat onu kolaylaştırmayı bilenler vardı. Karnında özgürlüğü, bağımsızlığı, insanlık onurunu, yücelmeyi taşıyanlar, ölümü de kolaylaştırmayı başaranlardı. Ve ölüm önlerinde diz çöküyor, hesap veriyordu. Zeynep bunun bilincindeydi. Bu bilincini, geride bıraktığı mesajında ince bir oya gibi işliyor. Mesajını insanlık tarihinin dönüm noktalarıyla başlatmış, halkların tarihinde önderlerin rolünü ortaya koymuştu. Ardından ordulaşan, cepheleşen Kürdistan halkının savaşta doğuşunu anlatmıştı.
Daha söyleyecek çok şeyimiz var dercesine, ölüme en önde diz çöktürten şehitleri anmış, onları takip etmenin gerektiğini vurgulamıştı. Sonra da eylemini değerlere bağlılığın bir gereği olarak, gerçekleştireceğini açık ve net bir şekilde ortaya koymuştu. Tüm bunları sakin sakin akan bir suyu andıran, uyumlu bir dille yazmıştı. Son sözleri ise bu sessiz ve berrak suyun görkemli, yüce ve keskin kayaları parçalayarak akan bir şelaleye dönüşmesine benziyordu.
Nasıl en sakin sular bile bir şelale gibi dökülürken, en hızlı okun gücüne ulaşırsa, Zeynep de son sözleriyle öylesine keskin, kararlı bir akışkanlığa ulaşmıştı. Zaten “o an” deyince mektubunun son paragrafını hatırladı. “Tüm dünyaya haykırıyorum; duyun artık, gözünüzü açın. Biz vatanı elinden alınmış, dünyanın dört bir tarafına dağılan halkın evlatlarıyız. Biz vatanımızda özgürce, insanca yaşama olanaklarına kavuşmak istiyoruz. Kan, gözyaşı, zulüm, halkımın kaderi olmamalı artık. Barışa, kardeşliğe, sevgiye, insana, doğaya, yaşama önce sevdalı olan biziz. Bu sevgidir. Biz savaşta ölmek ve öldürmek istemiyoruz. Ama özgürlüğümüzü kazanmanın başka yolu da yoktur…” Önünden geçen bir çocuğun hızla kendisine çarpmasıyla Zeynep yeniden düşüncelerinden koptu. Askerler kahrolası marşı hala söylüyorlardı. Çocuğun çarpmasıyla Zeynep biraz sarsılmıştı. Çocuk dönüp kendisine mahcup mahcup bakınca gülümsedi. Onun hoşgörüsü çocuğa yansıdı, utandı, yanakları kızardı. Tatlı bir gülümsemeyle koşar adım uzaklaştı. Zeynep düşünceleriyle tekrar baş başa kalmıştı. Sevgiyi tanımlamış olduğunu fark etti. Sevgi yaşama ve yaşamı güzelleştiren tüm değerlere sevdalı olmaktı. Hafifçe dudaklarının arasından mırıldandı… Kemal Pir yoldaşın sözünü anımsayınca, tekrar mektubun son satırlarına takıldı aklı. Ölmek ve öldürmek istemediğini, ama özgürlük için bunu yapmak zorunda olduğunu yazdığını hatırladı. O an bir şimşek çakıp beynine saplanmış gibi, mezuniyet töreninde içtiği yemin aklına geldi. Zeynep tüm arkadaşları gibi, savaşta ve barışta ırk, cins, din, dil ayrımı yapmadan insanların yardımına koşacağına yemin etmişti. “Savaşta ve barışta” diye söylendi. Bu yeminin anlamı üzerine daha önce de düşünmüştü. Elbette ki hemşirelik kutsal bir meslekti. İnsanların yardımına koşmak güzeldi. Fakat bu yemin dünya gerçekliğiyle