Sonsuz yaşamın, kısacık anına denk gelen yaşamlarımız… Sonsuz yaşama, bir doğrusal çizgi olarak bakıyorum şu an. Bir daha birlikte yaşamayacağımızı düşünün. Yaşamın bu uzun çizgisinin nokta bile olmayan bir yerinde dünyaya geliyoruz.
Ve de yaşayacağımız yaşam diliminin bu küçüçük parçasında karşılaşıyoruz. Yani bizim tarihimiz, o anın kendisinde. Ne doğmadan önce ölenleri gördük, ne de öldükten sonra doğanları göreceğiz. Bir daha doğma şansımız bile olmayacak, bir daha yan yana gelme şansımızda.
Aradığımız her ne ise bu yaşam içerisinde, aradığımız her ne ise şu anda birlikte yaşadığımız insanlarda. Ne bir masalda bulacağız onu, ne bir efsanede. Birbirinin hikayesini ancak aynı zaman dilimi içerisinde yaşayanlar yazmalı.
İnsanın insanda bulacağı anlamların da bir mücadelesi var artık. Birlikte yaşadığımız şu anın içerisinde, ölümü kutsallaştıranlara karşı yaşamı bayrak yapanlar, büyük bedeller karşılığında direniyor. Direnenlerin bilincinde elbette yukarıda anlattıklarım var. Yaşamın kutsallığı, onun bir daha yaşanamamasında. Bunu gidenlerde biliyor elbette. Bu bilme hali, yaşayacağımız son ana hangi cümle ile ulaşacağımızı da anlamlandırıyor. Bu anlamlandırma isteği ise anlamın kendisini yaşamın kendisi içinde arıyor. Bu anlama ulaşmak için de, büyük mücadeleler veriliyor.
Bir insanı yaşatmak binlercesini yaşatmak anlamına gelir ve birileri kendi yaşamından feragat eder bazen. Yakın tarihimizin en büyük insanlık zaferi olan Kobanê zaferinde, Arîn Mîrxan örneğine baktığımızda ise, bir insanın kendi yaşamından feragat etmesinden zaferler, zaferlerden ise binlerce yaşamın filizlendiğini görürüz. Aynı anda yaşayanların birbirini görmemesi, birbirini anlamlandıramaması, birbirinden iyi olan insanı açığa çıkarmaması, akıl tutulmasının ölümü kusallaştırmasına yol açıyor sanırım. Kutsal ölüme karşı kutsal yaşamı savunmak ise onurlu insanlara düşmüş durumda.
Direnişi tarif ederken içinde kullandığımız “ölüm” sadece bir kelime. Oradaki “ölüm” kendi karşıtını yaratan “yaşam” sadece. Ölüm dile alınarak, ondan yaşam açığa çıkarmak ise ancak keskin bir zekanın ulaşabileceği bir erdem. Uzun süredir ölüme karşı yaşamı kutsallaştıranların, bedenini ölüme yatırmalarına tanıklık ediyoruz. Yaşamı kutsal bilenlerin içinde var olan vicdan susmayarak, kendi bedeninden insanlığı yeşertme derdinde. Victor Hugo demişti, “Tanrı içindeki vicdandır” diye.Ü
Fotoğraf sessizliğinde…
Ama ne olursa olsun, yaşayarak direnmenin bir yolunu da bulacağız hep beraber. Zaferlerimizin de, sıradan yaşamımızın da hikayesini, ilkin biz okumalıyız yazandan.
Direnişin başlaması ile birlikte, zindanlarda tutulan binlerce insanımız bu direnişin parçası oldu. Özgür iradeleri, özgür bilinçleri dışında herşeyleri düşmanın kontrolünde olan binler, durumlarına aldırmadan yine direnişe ses verdi. Bizim suskun bakışlarımız arasında ise dört canımız sonsuz ışığa dönüştü. Bunlardan birisi de Zehra Sağlam oldu.
