HABER MERKEZİ –
Tarih bu tür gelişmelerin sayısız örnekleriyle doludur. Daha ilk çağlarda gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, bir eski Yunan’da ki tüm insanlık, soyunun gelişmesinin çocukluk dönemi olarak da değerlendirilen bir dönemi yaşar her şey çocukçadır, masalcadır, ama aynı zamanda çekicidir, hayaldir, şiir ve sanat görkemlidir. İlahlar yaratılır, kendilerine olağanüstü kudretler bahşedilir, kahramanlar yaratılır, ilahlara çok benzeyen ve yavaş yavaş gökyüzünden yere inen ilahlara benzeyen komutanlar, devlet adamları, bilgeler ve filozoflar ortaya çıkar. Uygarlığın şafak vaktinde bunlar birçok çağrılarla yere inerler. Kısacası doğayla ilk temasında, doğaya karşı bilinç ve ruhunun ilk temasa geçişinde, gökteki ilahlara sığınan, dinsel düşünceye (mitolojiye) adımlarını atarak kurtuluş yolunu arayan insanlık, tecrübesini biraz daha arttırarak doğayla haşir neşir oldukça, gökteki tanrıları yavaş yavaş yere indirir. Hafızasına sığdıramadığı ve büyüklüğünü ölçüp biçemediği tanrılar giderek ölçülü ve hesaplı güçler haline gelir.
Kısacası insanın kendisi olmaya doğru gelişip güçlenir, kendisine güveni artar, doğayla mücadelesinde tecrübe ve deneyim kazanır ve böylelikle dinden felsefeye bir iniş ve felsefeden politikaya bir sıçrayış başlar. Zeus, Olympos’a taşınır ve orada hemen bir devlet adamı ve bir kumandan olarak biçimlenmesini daha da insanileştirir. Sanatında ve şiirinde, tiyatrolara ve meydanlara taşınır. İnsan artık biraz daha kendini bulmuş, biraz daha varoluş tarzını yakalamış ve yavaş yavaş büyüyerek çocukluktan delikanlılığa sıçramış demektir.
Daha sonraki gelişmeler ilkel komünal toplum düzeninden köleciliğe geçiş denen bu evre, birçok toplumların yaşamında benzer biçimler altında tekrarlanır. Ortadoğu toplumlarında da bunun sayısız benzerlerine rastlanır. Burada da din ve devlet adamları hemen hemen aynı kişilerdir. Sözgelimi bir Hammurabi’de ve bir Mısır Firavun’un da görüldüğü gibi bunların insanlık adına ilk güçlü yürüyüşü gerçekleştirmeleriyle doğaya karşı olduğu kadar toplumsal güçlerin birbirlerine karşı savaşımı da başlar.
İnsanlığın bir bölümünün bir diğerini egemenliği altına almaya başladığı bir dönemde, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, yöneten ve yönetilen ikilemi içinde ortaya çıkan büyük boğuşma, doğayla boğuşmakla iç içe geçer. İnsanlık artık kendi evreninde maddenin en gelişmiş bir tarzı bir ürünü olarak kendi gerçekliğinden kuşkuya düşmeyecek kadar ayaklarını sağlam yere basmak ve yürümek durumundadır. Artık hayaller, masallar ve efsaneler yerini yavaş yavaş bilime ve pratik siyasal olguya bırakır. Ezenin ve ezilenin, sömürenin ve sömürülenin, yönetenin ve yönetilenlerin kurallarını oluşturdukları yaşamları için gerekli alt ve üst yapıyı geliştirmeye başladıkları, bunun yasalarını ve yönetimini yetkinleştirdikleri ve insan soyunun uygarlık adı verilen aşamasının kuruluşunun güçlü bir biçimde ortaya çıkan ve insan ufkunun hala anlamaya ve yorumlamaya çalıştığı bir dönem böylece gerçekleştirilir.
Burada da büyük tutkular, ihtiraslar, büyük savaşlar ve ayaklanmalar vardır. Masal ve destan kahramanları, din büyükleri, büyük devlet adamları ve büyük komutanlar vardır. Hele hele Roma örneğinde görüldüğü gibi, Roma’dan İran’a, Afrika’ya ve Avrupa’nın ortalarına kadar ilerleyen komutanlar, Agustuslar ve Sezarlar ortaya çıkarlar. Bunlar yalnızca Romalı komutanlar değil, aynı zamanda kölelik döneminin evrensel komutanlık örnekleridir. Bunun yanı sıra devlet adamları, cumhuriyet, senatoda hatipler ortaya çıkar. Demokrasinin ilk nüveleri, köle sahiplerinin demokrasisi ortaya çıkar, boğuşmalar, ihanetler, kalleşlikler, bütün bunlar insan toplumunun bölünmesinin bir üst plana yansımasından başka bir anlama gelmeyen böylesine derinden bir gelişmenin üst yapıdaki somutlaşması olarak netlik kazanır. İlk edebi metinler, hukuk metinleri ve ilk askeri kuralların temelleri hep bu dönemde atılır. İnsanların hala araştırıp inceleyerek sonuç çıkarmaya başladıkları, kısaca kendilerini tanımak için kökenlerinin temellerinin atıldığı bu yılları esas alırlar. Ve bu doğrudur da.