uyuşmuyor, içinde koskocaman bir belirsizlik taşıyordu. İnsanlığın yarısından fazlası baskı, zulüm ve vahşet içinde kan ağlıyor, tüm insani haklardan yoksunluk içinde yaşıyordu. Öte yandan sermaye sahipleri, emperyalistler milyonlarca insanın kanı üzerinden dünyanın tüm nimetlerini diledikleri gibi kullanıyorlardı. Bunlar hastanelerin en lüks odalarında çağın en gelişmiş tekniğinden yararlanırken, yoksullar kapıdan içeri bile sokulmuyor, yetmezmiş gibi itilip kakılıyor, alaya alınıyorlardı. Böylesi bir eşitsizlik hüküm sürerken dilleri yasaklananlar, dertlerini anlatamazken, insanlar arasında nasıl bir ayrım yapılmazdı? Nasıl bir ayrım gözetilmeden hepsinin yardımına koşabilirdi? Hem sonra dört bir yandan kuşatılan, en iğrenç yaşam koşullarına mahkum edilen sefaletin içine sürüklenen bir halk gerçekliği ancak kıyasıya bir savaş içinde sevilir hale gelmez miydi? Ezenle-ezilenin, yoksul ile zenginin arasındaki farkı ortadan kaldırmak… Bu savaş herhangi bir savaş değil, devrimci bir savaştı. Savaşta ise ölmek de vardı, öldürülmek de. Bu gerçeğe rağmen nasıl “savaşta ve barışta” diyebilir ki? Bu düpedüz bir yanılsama olmaz mıydı?
Ölüm üzerine bu uzun monolog Zeynep’i yormuştu. Durdu, çevresine bir kez daha ince ince baktı. Yandaki büfenin önünde duran iki kişinin, iyiden iyiye kendisiyle ilgilendiğini fark etti. Bu arada askerler de marşın son kıtasını söylüyorlardı. Zeynep’in saati hala gelmemişti.
“Ne ilginç, normal yaşamda insanlar günlük programlarını yerine getirmek, günlük kaygılarının ardından koşabilmek için, hep zamanın yokluğundan, zamanın yetmediğinden şikayet ederler. Oysa insan devrimcilikte zamana, mekana ve bilgiye hakimiyeti öğreniyor. Hem de en doğal biçimiyle, hiçbir zorlama olmaksızın. Ben de eskiden öyle değil miydim? Okul, ev, iş arasında az mı koşturmuştum, zaman yetiştirme telaşıyla. Oysa şimdi yaşamın en hassas anında zaman o kadar bol ki, peşinden koşmak bir yana dolu dolu geçirmek için adeta insana şans tanıyor. Okul yıllarındaki telaşım neydi öyle?”
Zeynep şimdi de okul yıllarındaki koşuşturmalarına, anılarına doğru bir yolculuğa çıkmıştı. Beyaz üniformayı ilk Haydarpaşa Sağlık Meslek Lisesi’nde giymişti. Genç kızlığının en yoğun günlerini burada yaşamıştı. Okuldaki kız öğrencilerin yakındaki askeri hastanenin personeline olan ilgisini, hep uzaktan uzağa izlemişti. Kendinde de bazı eğilimler olmuş, ama zamanla onları aşmış ve yaşama daha sağlıklı bakmayı öğrenmişti. Okul bitmiş, yemin töreninden sonra mesleğe atılmış, görev alanlarına dağılmışlardı. Zeynep bu konuda şanslı sayılırdı. Tayini Birecik’e çıkmıştı, seviniyordu. Okul yıllarında sınırlı da olsa, devrimci düşüncelerle tanışmıştı. Şimdi insana hizmet etme imkanına kavuştuğu için mutluydu. Az yardımcı olmamıştı, o yol bilmez, dil bilmez köylü kadınlarına.