Gidişinin sabahında geride, bir kaç kelimelik bir haber ve zindanda arkadaşlarla çekilen, yüzünün netliği seçilemeyen, belirsiz bir fotoğraf kaldı sadece. Dedim ya aynı anda yaşayanlar yazmalı birbirinin hikayesini.
O sabah cansız bedenine bile el konuldu. Cansız bedeni bile tutsak edildi. Tarihte görülmemiş bir düşmanlık, utancı, onuru yaşamından çıkarmış bir düşmanlık cansız bedenini bile tutsak etti. O sabah cansız bedeni düşmanın elinde kalırken, bir fotoğraf sessizliğimizin ördüğü hücreden taşındı omuzlara, ağıtlar eşliğinde. Omuzlara fotoğrafı alındı, kalplere yüzü ve sesi gömüldü.
Sonsuza yükseldiği günün ertesinde, AP önünde 5 günlük açlık grevi ve oturma eylemi başlamıştı. Aklımda sürekli o silik fotoğraf ve derin bir hüzün vardı. Hikayesinin netliğini bilmek istiyordum. Sabah uyanıp yola girdim. Eyleme doğru giderken bir başka arkadaşın, yıldızlaşarak sonsuza yelken açtığını okudum haberlerden.
Öylece kalmak…
Herşey hızlı yaşanıyor artık. Hüznü, acıyı, sevinci o kadar hızlı yaşıyoruz ki, neyin ne olduğunu bile tam anlamıyor, anlamlandıramıyoruz artık. Zaman bulamıyorduk hüznümüzü, acımızı ve sevincimizi yaşamaya. AP önünde yüksek katılımlı bir eylem başladı o gün. Haber takibinden sonra acilen Strasbourg’da 100 günleri aşan süresiz–dönüşümsüz açlık grevi eylem alanına gitmek için yola girdim. Yolda öğrendim ki Zehra Sağlam’ın abisi de eylem grubundaymış. Ve 100. gününde olan eylemcileri yerinde ziyaret edecekmiş.
Eylem alanına gittiğimde abisi gelmişti. Sonradan, isminin Metin olduğunu öğrendim. Eylemcilerden bir kaç kişi ile konuşuyordu. Anadilinde anlatmıyordu duygularını. Herkes suskun kendisini dinliyordu, o ise Türkçe ile acısını ve kardeşini derin duygularıyla anlatmaya çalışıyordu. Bir utanma hali her yanımı sardı. Yasaklanmış ve bu yasaklara karşı 40 yıldır devam eden bir mücadele vardı ve biz karşısında büyük bir mücadele verdiğimiz yasakları meşrulaştırıyorduk sanki. Ben Metin’in anadili olan Kurmancî’yi bilmiyordum belki ama hiç kimse dokunmadı kırık dökük cümlelerinin omzuna. Kendisini en iyi ifade edeceği anadiline bir daha yasak koyduk o anda. Mazeretsizdir, kendi dilimde halkımın dertlerini dinlememek, utancımdır.
Ziyaret sonrası dışarıya çıktı Metin. Yanına gittim ve cevabı olmayan ve aslında gerçek durum ile insan arasına duvar ören o soruyu sordum, “Nasılsın?”. Yorgunluk her tarafından akıyor ve hüzünlü gözleri kanlıydı. Uyumadığı, ağladığı belliydi. “Dün sabah saat 05.00’ten beridir ayaktayım”, dedi. Bazı zamanlar vardır, cümlesini ifade etmek zordur, ne diyeceğini bilemez kalır insan, o zamanlarda. O durumdaydım, bir insanın gidişinden sonra kalanlara ne denilir, bilemedim hiç bir zaman.
Metin, 6 yıl önce Fransa’ya gelmiş. Fransa’nın Bordeaux kentinde yaşıyor. Kürt halkının trajedisi bu ya, sürgün olduğu her yerde emekçidir kendisi. Üreten o, sömürülen o, aşağılanan odur. Bir an düşünüyorum ya bu mücadele olmasaydı? Kürt halkının eğilmiş başını gururla yerden kaldırmasını sağlayan bu mücadele olmasaydı?
