HABER MERKEZİ –
“Her daim iyi, güzel ve doğru olana ulaşmak istiyoruz. Bu mücadelemizi en fazla da tortulaşan yaşam dışılıklarımıza karşı veriyoruz. Kendinden vazgeçmeme halimiz, bu tortulaşan anlayışlar karşısında ortaya çıkıyor. Öylesine gerekçeler yaşanmakta ki, hangisi bu mücadelede bizlere evladır, anlamakta bile zorlanıyoruz. Şimdilerde geçirilen görkemli direnişin büyüsündeyiz. Birileri bu kadar coşkulu, kendine sevgisi artan duruşlara kibir dedi, oysa coşkunluğumuzla taşkınlaşmalıydık. Zafere abartılı anlamlar yükleniyoruz ama hakkını da teslim etmeliyiz.”
Zindan öylesine zorunluluklarla dolu ki, beraber yaşanan ortamların esnekliği, katılığı dengeye kavuşmazsa dağıtıcı oluyor
Size ilk defa mektup yazmanın heyecanındayım. Buna vesile olan arkadaş Hejar Amed olsa da, aslında fitili ateşleyen bir rol üstlendi. Size yazarken neden heyecanlandığımı kendime sorarken, biraz da sesli düşünmek isterim. Elbette bunun belirleyiciliği sizin kendinizden taşan anlamlara sahip olmanızdır. Yoldaşlığımız her zaman heyecan yaratmalı ki sıradanlaşmayalım, sıradanlaştırmayalım. Hani Einstein’ın, Bilge’nin de paylaştığı bir sözü var ya, şöyle diyor; “Hayatımıza giren en güzel şey gizem içeren şeydir.” “Yaşama hayret etmeyen veya evrenin karşısında saygı duruşuna geçmeyen bir kimse, gözleri kapanmış bir ölüden farksızdır” diye ilave yorumda bulunuyordu Bilge. İşte böylesi bir gizemin de yarattığı heyecan var. Sizde her şey ne kadar şeffaf olsa da, bir o kadar da anlaşılması gerekli kılınan hayretlere de sahipsiniz. Özgürlük Hareketi’nin ana akımındaki siz yoldaşlarla bir gün de olsa kalarak sizi izlemek ve anlamak isterdim. Bu arayışımı ziyadesiyle Bilge’ye karşı da yaşamaktayım. Bunu tahmin etmek zor değil. Ama bunu bedenselleştirmek; bir günün akışına sığdırılan anlam gücünü izlek haline getirmek benim için hafıza-i bir değer. Hep düşünürüm; onca yılın acısını kaldıracak yüreği besleyen nedir? Evet, “yürek yutmuş” insanlarsınız. Bu acıyla yaşama cesaretiniz var. Bu acı sizlerde neye dönüşüyor, bunları anlamaya çabalıyorum. Öte yandan kıskandıran, imrendiren bir devrimci istikrar var. Bunun gerisine düşme olmuyor. İdeolojik moral kaynaklarınız büyük. Değer yaratan bir ırmaktan besleniyorsunuz. Nicesiyle kendime dönüp sordum; 20 yıllık devrimci yaşamımın içinde taşınılan sorumluluk anlarında ne kadar bunu kaldırabildim, ne kadar gereğince yaşadım? Burada ölçü kıldığım insanlar sizler de oluyorsunuz. Sorumluluklar nerede, zorunluluk nerede, ihtiyaç nerede doğallık kazanıyor? Kendinize dair zamanlar oluyor mu? Kendinizi kendinizde mi, size temas edip var kılan hayatın diyalektik akışındaki olgularla mı sorguluyorsunuz? Kendinizi en fazla neyin karşısında sorguluyorsunuz? Ben zindanda özelde de zihni ve ruhi olgunluğuma eriştiğim zamanlardan sonra bilmelerimi tecrübelerden öğrendim, anlamı somutlaştırabildim. Siz onca tecrübeye rağmen yeni bilmeler, şoklar, şaşkınlıklar yaşıyor musunuz? Çokça soru sorduğumun farkındayım. Sorularım cevaplarını yaşamda buluyor. Bana bu soruları sordurtan da bunun aksinde yaşanan yoğunluklardır. Zindan öylesine zorunluluklarla dolu ki, beraber yaşanan ortamların esnekliği, katılığı dengeye kavuşmazsa dağıtıcı oluyor. Homojen bir düşünce, amaç birliğinin olduğu mekanlardan zindan gibi amaç birliğinin yoğunlukta farklılaştığı bir mekana dahil olmak bunu sorgulatıyor. Hayat bu soruları kendi aksindeki yansımalarıyla sorgulattı, sorgulatıyor.
Devrim kendi bütününde çok şeye ulaştı, ama biz devrimciler oralara ulaştık mı?