Zeynep her zaman içten bir neşenin yanında ağırbaşlı olmayı da becermişti. Sessizliği dünyaya olan ilgisizliğinden değildi. Bir hedefi, bir amacı da vardı. Bu anda azim ve çabanın sürekliliğine yol açıyordu. Üniversiteyi kazanmasını bu özelliklerine borçluydu. Okurken bir yandan da çalışabilmek için, tayinini Malatya Devlet Hastanesi’ne istemişti. Böylece hem hastanede röntgen teknisyeni olarak çalışmış, hem de rehberlik ve psikolojik danışmanlık bölümünü bitirmişti. Bu yılları hiç de kolay geçmemişti. Koştura koştura işe, gece nöbetlerine, okuldaki derslere yetişmeye çalışırken bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de evde ailesinin isteklerine çözüm bulmaya çalışmak onun için hiç de kolay olmamıştı. Bu yıllar, aynı zamanda devrimci düşüncelere daha da yakınlaştığı zamanlardı. Bunları düşünürken gülümsedi.
“Ortayolculuk hiç de kolay değilmiş. Neydi o çektiklerim! Bir yandan aile, bir yandan düzen, bir yandan da beni kendisine mıknatıs gibi çeken devrim” diyerek söylendi. Oysa şimdi yaşamına yön veren bir tek çizgi vardı. Bağımlılıklar noktalarından tek tek sıyrılmış, aydınlığa kavuşmuştu. Özgürleşmeye en çok onun ihtiyacı vardı. Bir kadın olarak bunun ancak devrimle gerçekleşebileceğini biliyordu ve bu duygular onda çelişkilerin daha derin, sezilerin daha güçlü olmasına yol açmış, başlarda karar vermekte zorlansa da, tercihini devrimden yana yapmıştı. Kirletilen, yitirilen bir cins kendini ancak savaşta bulabilirdi. Ve Zeynep savaşa, herhangi bir ülkede yaşam damarları kesilmiş bu ülkeye kan ve can veren, onu dirilten bir çizgiye adım atılmıştı. Bundan daha büyük kararlılık olamazdı. Artık ortayol diye bir şey kalmamıştı. Ortayolu anımsaması yalnızca geçmişle acı bir tonda dalga geçmekti, başka bir şey değil.
Zeynep bir anlık duraksamadan sonra, devrimin kendisine kazandırdıklarını düşünmeye başlar. İster istemez savaşa birlikte katıldığı eşi ve yoldaşını hatırladı.
Onunla üniversitede tanışmışlar, daha sonra evlenmişlerdi. Daha bir yıl önce o, Adana’da düşmana esir düşmüş, Zeynep ise gerilla yaşamına katılmıştı. Onu hatırlayınca eyleme hazırlanırken, ona yazdığı mektup usulca dökülüverdi dudaklarından;
“Merhaba Özgürlük Tutsağı!
Sana bu mektubu Dersîm’in geçit vermez dağlarından yazıyorum. Munzur bizleri yine sarıp sarmalıyor. Her zamanki gibi başı dik ve heybetli. Cömertliği ise hiç eksilmiyor. Hiçbir şey esirgemiyor evlatlarından. Özgürlük savaşımız ise, tarihe layık bir şekilde büyüyor.