Annem, ismine hep mahcup oldu
Eğer uygun görürse Zehra’nın hikayesini öğrenmek istediğimi dile getirirdim. Sesinin titrek hali Zehra’yı andı iki defa. “Heval Zehra” dedi iki defa. Hüznün rüzgarı cümlesinin geri kalanını savurdu iki defa. Yere baktım, ellerine. Mahçup ellerini iç içe geçirmişti, mahcubiyetinden anladım ki, o an karşısında Zehra duruyordu. Onu anlatabilmenin kelimelerini ona soruyordu. Kelimeleri yan yana getirdi ve anlatmaya başladı.
“Biz Muş’un Varto ilçesindeniz. Ailem hala orda yaşıyor. Xinzor köyündeniz. Ailem yurtsever bir aile. Kendi kültürü ve diliyle yaşayan bir aile. Heval Zehra, 9 kardeşin altıncısı. 1996 yılında dünyaya geldi. 6 yaşına kadar ismi Zelal’di. Devletin dilimizi yasaklamasından kaynaklı hiç kimse çocuklarına Kürtçe isim takamıyordu. Zelal, duruluğu temsil ediyordu. İsmi gibi duruydu. 7 yaşına kadar tek bir kelime bile Türkçe bilmiyordu. 7 yaşında okula başladığında, kimlik çıkarılması gerekiyordu. Nufüs müdürlüğü ismini Zehra olarak değiştirdi. Tıpkı duru suyun içine tonlarca çamur dökmekti bu. Okulda Kürtçe konuşması da yasaktı. Ve öğretmenler Zelal demiyor, Zehra diyordu, bilinçli olarak. Zelal çocukken bu durumu hep anneme sorardı. İsminin bir anda neden “Zehra” olduğunu anlamaya çalışıyordu. Annem ise bir cevap veremiyordu. Bunun vicdan azabını her zaman duydu içinde.
2016’da Bingöl’de rehin düştü.
Sonradan buna alıştı. Bir insanın içine nasıl ki bir virüs giriyor ve bir süre sonra insan onunla yaşamayı öğreniyorsa, Zelal’de ismini bir virüs gibi taşıdı ve ona alıştı.
Zelal, ailemizin ilk kız çocuğuydu. Annem ve babam tarafından çok sevilen bir çocuk oldu. Sevgi ile büyütüldü. İçine kapanık biriydi. Kimsenin kalbini asla kırmadı. Bazı şeyleri içine gömdü her zaman. İlkokulu köyde okudu, sonra Muş YİBO’da ortaokulu bitirdi. Lise sınavlarından sonra okumak istemediğini babama söyledi. Okuldaki eğitimin yalandan ibaret olduğunu ve bunu kaldıramayacağını dile getiriyordu hep. Babam tek bir kelime bile söylemedi. Babamın nazlısıydı o.
Köydeki herkesle uyumluydu. Herkes seviyordu Zelal’i. Ailenin ilk kız çocuğunun, isminin Zelal olması, uyumlu olmasından dolayı herkes tarafından seviliyordu. O da insanların bu sevgisine hep layık olmaya çalıştı. Kimsenin kalbini kırmadı, kimseye saygısızlık etmedi.
O suskunluğunda hep sorular vardı. İsminin Zehra’ya dönüşmesi onda sorgulamayı derinleştirdi. Devletin virüs olduğunu anladı. Bir dönem sonra kendi iradesiyle mücadeleye katıldı. 2016 yılında Bingöl’de rehin düştü.
Kendi doğrularıyla yaşamayı bildi
Açlık grevine başladığından benim haberim yoktu. Ailem bana söylememişti. Telefonda annemlerle görüşüyormuş. İçeride olduğu dönem iki defa telefonla kendisiyle konuşabildim. Ben ona ümit veriyordum, o ise bana. İçerideki arkadaşlarla durumlarının iyi olduğunu, güçlü olduklarını, verdiği mücadelenin mutlaka zafere ulaşacağını söyledi iki görüşmemizde de. “Verdiğimiz mücadele başarıya ulaşınca yine kardeşler olarak yan yana geleceğiz” demişti, bir görüşmemizde. Ailem görüşmeye hüzünlü giderdi hep. Zelal onlara umut taşır, hep mutlu dönerlerdi.