O nedenledir ki zindanda en fazla kendimden korkarım. Bazen yanınıza gelirsem o zaman kendime tutunduğum değerlerin aslında bir yalandan ibaret olduğunu görürsem ne yaparım diyorum. Koşullar seni öncü kılabilir ama neye ve kime göre? İşte bunun yanılsamasına kapılmak istemiyorum. 11 yıllık zindan benden ne götürdü diye sorduğumda ‘neden izin verdin’ sorgulamasında kendime çarpmaktan ürküyorum. Zindanda devrimciliğimizi evcilleştirdiğimizi düşünmediğim zamanlar da yok değil. İşte bunun tanımını yapınca sizlerdeki gizi açıklamaya değil, fark etmeye çabalıyorum. Biz devrimciliğimizle neye ulaşmak istiyoruz? Bazen kendimize bakınca bir yerlere ulaşma telaşesinden ziyade bir yerlerden hızla geçmek için yol aldığımızı düşünüyorum. Geçen zamanlar ulaşılan zamanlar oldu mu? Devrim kendi bütününde çok şeye ulaştı ama biz devrimciler oralara ulaştık mı? Bu da mücadelemizin ikilemi; devrim gerçeğimizle devrimci gerçeğimiz aynı hız, tempoda yol alamıyor. İşte şu yukarıda yazdıklarım, ilk defa yazılan bir mektuba bunların su gibi akıtılmasıdır sizdeki, sizlerdeki sır.
Güzel insanlar;
Her daim iyi, güzel ve doğru olana ulaşmak istiyoruz. Bu mücadelemizi en fazla da tortulaşan yaşam dışılıklarımıza karşı veriyoruz. Kendinden vazgeçmeme halimiz, bu tortulaşan anlayışlar karşısında ortaya çıkıyor. Öylesine gerekçeler yaşanmakta ki, hangisi bu mücadelede bizlere evladır, anlamakta bile zorlanıyoruz. Şimdilerde geçirilen görkemli direnişin büyüsündeyiz. Birileri bu kadar coşkulu, kendine sevgisi artan duruşlara kibir dedi, oysa coşkunluğumuzla taşkınlaşmalıydık. Zafere abartılı anlamlar yükleniyoruz ama hakkını da teslim etmeliyiz. Sizlere o zamanları anlatmak isterdim. Öylesi duygular, düşünceler yaşandı ki! Her şeyi zirvede yaşadık. Sizlerle sohbetleşmeye ihtiyaç duyduğum zamanlar niceydi. Bir yandan muhteşem bir direniş, adanmışlık vardı, bir yandan da kaygılar, o kaygıların beslendiği ideolojik savaşlar. Özyönetim direnişleri sonrasında halkın acıya karşı duyarlılığı artmıştı. O nedenle herkese hakim olan bedel ödeme kavramı çokça gündemleşti. Buna karşı anlama çabası öne çıksa da içkinleşen bir tepki de vardı. Sanırım direniş sürecimiz, özelde de ölüm orucumuz buna en güçlü cevabı verdi. Beni düşündürten bir husustu; neden şimdiye kadar bu derece gündem olmayan bedel ödeme kavramı şimdilerde bu derece gündem oldu? Yine 8 yoldaşımız bireysel eylem yaptılar. Bu yoldaşların birçoğu özyönetim sürecinde esir düşenlerdendi. İnanır mısınız, bu son 3-4 yılda özelde de genç yoldaşlarda hakim olan kendini ölüme yatırma halet-i ruhiyesine karşı çok konuştuk, çok dinledik, hatta nöbetleştik. Bu genç jenerasyon yaşamı kendine zul saydı. Çatışmasızlık sürecinde katılanlar birden bire vahşi bir savaşın içine girdiler ve düşman gerçeği ile yüzleştiler. En yakınlarındaki yoldaşlarını kaybettiler ve kimilerince ‘ihanet’ olarak tanımlanan esareti yaşadılar. İşte bu psikoloji kolay kolay atlatılmadı. Zaten yeni jenerasyonun özel savaş politikaları nedeniyle yaşadığı kültürel soykırım süreci kendine yabancılaşmış, yaşama yabancılaşmış bir kuşak oluşturmuştu. Bunun da beslemesiyle içinden geçtikleri süreçlere doğru anlamlar vermede zorlandılar. Sizce de şehadetlerin daha çok bu kuşaktan olması tesadüf mü? Ve yöntem hususunda inanın basiretim bağlandı. Mazlum Doğan arkadaş kendini astığında bunu izah edecek, anlaşılır kılacak koşullara sahipti. Öyle ki amaç her şeyin önüne çıkıp bunu tartışılır bile kılmadı, kılamazdı. Ama Zehra arkadaşın Gebze’de başlattığı bu yöntem sıra sıra yaygınlaştı. Ve adeta kör bir bilmezlikle bu yöntem basında faş edildi. Bunu dile getirmem kendini yakmayı meşrulaştırmıyor. Ancak kendini yakma eyleminin kendisi direniş tarihlerinde bu coğrafyada anlam kazanan bir eylem. Açıkçası kendini aşma eylemi kesin sonuç alma adına dahi yapılsa bana olumsuz bir geleneği çağrıştırıyor ve ürkütüyor. Kimsenin kurtarılma ihtimali dahi kalmıyor. Düşünün Trabzon’da 3-4 yıldır zindanda olan bir arkadaş (genç bir arkadaş) grevinin 60. gününde tecride karşı kendini kafa üstü yere çakılacak tarzda ranzadan atıyor. Şimdi felç geçirmiş durumda. Sizce bu olay ve olguların kendi zamanı içinde eleştirel bir yoruma tabi kılınması gerekmez mi? Özelde genç yoldaşlara yaşa-yaşat felsefesini iyi kavratmak gerekliliği ile yaklaşıyoruz. Ama anlamakta da zorlanıyoruz.