Ordumuz bu yazda her günü bir atılımla karşılamanın hazırlığı içinde. Karargahlarımız cıvıl cıvıl. Yoldaşlar büyük bir azim ve tutkuyla sürece hazırlanıyorlar. Biliyorsun ateşkes hala sürüyor. Ama bu topraklarda ateş bir gün olsun kesmek bilmiyor. Halkımızsa ak ile karayı bu ateş çemberi içinde birbirinden seçip öğretiyor. Bazen milisler gelir şehir merkezinden. Dediklerine göre Dersîm’in nüfusu dört’e katlanmış. Köylerde, yaylalarda korkunç bir katliam var. Geride sağ kalanlar soluğu şehir merkezinde alıyorlar. Sanma ki kolay oluyor yoldaşım! Halkımız eşi görülmemiş baskılara göğüs geriyor, göç ise son çareleri. Yine de onurlarını koruyorlar. Eskiden olduğu gibi ülkeden kaçmıyorlar. Acıları bir süre dinsin diye, kendi vatanlarında bir başka şehre ya da köyde gidiyorlar. Bir de ambargo belası çıktı halkın başına. Eskiden de vardı ama şimdiki eşi görülmemiş türden. İnsanlar kendi çocuklarını doyuracak kadar bile bir şey bulamıyorlar. Artık bir torba unu, birkaç kilo şekeri olan yörenin ağası, zengini sayılıyor. Kısacası yaşam her geçen gün biraz daha namlunun ucunda. Hiç umulmadık bir anda, umulmadık bir köylü ya da şehirli üç kuruşluk düşman subayının canı sıkıldı diye o anda öldürülebiliyor. Halkın yaşam hakkı yok. Her şeyin kaderi düşman askerinin ağzından çıkacak iki kelimeye bağlı. Gerilla güçlendikçe, düşmanın acımasızlığı, katliamcılığı, vahşiliği daha da açığa çıkıyor. Gerilladan yedikleri her darbe karşılığında halka saldırıyorlar. Amaçları, halkı bu bitmez tükenmez acılarla pes ettirip gerilladan koparmak, düşman haline getirmek. Tam aksine halkımız bin yıllık acı tecrübeyle gerillaya daha fazla sahip çıkıp, bağlanıyor. Çünkü halkımız yıkılmakta olanın yaşam içindeki değişikliklerinden, komşunun komşuyla, babanın oğulla, ananın kızıyla, gençlerin birbiriyle ilişkisinde görüyor ki, yeni bir yaşam yükseliyor. Betonlaşmış tüm hayallerin yeniden dirildiğini ve mutlaka zafere ulaşacağını görüyor. Zaten düşman baskılarına karşı direncini gerillaya sevgisinden, özgürlük savaşına tutkusundan kazanıyor. Doğal olarak eski ile yeni arasındaki bu kıyasıya savaşta herkes yerini yeniden belirlemek zorunda kalıyor. Yeniyi temsil edenler daha da ilerlemek için kendilerini her gün üreterek tüyü bitmemiş bebelerin umutlarına cevap olmaya çalışıyorlar.
Beni sorarsan, bu sana yazacağım son mektup. Sanma ki ayrılık mektubu. Aksine mektubum çok yakında, belki de bu kağıt parçasından önce sana ulaşacak bir direniş destanıdır. Yaşamımın en güzel günlerini… Kendimde verdiğim büyük savaşı zaferle sonuçlandıracak önemli bir karar ve irade gücüne ulaştığımı söyleyebilirim.
Artık sadece bir devrimci, bir Kürt yurtseveri olarak değil, aynı zamanda devrimci bir Kürt kadını olarak da kendimi doğru tanımladığıma inanıyorum. Yaşam, sevgi, özgürlük, aile ilişkisini en derin biçimde ele aldım ve her birine Önderliğin çizgisi temelinde bir cevap bulana kadar beynimde tartışmaya devam ettim. Bu bana tahmin edemeyeceğin bir güç kazandırdı.
Cins olarak da özgürlüğün hangi yoldan geçtiğini biliyorum artık… Bu aynı zamanda, ülkemin, kendimin gerçekliğini, bundan doğan zorunluluklarını kavramayı da ifade ediyor. Tüm bu tartışmalardan sonra kendime güvenimin daha da arttığını söyleyebilirim. Her koşulda kendi ayaklarım üzerinde durabileceğime inanıyorum. Ve bu gücümün kaynağı öncüdür, partidir.
Evet yoldaşım, halkımız ölümü yendi, ben de yeneceğim. Ben de kendimde beşeri tüm zayıflıkların ayartıcı gücüne, ölümüne karşı koyacak, bir çift kanat takarak bir seher vakti sonsuzlukta güneşle kucaklaşacağım. O seher vaktinde kanat çırpmayı başarırsam, o zaman kendimi halkıma ve insanlığa olan borcumu bir nebze olsun ödemiş sayacağım. Geride bırakacağım en güzel armağan, en güzel miras bu direniş destanı olacak. Dileğim bu mirasın sana da sonsuza dek güç vermesidir.