Daha sonraki gelişmeler bu önemli olayın insanlık soyunun uygarlık aşamasının bu evresinin bir devamı niteliğindedir. Toplumsal gelişmenin bir üst evresi olarak daha fazla ihtiyacın karşılandığı, daha fazla üretebilen, insan üzerinde, daha gelişmiş bir sömürü toplumu olan feodalizm çağı başladığında, ilkel komünal düzenin ve köleciliğin gelişim evrelerindeki sonuçlar adeta burada daha üst bir evrede tekrarlanır. Ama bu toplum biraz daha ilerlemiş olarak, biraz daha başkalaşıma uğramış olarak böyledir. Kabilelerin, aşiretlerin ve küçük toplulukların acemi dinleri evrensel dinler katına yükselir. Yine küçük şehir, site devletleri yaygın bir biçimde daha gelişmiş bir imparatorluklara doğru gelişmeye ve dönüşmeye başlarlar. Aynı zamanda dinlerdeki tutuculuk biraz daha gelişme gösterir.
İnsanlığın ilk ortaya çıkışında, doğayla temasının ve dolayısıyla zayıflığının ilk ürünü olan dinler, bu aşamada insanın kendine güvenmesinde ve üretimi mümkün kılmada önemli bir rol oynasalar da, ezenin ve sömürenin ortaya çıkması ve dini kendi baskı ve sömürü aracı haline getirmesiyle birlikte, doğaya karşı tutunmada manevi bir kuvvet olarak oynadıkları belirgin rol yerini sömürülenleri ve ezilenleri aldatmaya, manevi ütopyalarına ve hayali öte dünyalarına hitap ederek, onları bu temelde idare etmeye ve yönetmeye bırakır.
Ama dinler, yine burada hala etkin bir siyasal felsefi ve ahlaki kurallar bütünü olarak etkindirler. Bu dönemde her şey adeta din kabuğu altında çıkış yapmak ister. Burada insanlar ne tam dinle ve ne de ilk çağlardaki gibi çocuksu masallarla idare edilir. Bilimin kurallarının ve sömürü yöntemlerinin biraz daha yetkinleştiği, alt ve üst yapının biraz daha geliştiği ve bilimsel kuralların buna giderek daha fazla uygulandığı bir aşamaya doğru tırmanır. Bir sonraki aşamada kapitalizme doğru yöneldiğinde, bu gelişme çok ileri boyutlara ulaşır. Dinin etkinliğindeki büyük bir azalmaya karşılık, felsefenin önemi daha da artar. Din artık yerini felsefeye doğru terk eder. İnsan artık basit bir biçimde aldatamayacağı masallar, hülyalar ve yakıştırmalarla doğayı, maddeyi ve evreni ve kendisini yorumlama seyrinden uzaklaşır. Bilimin ortaya çıkardığı gerekçeler esas alınarak, bunların sonuçlarını da özümseyen bir temeldeki yorumlamaya, kısacası bir felsefi yorumlamaya doğru bir gidiş başlar. İnsan mantığı ve pratiğinin karşılığı artık felsefeye doğru olmak durumundadır. Bu nedenle dinin rolü giderek azalmaya, insan daha çok gerçekçi olmaya ve kendi pratiğinin sonuçlarını daha iyi yorumlamaya başlar.
İşte burjuvazinin tarihsel rolü böylece ortaya çıkar. Rönesans dediğimiz sanatta, ilimde ve edebiyattaki bu yaratılış olayının, sınıfsal ve toplumsal temeli böylece vücut bulur. İnsanlık gelişme için yeni bir evreyi başlatmak istemektedir. Bunun için Roma’ya, Ortaçağ’a bakar, orada kendisi için yararlı olacak ne varsa hepsini alır. Aynı zamanda kendi gelişimini köstekleyen ne varsa karşı çıkmaya çalışır. Kendisini ve kendisiyle birlikte toplumu bir üst aşamaya ulaştırmanın bilimsel edebi ve ideolojik temelini hazırlamak için çabalar. Öncelikle filozoflar ve edebiyatçılar ortaya çıkmaya başlar. Sanatkarların dönemi dediğimiz bir dönem şekillenir.
Ama eski tutucu düzenin sahipleri, özellikle sömürme ve yönetmede yüzyılların deneyimine sahip olan ve devlet erkini elinde bulunduran siyasal güçler, nelerin, nasıl elde edilebileceğini iyi bilen ve bunun ordusuna ve yönetimine sahip olan halklar, bu yeni sınıfın yeni hamlesinin önüne çeşitli gerekçelerle engeller çıkarırlar. Çağdaş felsefeye, sanata ve dine karşı çağdışı dinler ve her türlü eski kurumlarla karşılık vermeye çalışırlar. Siyasal ve askeri güçlerine dayanarak azgın bir şiddeti ve işkenceyi dayatırlar. Ama tıpkı toprağa saçılan bir tohumun, toprağı ve kayayı parçalaya parçalaya kökleri derinliklere uzatması gibi, insanlığın böylesine bir tohumsal gelişmesi de kesinlikle engellenemez. Açılan çatlakları daha da genişleterek yeni gelişmelerin temelinde oturan sınıf, kendisiyle birlikte kendi ölçülerini, her düzeyde kendi eylemiyle ortaya çıkarır.