Kardeşimle çok anım olmadı. Ben de hep YİBO’da okudum. Yazdan yaza kendisini görebildim hep. O zamanlar ise babama yardımcı oldum köy işlerinde. Yanyana geldiğimiz zamanlar çoğunlukla yemek saatleriydi.
Heval Zehra doğum gününde, bize veda etti. Eylemde bulunduğu gün kendisinin doğum günüydü ve 23. yaşına girmişti. Annem onun doğum gününü kutlayacağına, ardından gözyaşları dökerek uğurladı. Bu benim için en büyük acıdır. Gitmesi acı, ama onur verici bir şekilde direndi. Onun iradesine, onun mücadelesine hep saygı duyduk. Bizi mücadelesiyle onurlandırdı. Onun direnişinden gurur duyuyorum. Kardeşi ve yoldaşı olarak, bir insan olarak kendisinden gurur duyuyorum. Verdiği mücadeleden gurur duyuyorum. Kendi doğrularıyla yaşamayı bildi, özgürlük için mücadele verdi. Annem ve babam ile görüştüm. Başları dik ve kızının direnişinden, mücadelesinden onur duyuyorlar.
Kürdistan dilde Bir’dir
Zelal benim kardeşim, Zelal Kürdistan’ın onurlu evladı ve şehididir. Zelal’i anlayabiliyorsak, buradaki direnişi de anlarız. Bu direnişe, her onurlu Kürt’ü ses olması gerekiyor. Leyla Güven arkadaşımızın başlattığı bu direnişe herkesin sahip çıkması gerekiyor. Tecritin kırılması için hepimizin bir an önce ayağa kalkması gerekiyor.
Biz Kürt olarak doğduk, Kürt olarak öleceğiz. Asimilasyona direniyoruz. Yok edilmeye direniyoruz. Özgürlük için savaşan, özgürlük için direnen kim var ise o bizim için bayraktır. O bizim için değerlidir. Kendi diline, kültürüne sahip çıkmayan insan bence onursuzdur. Kendi ana diliyle konuşamamanın ne kadar zor olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu büyük bir utançtır. Ana dilinle konuşmadığında başka sisteme kurban olursun. Seni sen yapan o değil midir? O gün gelecek, kendi dilimizi özgürce konuşacağımız o gün gelecek. Gerilla gibi, halkımız gibi dilimizi konuşacağız. Birileri sanmasın Kürdistan dört parça. Kürdistan dilimizde birdir. Kürdistan, kültürümüzde birdir. Kürt halkı onurlu bir halktır. Ve bu mücadele başarıya ulaşacaktır.“
Gidenlere…
Bir dostumun büyükannesinin ismiydi Varto. Anlamını sorduğumda Ermenice “Gül diyarı” demişti. Keza “vart” kelimesi Ermenice’ de “Gül” demektir. Öğrendim ki Zelal büyüdüğüm topraklarda yeşermiş. İsmini, içtiğim Varto suyunun duruluğundan almış. Bingöl sıradağlarında yer alan köyünün “gülüymüş”. Taştan bir mezara gerek yok gidenler için. Yazımı okuyacak bir Vartolu varsa, ilkbahar geliyor, tam da mevsimi. Gökyüzüne yıldız olan her gencimiz için ağaç dikilsin. Taştan bir mezardansa, gökyüzüne boylu boyunca uzanan bir ağaç olsun mezarlarımız. Özgürce yaşasın diye halkımız, binler mücadele ediyor. O ağacın gölgesinde oturulduğunda, oturanlar yine anlayacaklar giden neden gitti, nedir bu mücadelenin anlamı.
Kaynak: Yeni Özgür Politika/Barış BALSEÇER