Şayet halkıma karşı bir kusurum olmuşsa gençliğime, özgürlüğe olan işlenmemiş hasretime yorulsun isterim. Halkımı ve insanlığı seviyorum. Başkan APO’nun öncülüğünde sevginin en güçlü silahlarıyla kuşandığımdan şüphen olmasın. Sana ve tüm zindan direnişçilerine selam ve saygılarımı sunarım. Hoşçakal, özgürlük tutsağı hoşçakal. Güneşin doğduğu yerde bir daha buluşmak üzere hoş-ça-kal!”
Yoldan geçen bir taksinin yaptığı fren, Zeynep’i sarstı. Hoşçakal sözcüğü fren sesiyle adeta parçalanıp, dudaklarının kıvrımlarına karıştı. Bir an için tedirginlik yaşadı Zeynep. Dalmış gitmişti, o sırada askerler dönmeye başlamıştı. Kendisine kızdı. Zaten yazılıp gönderilmiş mektubu anmanın zamanı mıydı? Neredeyse en hazırlıklı olması gereken anı kaçıracaktı.
Boşuna mı parti bu ilişkilerin, savaşta örgütlenme, yaşama biçimi, rolleri ve yol açabilecekleri sonuçlar üzerinde bu kadar hassas duruyor. Zeynep son bir kez kendini baştan aşağı gözden geçirdi. Çevreyi bir kez daha kolaçan etti. Askerler “uygun adımlarla” geliyorlardı. Doğum anı yaklaşıyordu. Zeynep’in kalp atışları hafif hafif yükselmeye başladı. Saçlarının arasından bir ter damlası aktı, kulak memesini sıyırdı, ince bir su sızıntısı gibi akarak iki memesinin arasından göbeğine ulaştı. Zeynep’i doğum sancıları tutmuştu. Özgürlük doğacaktı bu gebelikten. Nabzı giderek yükseldi. Yüreği sanki baharda kabaran Munzur’du. Yüreğine beklenmedik bir soru saplandı. “Acaba başarabilecek miyim?” Bu soruyla birlikte yüzlerce karga, hani şu katran karası kargalardan yüzlercesi, Zeynep’in yüreğini kopartıp almak için, son dakikaları kaçırmak istemezcesine kirli gagalarıyla hırsla saldırdılar. Yüzlerce kargaya karşı bir grup beyaz serçe ise Zeynep’in yardımına koştu. Zeynep, kargalarla boğuşurken, serçeleri ezmesinler diye kargaları arkasına almaya çalışıyordu. Serçeler içinde bir tane şahin bakışlı vardı. Onun gizlenmeye, korunmaya tahammülü yoktu. O görevine koştu. Zeynep’in kargalardan korunmak için, göğsüne kapattığı kolunu kendine siper ederek minik gagasıyla, kargaların gagalarına üst üste saldırıyordu. Her saldırısında minik gagası keskin bir kılıca dönüşüyordu. Zeynep ise bir yandan kargalarla boğuşuyor, bir yandan minik serçeleri koruyor, bir yandan yardıma koşan o cesur serçeyi hayretlerle izliyordu. İzledikçe ondan güç alıyor, güç aldıkça kargalarla daha güçlü boğuşuyordu. Son bir kez daha çırpındı Zeynep. Öyle bir silkindi ki, üzerine üşüşen tüm kargalar bedeninden uzaklara savruldu. Savrulan kargalar, caddenin şurasında burasında yayılan kara taşlara dönüştü. Elini minik serçeye atmak istedi, gözleriyse diğer serçeleri arıyordu. Şahin bakışlı serçe diye el attığı şeyin cebindeki bombanın pimi, diğer serçeler diye aradığı yerin ise vücudu olduğunu o anda fark etti. Zeynep’in ne olduğunu, bir saniye içinde neler yaşadığını anlamak için düşünecek zamanı yoktu. Fakat tüy kadar hafiflemişti. Bedeni müthiş yumuşamıştı. Vücudu ise terden ıpıslaktı. Başkan APO’ya yazdığı mektuptaki son cümle beyninin hücrelerini son kez okşadı.