Burjuva devrimleri dönemi, felsefe ve dinden edebiyata, ekonomiden askeri alana kadar her düzeyde kendi ölçülerini, yönetimini, stratejisini ve bunu uygulayacak olan yönetimini, önderliğini, strateji ve taktik ustalarını yaratmaya başlar. Burjuvazinin kendisi de sürekli ayaklanma halindedir. Fransız ihtilalinde olduğu gibi, bunu doruk noktasına çıkarır. Daha önce başka zeminlerde birçok ihtilal deneyimine girişir. Kimisinde kısmen başarıya ulaşır, kimisinde yenilir ve kimisinde de tıpkı Fransız devriminde olduğu gibi, zaferini doruk noktasına kadar çıkarır. Burada bir İngiliz devriminde olduğu gibi, mücadele artık meşrutiyetle kapatılmak istenmez.
Evet, burjuvazi daha 15. yüzyıldan beri, birkaç yüzyıl her düzeyde bir ayaklanma halindedir. Ayaklanmanın, dinde reform yapmaktan edebiyatta ve sanattaki Rönesans’a kadar, yeni askeri düzenlerin kuruluşundan mutlakıyete karşı yeni devlet biçimlerinin şekillendirilmesine kadar, üretimin yeni tekniklerinden yönetimin çeşitli tarzlarına kadar, her düzeyde bir ayaklanış, bir direniş ve bir devrim dönemi olarak ortaya çıkar. Bunlar kendilerini çok çeşitli biçimlerde dışa vururlar.
Temelinde burjuva önderliğinin ve burjuvazi adına da akıllı ve cesur temsilcilerinin oynadığı bir roldür bu. Danteller, Leonardo de Vinciler Descartesler, Robespierreler, Dantonlar, Napolyonlar vb. bu yeni sınıfın önde gelen temsilcileridir. Burada sınıfın sadece öncü düzeyinde bir ayaklanması söz konusu değildir. Sınıfın kendisi de sürekli ayaklanma halindedir. Parlamentoda, sokakta ve kırda bazen gerilla biçiminde, bazen sokak gösterileri biçiminde eylemlilik gösterir. Kimisinde korkunç şiddet uygular, kimisinde de düşüncede bir ayaklanma başlatır. Bunu kiliseden savaş meydanlarına yapar. Kısaca, yeni bir toplumun doğuşunun ebesi olarak yüzyıllara sığan, geniş bir devrimsel hareketi gerçekleştirir.
Marks’ın burada çıkaracağı sonuç şudur; “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir”. Burada da önderlik belirgin ve vazgeçilmezdir. Ve önderlik sadece bir askeri özellik arz etmez, siyasal ve kültürel boyutlarını beraberinde yaşayan sınıfla çok sıkı bağları olan devrimin, o dönemdeki özellikleriyle çok sıkı bağları bulunan, kendi tarihini ve çağını yorumlamayı derinliğine kavradığı gibi, tarihi temellerini de en güçlü bir biçimde yorumlayabilen özelliklere sahiptir. Kısacası önderlik her bakımdan derin bir büyüklüğü olan ve saygı duyulan sınıfın özgün temsilcisidir.
Sınıfın henüz tam ulaşmadığı, ama onların kişiliklerinde ulaştığı sınıfın henüz somutlaştıramadığı, ama onların kişiliklerinde somutlaşan geleceğin toplumunun öncüleridir önderler. Gelecekte somutluk kazanacak olan toplum, bu kişiliklerde onların öncülükleri ve örgütlenmelerinde öncelikle sınanmış, başarıya ulaşmış ve yaşanmıştır. Bunlar daha sonra milyonlarca kişinin yaşayacağı yaşantıyı, kendi kişiliklerinde yaşamışlardır. Milyonlarca insanın, ilerde sahip olacağı felsefeyi, siyasal kişiliği, ahlakı ve duyguyu, önderler öncelikle yaşar, programlaştırır, örgütlendirir ve eyleme geçirirler. Bunu, daha sonra milyonlara aktararak burjuva sınıfının egemenliğini, burjuva toplumunun çiçeklenmesi ve dünyayı kendi kişiliğinde ebedileştirmesi denilen bir biçimde temsil ederler. Bu konuda her şey önderlerde sonsuz gibidir. Burjuvazinin sonsuzluğu gibi, onlar da oluşturdukları kuralları, devlet yönetimini alt yapı ve üst yapıyı sonsuz gerçeklermiş gibi dayatır, savunur, korur ve geliştirirler.
Halklar Önderi Abdullah Öcalan/Mart 1985