“YAŞAM İDDİAM ÇOK BÜYÜK. ANLAMLI BİR YAŞAMIN VE BÜYÜK BİR EYLEMİN SAHİBİ OLMAK İSTİYORUM.”
Ve ilk adımını attı. Zeynep artık hedefe yürüyordu. Munzur’du yürüyen, Kutu deresini böle böle ilerliyordu.
Adımlarında kavuşan Mem u Zin’di. İntikam kasırgasıydı adımlarının hızı. Alnında bir ışıltı belirdi. Deriye Sim yeniden Kürdistanlılara açılıyor, işgalcilere kapanıyordu. Adımları sıklaştıkça Munzur Baba, yaylalarda bir su olmaktan çıktı, Dersîm’e indi, bir eliyle Zeynep’in sırtına dokundu, gücüne güç kattı. Seyit Rıza son anlarına yakın yetişip yükünü kontrol etti. Meydanı Alişer’in sesi titretti, Besê Ana yanına aldı Azime’yi, Berivan’ı, Zekiye’yi, Bêritan’ı. Bu doğumda ebelik etmeye geldi. Zeynep yürüdükçe Zîlan oldu. Zîlan artık cesetlerin doldurulduğu bir vadi değil, cesetlerin dirildiği bayındır bir ülkeydi. Yürüdü Zîlan, yürüdükçe Haki’yle, Mazlum’la, Hayri’yle sohbet etti. Güneşin bir salkımından Aşiti kanat çırparak gelip, Zîlan’ın alnına bir öpücük kondurdu. Başkan APO ardısıra seslendi; “Zîlan yoldaş temponuzu biraz daha arttırın. Doğum özgürlüğün şanına layık olmalı!”
Zîlan artık özgürlük ülkesindeydi. Haykırdı. “Yaşasın Başkan APO!” “Yaşasın Kürdistan!” Askerler panik içinde soruyorlar: “Ne ol……..” Her yerde aynı ses yankılanıyor. Yer, gök, dağlar, sokaklar, duvarlar haykırıyorlar intikam! Havada kara çalılar ve güller uçuşuyorlar. Her yer kan kızılına boyanmış. Yere düşen kara çalılar inliyor. “Ay anne!” diye inliyor kimisi. Çalıların üzerinde çakal sürüsü toplanıyor, acı acı uluyarak. Güller ise uçuşuyorlar. Dersîm’in üzerinde dört bir yana yayılıyorlar.
Sabırsızlıkla bekleyenler “doğum gerçekleşti, doğum gerçekleşti” diyorlar. Zîlan’ın gül kokulu yüreği telgrafın tellerine takıldı. Hayri müthiş bir coşkuyla toprağı yararak başını yerden kaldırdı. Telgrafın tellerine baktı. Şiirinin dizgesini değiştirdi. “Telgrafın tellerine kadın yürekleri takılıyor artık.” Tekrar başını toprağa yasladı.
Ağaçların içinden şahin bakışlı bir serçe yeniden kanat çırparak peşine diğer serçeleri de takıp çıkageldi. Küçük, narin ama keskin gagasıyla Zîlan’ın yüreğini önce okşadı, sonra özenle kanadına takılıp başladı gökyüzünde süzülmeye…
Güneş batmak üzereydi. Zîlan seher vaktinde güneşle kucaklaşmak o temiz bir serçe seher vaktini kaçırmamak için var gücüyle kanat çırptı. Ardından diğer serçeler de çırptılar kanatlarını masal dilinde bin bir gece.
Doğansa “Özgürlük Manifestosuydu.” Ve insanlık yazıldı böylece.
Temmuz-Ağustos ’96 Çanakkale
Sema Yüce